• bir zamanlar güzel evim, güzel adam, insan adam.

    adalı olmanın ya da adada yaşamanın getirdiği tuhaf bir duygu olur. bu duyguyu anlamak için, amiyane ve klişe tabiriyle onu yaşamak gerekir, ancak ben yine de tadından ucundan biraz anlatmak istiyorum. hayatımın belki de en güzel yıllarını geçirdiğim heybeliada'nın, bir insan olarak benim hikâyemde bıraktığı yer öylesine ayrı ki, başka bir yere gittiğimde ilk özlediğim, aklıma ilk gelen yer burası oluyor. yılmaz erdoğan'ın bir zamanlar o çok sevdiğim dizelerindeki gibi, ben ne zaman bir yerde yaşasam, hâlâ heybeliada'yı aldatıyorum.

    heybeliada'da yaşamanın bir rutini vardır, sanırım her adanın olduğu gibi. tıpkı shawshank'in, tıpkı andy dufresne'in bir rutini olduğu gibi. suyla kısıtlandığınız bir yaşam alanında yapacaklarınız da kısıtlıdır zaten. bu rutin, bu kısırdöngünün korunmasından ve akıl sağlığının sürdürülmesinden ol sebep, insanın ister istemez dahil olacağı bir rutindir. burada ulaşım, burada yemek, burada ekmek aldığınız zaman değişmez. çünkü fırın, vapurun dönüş saatine göre ısıtır ekmeği. yaşam rutini, sizi yutar. uymazsanız, hiçbir anlamınız da kalmaz. siz adada, tek başına anlamı olmayan, ancak bir bütün hâlinde kullanıldığında zevk ve anlam veren bir edat gibisinizdir. ancak bu sizi rahatsız etmez. ediyorsa, zaten artık adada yaşamıyorsunuz demektir.

    her sabah işe gitmek için çıktığınız yolda gördüğünüz insanlar hiç değişmez. yokuştan aşağı koşa koşa iniyorsa omzunda çantası olan kadın, o zaman vapura geç kaldığınız fark edersiniz. burgazada'daki nişanlısı o gece onlarda kaldıysa, nişanlı çifti poğaça almak için pastanenin sokağına girerken görür, gülümsersiniz. ikiz köpekler, vapur iskelesinin önünde yayılıp uyuyorlarsa, asayişin berkemal olduğunu anlarsınız. ayşe, yine o adama kuyruk sallıyorsa, o sabah biraz acıkmıştır. kediler, yollara serilmemişse tok; atlar, sahiplerinden kaçmışlarsa, çöp tenekelerinde sabah mesaisindedirler. adada bir sabah, adada diğer sabahlara çok benzer, ama siz bu sabahları, sırf böyle sabahlar olduğu için seversiniz. vapura binmeden önce, bildiğiniz insanlarla bir kasabadan inersiniz çünkü. bir yere varmanın neşesi, bir yerden ayrılmanın rutinliği, bildiğiniz bir insan sürüsüyle bineceğiniz başka bir vapur yoktur. işyeriniz uzaktaysa ilk vapura, işyeriniz yakındaysa ikinci sabah vapuruna binersiniz.

