• herseyi birakip gitmek icin iki sey lazimdir: got ve para. got sarttir para olsa iyi olur.
  • en mutlu insanda bile vardır. yoldan geçen otomobillerin, gökyüzünde süzülen uçakların, gece denizden ışıldayarak geçen gemilerin ardından bu yüzden bakarız.
  • gün geliyormuş, her şeyleri bırakıp, bir sahil kasabasına da değil, dünyanın herhangi bir yerine, herhangi bir köye, veya senelerdir istanbul’da yaşayıp bir kez olsun denizi görmeyenlerin yaşadığı bir gecekondu mahallesine; gecekonduya da değil, belki derme çatma bir barınağa, hatta bir karton kutuya, fakat mümkün mertebe gerçek dertler uğruna gerçek şeyler yapmaya müsait bir yere kaçma – aslında sadece ve yeter ki kaçma – fikri hiç de fena bir fikir gibi durmayabiliyormuş. tüm alışkanlıkları, tüm rutinleri, tüm bağımlılıkları, bağlılıkları, bağlantıları, tüm sıradanlıkları, sıraları, tüm sıralamaları, bütün öngörülebilirlikleri, beklentileri, beklenmediklikleri, umutları veya umutsuzlukları bir defada ve sonsuza dek sınır dışı edebilmek, hayali kurulabilen bir şeymiş. buna rağmen, umursayabilmek meğer mumla aranabiliyormuş. birinci göz görüntülerle, birinci kulak seslerle, birinci el temaslarla, birinci burun kokularla, birinci beyin fikirlerle birinci el, gıcır gıcır, naylonu sökülmemiş bir hayata duyulan özlem her şeyin önüne geçebiliyormuş. uyumak, ama gerçekten uyumak ve gerçekten uyanmak, cüretkâr bir amaç haline gelebiliyormuş. uyanınca afyonunu bilgisayar karşısında patlatmamak; hiçbir işin olmadığı halde “acaba bugün neye geç kaldım?” familyasından soruların bir mengene olup kalbini sıkıştırmadığı bir güne uyanmak; böyle bir dünyada yaşamak, bir ütopya olabiliyormuş. hesap vermeme özgürlüğü ne büyük nimetmiş meğer, kaybedildiğinde anlaşılıyormuş. gün boyu herkes için bir şeyler yaptıktan sonra, “bugün kendin için ne yaptın?” sorusuna tatminkar bir cevap verebilmek uğruna uykulardan, huzurlardan, aşklardan feragat etmenin gerekmediği bir hayat çok acayip özlenebiliyormuş. artık ertelemek boyutundan çıkıp adeta isteyememek seviyesine ulaşan uzun süreli bir nefis terbiyesini hayatlıktan reddetmek, sonra da yepyeni bir hayat edinip sonsuza dek güzel yaşamayı ummak, yıldızları hedeflemek gibi gelebiliyormuş. yıldızlar demişken, ufku görebildiğin günlerin değerini bilmek lazımmış. ve hiçbir kaide gözetmeksizin yazmak her şeye rağmen hala biraz olsun rahatlatabiliyormuş. bir de, aklını yitirme korkusu hiçbir şeye benzemiyormuş.
  • iki arkadaş, biri top sakallı entel(+) cafe gibi bir mekanda oturmuş konuşmaktadırlar:

    + bilemiyorum suat... bir yanım bırak herşeyi , terket bu şehri diyor... öbür yanım, emoğa goyim heheloy naber yarraaam diyor...
    - ikinci yanın ne fenaymış...

    (bkz: yiğit özgür)
  • size bir hikaye anlatacağım.

    zahir'in hikayesi. kendisine zoha diyor.

    tayland'da bir adada tanıştım kendisiyle. bir barda otururken aksanı dikkatimi çekti. ona baktığımı görünce

    "neredensin?" diye sordu.
    "türkiye" dedim".
    türkçe olarak

    "neden burdasın"
    "geziyorum"

    "turist gibi durmuyorsun"
    "bir anlam arıyorum"

    "ne iş yapıyorsun"
    "makine yapıyorum, kazandığım parayla da geziyorum"

    "gel sana anlamlı bir makinem var"

    atladık motosikletin arkasına, hiç tanımadığım bir adamın motorunun arkasındayım. ama biliyorum bu adamın bir hikayesi var ve dinlemeliyim. adanın varoş kesimindeki evine geldik. ben bi duş alacağım diyerek duşa girdi.
    ev oldukça karanlık, neden burdayım, bardaki kızları bırakıp neden bu herifin peşinden geldim?

    duştan hızlıca çıktı ve bana bir kahve yaptı.