    kışın o ikinci vapurda, yani 7.05 vapurunda poğaça olmaz, çünkü poğaçayı kabataş'tan alır. kaşarlı ve karışık tost yiyebilirsiniz, çay içip kitap okuyabilir, sevgilinizin dizlerinizde uyumasını zevkle izleyebilirsiniz. sabah uyandığında aslında uyanmayıp, windows xp gibi kendilerini askıya alanlar, vapura biner binmez uzanıp uyumaya başlarlar. dost meclisi kurulmuşsa, sabah olsa bile konuşmaya erinmezler; akp'nin yüzsüzlükleri, chp'nin basiretsizlikleri, bu ülkenin nasıl kurtulabileceği ya da fenerbahçe'nin nasıl yenildiği. bildiğin küçük bir ülke gibi izleyip durursunuz. aynıdır herkes. sabah arkadaşları için kimin çay almaya gideceğini, tepsiye şekerleri doldurup getireceğini ve aynı tepsiyi geri götüreceğini bilirsiniz. ada vapurunda yolculuk edilmez, bu bir ömürlük ev sahipliğidir. oturduğunuz koltuk, baktığınız adalılar, çayınızı veren kantinci, tostunuzdaki kaşarı kimin daha iyi eriteceğini ya da peynir yiyemeyenler için karışık tosttaki kaşarı kimin özenli özenli çıkaracağını artık tanırsınız. gittiğiniz yer kabataş gibi görünse de, sanki hep birlikte şehirde bir misafirliğe gidiyorsunuz da, dönüşte tekrar, 18.30 vapurunda buluşacaksınız. mesaiden çıkamayanları ya da şehirde kalmayı tercih edenleri gözleriniz arayacak ve siz bir ada vapurunda olmanın sessiz güvenini yaşayacaksınız. denize bakarak kitap okumak bile bazen sıkıcı gelebilecek. kabataş'a yaklaştığınızı, makyaj malzemelerini çıkan kadınlardan fark edersiniz. şehre karışmak, işe karışmak, velhasıl hayata karışmak vakti gelmiştir. ben böyle olduğunda kendimi hep ayrıcalıklı hissetmişimdir. yani o kadın, bana doğal yüzünü göstermekten erinmiyor. ben, bir şehirlinin göremediğini görebiliyorum. benden esirgemiyor. aileden biri gibi yani, öyle gibi sanki. değil mi öyle sizce de? bilemedim.

    rutinin en büyük kaynağı da işte bu vapurlar olsa gerek. içeride dışarıda, tüm hayatın çevresinde döndüğü manivela budur. 10 dakika geç çıkamazsınız, bir sonrakine binmeyi düşünemezsiniz; hayat burada oldukça keskin bir bıçak gibi sizi dürtebilir. dünyada, bir ada vapurunu kaçırmak kadar hüzün verici bir şey bulamazsınız. bunu yaşamınıza ve aklınıza kazımanız gerekir. adada yaşamak emek ister, ada bunu sizden talep eder. karşılığında verdiği şeyden de memnun olmanızı bekler. kuralları o koyar ve sizin de buna uymanız gerekir. elbette buna zorunlu değilsiniz, ama bir kere bunun tadını aldıysanız, bundan vazgeçmeniz de pek mümkün olmaz. kadıköy'ün alelade bir semtinin üçüncü katındaki bir binada otururken bile, çam ormanlarının arasında yürüyüş yapıp aklınızı ve kalbinizi dinlendirdiğiniz o patika, o değirmen, o tüm dünyanın kötülüklerini salladığınız salıncak, yokuş, metruk kütüphane, çenesi kırılmış köpekler sizi bırakmaz. peşinizi hiçbir zaman bırakmaz. adada yaşamak bir fotoğraf gibidir, tek bir ânın kaydı. bütün bir yaşam gibi sanki. hiç gitmez.

    işe gidip gelirken yolda(!) harcanmış gibi görünen zaman, aslında insanın kendine kattığı en önemli zaman parçasıdır adada. günde toplam 3 saate yakın deniz üstü seyahat eden bir ada insanı, o sürede kimsenin okumadığı kadar kitap okuyabilir, kitap yazabilir, gazete ve dergi karıştırabilir, sosyalleşebilir ve sevgilisiyle, arkadaşlarıyla, çay içip tost yerken saçma saçma oyunlar oynayıp zevke gelebilir. ayakları bağlandığında dolaşabilir, tüttürmek istediğinde vapurun dip köşesine gidip sigarasını içebilir, cuma günleri eve dönüşte kurulan çilingir sofralarını, bira veya votka duraklarını ziyaret edebilir, bilfiil insan olarak başka bir evde yaşıyormuş gibi hayatına devam edebilir. ayakta durmalar yok, yanaşmalar yok, her durakta hücum eden insanlar yok, savaş yok. denizin üstünde, gittiğiniz yer belli, kalktığınız yer belli, saat belli, hayat belli.

    heybeliada'da yaşadığım en utanç verici şeyse, bir kıza âşık olmaktı. bunu ömrü hayatım boyunca unutamayacağım. sanki bütün adaya âşık olmuşum da bunu herkese ilan etmişim gibi; sanki taksilerin tepesinde durumlarını belirten ışıklı tabelalar gibi, "bu adam adalı bir kıza âşık" tabelasıyla dolaşıyormuşum gibi. anlatayım, madem bir kere başladık:

    adı c.'ydi (ne ironik değil mi?). ondan öğrenmedim adını. arkadaşlarıyla konuşurken duymuştum, bana söylenmedi diye duymazlık nasıl edeyim, unutacak da değilim, kaldı öyle. altı ay hiçbir şey yapamadım. sadece yazdım. vapur yolcusu gibi bir blog açmıştım, oraya arada bir onu düşünerek bir şeyler yazıyordum. yani yazmasak olmuyordu işte, bir yerimizden çıkacaktı bu nalet, ben de yerini uyduruyordum. "gözümle görsem inanmazdım gözümle görüyordum. ben sabah, sana da erken geldiğine emin olduğum bir vakitte, senin de uyandığın sabaha, aynı yerinden belki yatağın, yüzünü de benzer bir yumuşaklıkla yıkadığın gibi, tıpkı senin gibi her gün, uyanıp bir bakıyorum kendime. bir bakıyorum, kendim ne kadar değiştim. yüzümde göz, gözümde. ben seni her sabah bildiğin gibi düşünüp öğleye doğru unutuyor, sonra yine akşama doğru, senin de yürüdüğüne emin olduğum bir sokak ağzında, aynı güneş tenini ne güzel okşuyorken, sen diye bir vapura koşuyorum. görüyorum, adın bir billur; seçemediğim tüm özel yanların, sakladığın yeteneklerin, kime ayırdığın bilinmez türlü güzellikler, delilsiz cinayetler, adsız intiharlar, bir ucundan çeksen ankara'ya giden hasretler." böyle böyle, yani nasıl anlatılır ki, hepiniz biliyorsunuz zaten.

    sonra ben artık dayanamadım. tuttum bir gün, tuttum yazdıklarımı bir zarfın içine koydum. ne götürürsün en sevdiğin kardeşini görmeye giderken? hayır ne verebilirsin ona başkasının veremeyeceği? nasıl düşünürseniz artık, pencereden gelen ışığı koydum, bisiklet sesini çıkrık sesini, ekmeğin havanın yumuşaklığını koydum, tuttum bir kitap koydum, masaya biranın dökülüşünü koydum, uykumu koydum uyanıklığımı koydum, tokluğumu açlığımı koydum kapattım. aldım çantama, çıktım işten, bindim vapura, indim vapurdan, gittim peşinden, öldürün beni, "pardon," dedim, "beni tanıyor olmalısınız, aynı vapurda gidip geliyoruz yaşamak dediğiniz bu güzelliğe." bakın, şu dünyada güzel kız duruşu denen bir şey vardır, bir erkeğe en çok orada rastlarsanız. yani en erkek hâline, gerçek erkek hâline, gerçek utangaçlığına, gerçek sefilliğine, gerçek duygusuna. "masa da masaymış ha," dedi. benim derdim derdimi anlatmaktı hacı, yani hep yaz yaz olmadı, duvarı delebilirsin belki basınçla, ama bunda yol alamadım. ama bir şey söyletmedi bana. izin istedim, zamanım yok dedi. o zaman hiç olmazsa şu zarfı al, dedim, büyük bir utanç abidesiydim, beni böyle bırakamazsın, bırakamaz değil mi, bir insan artık o utançta öyle bırakılmaz, ne büyük adaletsizlik, ne var bu zarfta, dedi. ne varsa koydum, ha babam koydum, niye soruyorsun, bu bir yanıt değil, zarf zaten soru değil mi? aldı sonunda usta, ben de arkama bakmadan koştum, yatağıma girdim, yorganı üzerime çektim, başka da bir şey yapamadım.

    o gün ve ertesi günler, tüm vapur bundan haberdarmış gibi, gözüm yerde yürüdüm. sıkışmışlık demiştim ya, dememiş miydim, o zaman diyorum, adanın insana verdiği bu gülünç duygudan kaynaklanıyordu hepsi. hiçbir şey gizli kalamazmış gibi. nasıl yürüdüğünü bırak, nasıl hissettiğin bile bir takip çizelgesinde gibi. yani ben bile, o nişanlıları ayrı koltuklarda gördüğümüzde, bugün kavgalılar herhalde, diyordum. bunu yaptığımız için belki böyleydi her şey. adanın bir kötü yanı, adanın bir alameti farikası. bu travmayı atlatmam neyse ki uzun sürmedi. bir süre, onun arkadaş grubunun bana imalı bakışlarına denk gelsem de, bundan yana pişman olmadım. hacı çünkü kimseyi kırmadım, kimseyi dövmedim, üzmedim. bu da böyle olsun, dedim yani, bu da böyle olsun.