    "sen ne iş yapıyorsun" dedim.
    "makine yapıyorum ve hayatımın anlamını buldum" dedi.

    "ne makinesi" diye sordum.
    "dur daha zamanı var" diye cevap verdi.

    zahir, özbek bir ailenin tek çocuğu. 1991 yılında sscb dağılınca yaşadığı coğrafyada işler karışıyor. ailesinin de biraz parası var. yolluyorlar zahir'i londraya okumaya. bundan sonra zoha oluyor zaten. londra'da liseyi bitirdikten sonra. new york'a oyunculuk okumaya gidiyor. onu da bitirip miami'de ailesinin de baskısıyla iktisat okumaya başlıyor.
    ailesi ile arası bozuluyor bu sırada. izmir'de bir arkadaşının yanına geliyor. tam dönecekken izmir'de pasaportunu kaybediyor. hemen bir otobüs bileti alıp istanbul'a, konsolosluğa gidiyor.
    konsoloslukta verdikleri cevap.
    "özbekistana yazacağız, orada iç yazışmalar olacak pasaportun hazırlanacak, yeni pasaportunu 6 ay sonra alabilirsin"
    zoha şok halinde
    "ben 6 ay ne yer ne içerim param yok ailemle irtibatım yok" dese de kimse yardımcı olmuyor.
    zoha otobüse biniyor izmir'e dönüyor. derken aklında bir fikir beliriyor. izmirdeyken fakir bölgelerden arkadaşıyla ot almaya gitmişler, bu oto alıp izmirin lüks semtlerinde yabancılara satarım diye düşünüyor. zohada dil bol. ingilizce, rusça, ispanyolca, özbekçe, fransızca ve türkçe biliyor. ilk önce biraz korkuyor ama kaybedecek bişeyi yok. izmire döndükten sonra arkadaşı bir iş seyahati için yurtdışına çıkıyor ve anahtarı zohaya bırakıyor ve zoha başlıyor torbacılığa. otu fakirden ucuza alıp, zengine pahalıya satıyor. adam amerikada iktisat okumuş ne de olsa.
    derken 6 ay böyle geçiniyor bizim zoha. 6 ay sonra pasaportu hazır oluyor ve zoha amerika'ya değil rusya'ya gitmeye karar veriyor.

    rusya'da hayli büyük bir şirkette çalışmaya başlıyor. güzel bir kız bulup evleniyor. kısa sürede dış ilişkiler müdürü oluyor. ama hayattan bir türlü izmirde torbacılık yaparkenki aldığı tadı alamıyor. bir gün bir kafede garsona kötü davranan eşine bakarken, statüye de paraya da lanet ediyor. o gün karar veriyor. bu dünya denen tiyatro sahnesinden inecek ve doğayla iç içe bir yerde yaşayacak. aynı akşam kamboçyada yaşayan eski bir arkadaşıyla konuşuyor. karar verip kamboçya uçak biletini alıyor. karısını ve işine ben gidiyorum diyip uçağa biniyor. biniş o biniş. 8 yıldır görüşmüyor eski hayatından kimseyle.

    kamboçya da bir yıl takılıyor. ufak çaplı torbacılığa devam ediyor ama mutlu değil. derken taylanddan eski bir arkadaşı yanıma gelsene diyor. atlıyor tayland'da bir adaya geliyor. burada torbacılığa başlıyor. şimdi 6 yıldır aynı evde aynı adada.

    aylık 500 dolar harcıyorum geçimime diyor. ev ve motosiklet kirası dahil. alkol kullanmıyor, kıyafet almıyor ve sadece meyve yiyerek besleniyor. hayatımda hiç olmadığım kadar sağlıklı ve mutluyum diyor. bir sigara sarıyor ister misin diyor? yok diyorum beni öksürtüyor. türksün ve içmiyorsun ha diyor şaşırıyor.

    sessizlik oluyor.
    "zoha neden bunları bana anlattın" diyorum.
    "beni polise mi şikayet edeceksin" diye cevaplıyor.