    uzadıkça uzamasın. heybeliada, yaşarken bir yanınızı sizden alıyor, hayır bildiğiniz çalıyor, sonra da bütün hayatınız boyunca siz o parçanın peşinden koşuyorsunuz. çok iyi bir sevgili, güzel bir kız, ev yemekleri yapan tatlı bir kadın, nefis bir muzlu pasta ve ikiz köpeklerle tamamlanıyor, bir ada hikâyesi olup çıkıyorsunuz. adanın rutini dediğiniz şey, artık hayatınızın rutini oluyor: her yerde ve her zaman adayı aramak. şimdi televizyonunuzu kapatabilirsiniz.

    kaynak: *
  • eğer bu yazıyı okuyorsanız sizler de benim gibi heybeliada'da denize gitsek mi? gitmesek mi ? acaba hangi plaja gitsek? hangisi daha güzel? sorularına yanıt arıyorsunuzdur.

    plajlar hakkında yorum bulamadım o yüzden bu yazıyı sizler için yazıyorum. ben gittim, gördüm, gözlemledim..

    heybeli ada'da 3 tane plaj gezdim. bunlar dan bir tanesi iskeleye yakın olan değirmen burnu plajı diye rivayet edilen mekan. buraya girmek için ik önce 4 lira vereceksiniz neymiş efendim piknik alanına giriş ücretliymiş. içeri girdikten sonra bu kaya dibi olan plaja da kişi başı 15 lira vereceksiniz.
    görüntü
    gelelim plaj durumuna eğer kız arkadaşınızla gidecekseniz kesinlikle doğru adres değil. içerisi karı kız düşürme hayali kuran bir dünya elemanla dolu. biraz da kumundan da bahsedeyim. kumu olmayan sadece şezlong, kıytırıktan kabin, dibi midyelerle, yosunlarla, taşlarla dolu olan kaya dibi taşlığıdır. buraya kesinlikle sevgilinizi alıp rahat rahat yüzerim hayaliyle gitmeyin. sitesine de sakın aldanmayın. ayaklarınıza yazık. size yazık. ama değirmen burnu piknik için güzel bir mekana benziyor orasına bir şey diyemem.

    ikinci plaj buradan çıktıktan sonra biraz daha yürüyüp green beach club'a ulaşıyorsunuz. içeriye girmek pazar günü dolayısıyla 40 tl. içeriye yemek almıyorlar. damsız alıyorlar mı bilmiyorum ama almıyorlar gibi. para vermeden içeriye girdik sağ solu hızlıca bakip denizin olduğu yere giittik. buranın içerisi güzeldi kitli dolap, kabinler, haliyle restoran ve büfe tarzı yer vardı. fakat kumsal namına burada da bir şey yok. dibi kumlu fakat 15m gidince bele gelen 10m sonrada insanlar geçmesin diye bi şerit vardı. içeride sevgilinizle öpüşüp koklaşıp oynamaya izin verirler mi bilmiyorum.

    son gezdiğim plajda ada beach olarak riyavet edilen yerdi. iskeleden yürüme mesafesi 25-30 dk gibi bir şey. vapurdan indikten sonra soldan yardırmaya başlayın o yol sizi askeriyenin hemen yanından ada beach club'a atacak.normalde iskeleden motorlarla ulaşımları varmış fakat tam olarak sezonu açmadıklarını söylediler haftaya motorla servis yapacaklarını belirttiler.
    görüntüsü
    ada'da sevgiliyle yüzülecek tek yer burası. içeriye damsız almıyorlar ve yemekte almıyorlar fakat yçantamızda yemek vardı bakmadılar. giriş kişi başı 35 lira. içeride hep çiftler vardı. haliyle burda da plaj namına bişey yok. suyun altı kumdu ilerisi yosunluydu fakat biz fazla ileri gitmedik zaten. atlamak içinde bir yerde vardı. sevgilinizle saatlerce denize girip öpüşüp koklaşıp oynaşabilirsiniz bize karışan eden olmadı.

    uzun lafın kısası heybeli ada'da yüzme adına çok şey beklemeyin.
  • dün öğleden sonra hem güneşin batışını izlemek hem de temiz havasını almak için gittiğim.

    adaya ayak basıyorsunuz, araba yok, korna yok, egzoz motor hiçbir şeyin gürültüsü,kokusu yok. tek ses dar sokaklarında bağrışarak oynayan çocuklar ve faytonlardan gelen nal takıdıkları.

    nasıl bir şehirde yaşıyoruz allah belasını versin diyorum. yaşamıyoruz aslında, götü kurtarmak uğruna işkence çeken köleleriz. çoğumuzun evinde balkon bile yok, sigara içmek istesen balkona bile çıkamıyosun hadi balkonda oturmayı geçtim. apartman boşluğuna bakan göt kadar mutfakta maksat karnımız doysun diye çabuk yemekler pişiriyor, camlardan diğer apartmanların beton kalitesini inceliyoruz. türk milleti boşuna müteahhit doğmuyor.

    adada karşı evin balkonunda oturan adam karnı acıkmış, belli ki o anda hemen karar verdi getirdi ızgaraya etleri dizdi, kömürü tutuşturdu. balkonda masasında rakısını açtı.

    güneş battıktan sonra adayı çok hoş kokular sarıyor. ıhlamurun kokusu iğdeye, yaseminin kokusu ise hanımelinin koluna girip dansa başlıyorlar. kafanı nereye çevirsen orda ayrı bir koku, ayrı bir rayiha. bu tür kokuları unutmuşsun. alışmışsın egzozun bayıltıcı kokusuna. adada birden sarhoş oluyorsun daha rakı yağ gibi dolmamışken bardağa..

    kediler bile ağırlaşmış, 'burda ağır geçer zaman' diyorlar sana. pek aceleleri yok, yetişecek bir yerleri kalmamış. zaman,saat merhumu sadece bir gösterge niteliğinde insanlar için, zorunluluk değil.

    hayatımda ilk ateşböceğini burda gördüm, nasıl birşey olduğunu burda keşfettim daha ne olsun, eyvallah heybeliada..
  • çok garip isimlere ev sahipliği yapmış garip bir yerleşimdir. genelde kışları nufusu adalar arasında en yuksek olanıdır.
    günümüzde adanın önemli sahsiyetleri:
    bakkal engin
    eşşekçi bora
    şerşo (laz bakkalın ebleh 3 çocuğundan biri)
    karga
    löplöp
    papik uzmanı barış akyıldız
    baskın
    mithat abi (kendini adalar emniyet amiri olarak tanıtıp polislere girmişti)
    deli yavuz (öldü ama adı baki kaldı)
    eski terzi hayri canbazlar (kral tv'deki dj atakan'ın babası)
    deli izzet
    sahacı foti
    serdar sumay (son yıllarda adayı terketti, adadan çıkan ender istanbul erkek liselilerden)
    ahmet gül (adanın bir numaralı bakkalı olan gül bakkaliyesi'nin ana beyni)
    cem abi (bir zamanlar büfesiyle ada alternatif gençliğinde bir efsane olmuştu)
    koray (adanın ender cankilerinden)
    ...sürer gider.
  • küçük bir alana iki dünya sıkışmıştır adeta. sahil kesimi sevimli bir ege kasabası gibiyken, birkaç yokuş ve sokak geçtikten sonra, insan kendini bir iç anadolu kasabasında bulabilir evleri ve insanlarıyla. her şeye rağmen, ülkenin siyasi atmosferi etkileyememiştir heybeliada'yı; sahildeki kadeh sesleri, farklı zamanlarda çan ve ezan seslerine karışır yaz akşamları, hoş bir lodosla.
  • 1805 tarihli fransızca bir haritayı incelerken, adanın güneyindeki meşhur çam limanı koyunun biraz berisindeki bir bölgeye "bakır madeni" (mine de cuivre) işaretlendiğini gördüğüm istanbul sayfiyesi..