    "polise şikayet edilmesi gereken sen değilsin eski karın" diyorum.
    gülerek, "işte bu yüzden anlattım, anlayacağını düşündüm ve anladın" diyor ve devam ediyor. "bir de makinem var. buralara pek mühendis uğramıyor bir bakmanı isterim"

    makinesinin prototipini gösteriyor. kauçuk yakarak enerji elde eden bu sırada çıkan karbonu tekrar kapalı bir çevrimden geçirerek devamlı enerji üretecek bir sistem.

    "dünyada savaşlar enerji için oluyor bu savaşları bitireceğim" derken gözleri parlıyor.
    makinenin çalışmasına imkan yok. ama o gözlerindeki parıltıyı söndüremem bu adamın.
    "biraz kitap karıştırmam lazım" diyorum.

    bu arada hava iyice kararıyor. bir adanın varoşlarında bir uyuşturucu satıcısının evinde olduğumu hatırlıyorum. polis basabilir, mafya hesaplaşması olabilir.

    "zoha benim gitmem lazım" diyorum.
    "burada kal otele para verme" diyor.
    çok kibar kırmak istemiyorum ama hayvan gibi tırsıyorum.
    bir tane çift kişilik yatağı var. nasıl kırmadan bahane bulurum derken
    "ben senle aynı yatakta yatamam, homofobiğim" diyorum.
    "ben gay değilim" diyor.
    "sorun sende değil zoha benim prensibim bu" diyorum.

    tamam atla motorla gidelim oteline diyor.

    hikaye burada bitiyor zoha'yı bir daha görmüyorum. yabancı bir ülkede bir uyuşturucu satıcısıyla takılmak istemiyorum. şimdi üzerinden 3 ay geçtikten sonra yanında olmak istiyorum ama çok uzaktayım. bir gün makinesinin üzerinde beraber çalışabilmenin hayalini kuruyorum.

    7 dil bilip amerika'da 2 okul okuyup, müdürlükler yapıp. mutluluğu kaçıp gitmekte bulan bu adam için, her şeyi bırakıp gitmiş ve böyle mutlu olan bir adamla tanıştığım için, hala bir yerde bir umut olduğu için, zoha ve kendi adıma mutlu oluyorum.

    edit : zoha'dan haber aldım. uruguay'a yerleşmiş.
  • istiklal'in kenarında bişeyler satan, parlak kıyafetli, sakallı bi adam, önünden geçerken gözlerimin içine gülüp dedi ki bu konuyla alakalı,
    "nereye gidersen git, yine dünyadasın. bu kadar basit."
    beyoğlu, mart 2010
  • bir gün öğle tatilinde işyerinden çıkıp eve gelme, bir bavula iki pantolon iki tshirt atıp yollara düşme arzusudur. hızını alamayıp ülkeden siktir olup gitme, tayland'da bir balıkçının yanında ağ temizleme hayaliyle yanma tutuşma durumudur. neden yapamayız bunu? günlük hayatın ıncık cıncık detayları o kadar bağlamıştır ki bizi koltuğa, dünyanın bir yerinde birilerinin bir tavuk verip dört kilo pirinç aldığı hayatlar mümkünsüz gelir. aslında çok da güzel sürüp gitmektedir bu hayatlar, siz kariyer yapmak için gecenizi gündüzünüze katarken çoook uzakta adamın biri güneş yanığı teniyle tavuklara yem vermektedir. kariyeri, cebinde beş kuruş parası, arabası, laptopu, adsl'i yoktur ama mutludur, huzurludur be. vallahi bıktım*.
  • gittiğin yere kendini de götürdükten sonra ömür boyu çözülmeyecek kördüğüm
  • sonucunda nereye gidildiği önemlidir.

    (bkz: her şeyi bir kenara bırakıp salona gitmek)
  • nereye giderseniz gidin, müge anlı sizi bulacaktır.
    vazgeçin bu sevdadan.
hesabın var mı? giriş yap