    kaynaklara bakındım biraz; antik çağlardan beri buradan sadece bakır değil demir cevheri ve muhtelif bazı mineraller de çıkarılmış.. hatta antik devirlerde buradan çıkan cevherlerin (özellikle göz için) şifalı olduğuna inanıyorlarmış.. ilginç.. şu an oralar kompil turistik tesis, plaj falan.. nedir ne değildir yerinde görmek, tekrar gidip bir bakmak lazım..
  • prens adalari içinde en fazla cogunluk barindiran adadır. ismet inonu nun yazlari civileme atladigi, yasayan en eski istanbul eczanesinin barindigi, deniz harp okulu ve de rum ortodoks ruhban okulu bulundugu için en eğitimli adamız.
  • istanbul'in dibindeki kaçış adası. sakin sokakları, yüzlerinden huzur akan yaşayanları, kışın ıssız geceleri ve insanın üzerini usulca kaplayan ruh haliyle nadide bir yer. kışlık haftasonu kaçamakları, insanda 1 ay tatil yapmış hissi uyandırıyor ve adadayken zaman hiç geçmezken adadan ayrıldığınız anda zamanın aslında ne kadar hızlı geçtiği gerçeği insanı bir anda sersemletiyor. kışlık tatil için benim şahsi önerilerim kalmak için özdemir pansiyon, kahvaltı için başak restoran - şahane kahvaltı tabağı herşey leziz ayrıca kocaman omlet ve içecekler hepsi gayet makul bir fiyata- ve akşam yemeği için de türevlerine göre daha ufacık tefecik olan ama leziz yemekleri ve sıcak ortamıyla sonsuz bir keyif sunan ada lokantası. üstelik bir haftasonu harcanan para taksimde iki gece harcanan paradan daha makul. "şöyle haftasonu bir yerlere kaçsak" deyip duruyoruz sürekli. sonunda üşengeçliği atıp heybeliada'da huzurdan saadete koşunca insan kızıyor kendime, burnumun dibinde bu kadar mükemmel bir yer var ben ne yapıyorum her haftasonu taksimin insan keşmekeşinin içinde diye.
  • çocuk sahibi olmaya karar verirsem yerleşeceğim istanbul yakınında istanbul uzağı...
    böylelikle uzakta istanbul'un ışıkları parıldarken, dünyadan kopuk, ayrı bir gezegenmiş gibi -işte ada- sabit duran, zamanı dizginleyen adada huzuru, dinginliği sağlamakla kalmam, bir de çocuğum abuk sabuk steril site ortamlarında oturan playstationda yaratık öldüren bir çocuk değil; toprakla, böceklerle, dizlerinde yaralarla, yüzmeyi öğrenmiş olarak, solucan toplayarak, kertenkele kuyruğu tutarak, doğanın döngüsüne hakim bir çocuk olur.
    böyle işte tepede iki günlüğüne de olsa paylaştığım bir dostla geleceğe dair hayaller kurdurdu ada. içimdeki öfkeyi dindirdi, sakinleştirdi iki günde. kitaplarımızdan başımızı kaldırdık deniz... en fazla bisiklet sesleri.. at boku kokusuna karışan deniz.. "bir gün yerleşiriz be buraya, önce çocuk yapacak birer koca bulup" muhabbetleri.. tüm bu muhabbetlerin özünde de hep aynı yerleşiklik hissi var.. kopup gitmek, kendinden, şehirden, herşeyden..
    istanbul bağımlılığına rehabilitasyon merkezi olabilir ada.. uzakta yanan ışıklarına bakıp rakı içerken eski şarkılar eşliğinde istanbul'un, başka türlü bir hayatın mümkün olduğunu hatırlatan..
    mor salkımlarla, erguvanlarla, papatyalarla kaplı...
    istanbul yakınında istanbul uzağı.. istanbul'a dönüşü zor hale getiren bir çeşit rehabilitasyon merkezi heybeliada.. başka türlü bir şey'in mümkün olduğunun kanıtı.. dinginlik..

    -başak restoran'daki güleryüzlü çalışanları, deniz kokan kahvaltıları, rakı sefalarını, daha dönüş vapurunda özlemiştim... şimdi yanaklarım kırmızı kırmızı yanarken güneşin gözlerimi kıstırmasını özlüyorum..-
  • öncelikle ada bisiklet kullanmaya ve yürümeye en uygun prens adası. eğer daha önce adalara gidilmemişse, heybeliada' dan başlamak en doğrusu olur. yürüyerek adanın tamamı gezilebilir, tabi biraz yorucu olacaktır ama gerçekten değer. adaya daha önce gitmemiş olanlar için şunlar önerilebilir;

    1) vapurdan inip sağa doğru sürekli yürüdüğünüzde değirmen piknik alanına ulaşırsınız. burası aslında alçak bir tepedir ve tepe çam ormanlarıyla kaplıdır. tepenin tam üstünde, oldukça başarılı bir şekilde heybeliada ruhban okulu konumlanmıştır. nereden bakarsak bakalım ruhban okulu tepenin tam üstünde görünür ve yüksek ağaçlar ve çam ağaçları ile çevrelenmiştir. piknik alanından ruhban okuluna yol yok. piknik alanından devam ettikten sonra adanın diğer yerlerinede gidilebilir.
    2) ben adanın tamamını gezmek istiyorum diyenler ise iskele caddesinden çıkarak meydana ulaşır, vişne ya da kırmızı renkteki kiliseden yukarıya doğru yerleşimleri takip ederek cadde boyunca ilerlenir. ilerle ilerle sürekli yürü. sol taraflarda bir kütüphane var, ordan sağ yola sapılınca 1' de açıkladığım ruhban okulu' nun olduğu tepe ümit tepesi görünmeye başlar. oradan devam ederseniz yine ruhban okuluna ve değirmen piknik alanına ulaşılabilir.
    3) hayır ben gezime devam etmek istiyorum diyenler kütüphaneden sonrada yola devam eder. çok kısa bir süre sonra yerleşim azalmaya başlar, artık ormana giriş yapılmıştır. yolun sağ tarafında 4-5 tane konak ya da villa görünür. yol üzerinde devam ediyoruz. çam ağaçlarının baş döndüren kokusu ve kuş sesleri iyice yoğunlaşmıştır. yürümeye devam. hemen ileride beyaz büyük bir bina ve askerler dikkat çeker. burası askeriyeye ait büyük bir yapıdır. vapur iskeleye yanaşırken sol taraftaki deniz lisesi' ni görmüşsünüzdür. neyse devam edelim, kafamızı sola çevirince adanın farklı yerlerine giden 2 yol görünür, o yolları unutun ve yolunuza düz devam edin. kısa bir süre sonra tek bir yapı dahi yoktur artık, tamamen ağaçlarla kaplı yolda yürümeye devam edin. buralarda bir yerde oturulacak yerler vardı, acele etmeyin oturun ve bol bol nefes alın. kuş sesleri ve çam kokusundan mest olup bütün dertlerinizi ve istanbul' u unutmuşken her tarafa atılmış çöpler bir anda sinirinizi bozabilir. hangi şeref yoksunu bunu yapar diye küfür etmeyin, görmemezlikten gelin. mümkünse alıp çöp kutularına atın bunları. mümkünse değil, bunu yapın lütfen. neyse devam... yolun değerini bilin, biraz sonra güneş altında kavrulabilirsiniz. huzur dolu yolda yürümeye devam, kısa bir süre sonra sağ tarafta ahırlar görünecek. devam edelim, küçük bir patika görünüyor. burayı takip ederseniz adanın yerleşime en uzak noktasında kurulmuş olan terk-i dünya manastırını görürsünüz. biz ana yoldan devam edelim, artık güneş bütün yolu kaplamıştır. 15-20 yıl önce çıka(rıla)n yangında koya adını veren binlerce çam ağacı kül olmuş, buralar tekrar ağaçlandırılmış ama ağaçların büyümesi maalesef zaman alıyor. ağaçlar güneşi gölgeleyecek kadar büyümemiş maalesef. çam limanı' nı bol bol izledikten sonra yola devam edelim, hafif yokuş sizi yorabilir ama normal. az kaldı. gördüğünüz iki bina kadın ve erkek sanatoryum binaları. heybeliada' nın gür bitki örtüsünden dolayı verem hastaları çok kısa bir zamana kadar burada tedavi edilirmiş. dümdüz devam ettikten sonra tepede görünen bir yapı daha var, bu da hastaneymiş. yola devam edelim. artık sağ tarafta yapılar dikkat çekiyor, iskeleye kadar devam eden bu binaların tamamı askeri bölgeye dahil. dümdüz yokuş aşağı inilen bir yol boyunca devam ediyoruz ve iskeleye ulaşıyoruz. buna büyük tur deniliyor.
hesabın var mı? giriş yap