• dün akşam kız arkadaşımla gittiğimiz mekan. elimizde 500 ml'lik su şişesi vardı ve doğal olarak oturunca masaya koyduk. 2 dakika sonra garson geldi ve "su şişesini ya çantanıza kaldırın ya da çöpe atın." dedi. cümle aynen bu şekildeydi. hoşgeldiniz bile demedi. ikimiz de şok olduk ve birbirimize baktık bir süre. neden diye sordum ve "masada farklı su bulunması yasak, ceza yazarlar." gibi bir savunma yaptı. biz de tamam o zaman kalkalım biz deyip kalktık. "siz bilirsiniz." diyordu biz kalkarken mal değneği.

    bu kadar sığır bir üslupla müdür mü söyletiyor yoksa o garsona özel miydi bilmiyorum ama gerçekten hayatımda gördüğüm en beyinsiz müşteri karşılamasını yaptılar. bu kadar da aptal olunmaz be kardeşim, ahır mı çalıştırıyorsunuz? 2021 yılında böyle bir olay yaşadığıma gerçekten inanamıyorum. umarım batarsınız. aptallar.

    edit: olay kahramanmaraş şubesinde geçiyor. muhatap olduğum şahıs orta yaşlı kısa boylu bir garsondu. yobaz olduğu tipinden bile belliydi, böyle insanların böyle mekanlarda çalışmaması gerekiyor yoksa böyle olaylar meydana geliyor maalesef.
  • '92 yılında başlayan aktif gece hayatımın müsebibbi olduğunu söylesem, hiç abartmış olmam sanırım.
    o zamanlar bar mar bilmeyen bir adamdım... adam ne be... 20 yaşlarında bir tazeydim. o zamanki arkadaşlarımdan biri "oğlum, beyoğlu'nda bi'yer var... paso the cure çalıyor" dedi. lan oğlum, iyi, tamam, cure çalıyorlar da, beyoğlu lan orası... adam sikiyolar orda. pavyon mavyon olmasın?
    işte böyle başladı, benim tazecikten kaşara uzanan gece hayatım. ilk defa, açıldıktan yaklaşık 15 gün sonra bir akşamüzeri girdim kapısından içeri... giriş o giriş.
    baktık ki geceleri canlı müzik var. canlı müzik lan... canlı! bildiğin bir sahne var. adamlar oraya çıkıyor ve çalıyor... senden 3 metre uzakta. içkini içiyor cure'unu dinliyorsun... basçının parmaklarını seyrederek... hi hat'i araya mikrofon girmeden duyarak "tıss, tıss, tısss"... cross'ta patlayan her pedalda, o muhteşem sesi kalbinde hissederek.
    şimdi böyle söyleyince salakça geliyor belki, biliyorum. ama o zaman bunları düşünmek, yani gerçek olduğunu ve benim bu olanların ortasında yer aldığımı düşünmek, orayı matrix, kendimi de neo olarak görmek gibi bi'şeydi... emin ol.
    cins diye bir grupla tanıştım önce. hayatımda bu kadar güzel cure söyleyen bir adam daha görmedim ben... gözlerinizi kapatsanız "robert smith'in ne işi var lan burada" diyeceğiniz bir adamdı derya (bkz: derya bozkurt). bir caz davulcusu edasıyla çalardı; davulu dövmez, severdi. git - gel arkadaş olduk koca adamla.
    sonra bülent... aslen ithalat - ihracat işleri ile uğraşırdı ama aynı zamanda da gitar çalardı grupta.
    cem özkan'ın bas çalmasını unutamam mesela... mütemadiyen gülen yüzünü de. hatta sahnede çalmayı yarıda bırakarak indiği gün "ben kaçıyorum abi, karım doğum yapmış" dediği günkü heyecanını da.
    gruba sonradan katılan ender'in (bkz: ender akay) klavyesi ile o çok sevdiğim cure, depeche mode, u2 ve violent femmes parçalarını tahrip gücü çok daha yüksek hale getirmesi var mesela bir de.
    erdoğan abi'yi de unutmamak lazım... kimi geceler trompeti ile sahneye çıkar, gruba eşlik ederdi. allahın 50 yaşındaki trompetçisi the pale'i nerden bilir ki? abinin her nefesi doğaçlamaydı.
    sonra bir ara tuncer (bkz: tuncer tunceli) de çaldı grupta. sahneye ilk çıktığı gün, kafasındaki şapkası ve yüzündeki utangaç edası ile yere bakarak çaldığı gitarı hayranlıkla karışık şaşkınlıkla dinlediğim o geceyi de hala hatırlarım.
    sadece cins değil tabii ki. haftada iki gün çalmaları ve repertuarlarının kişisel playlistimin oluşmasındaki katkıları nedeni ile bu kadar çok andım kendilerini. bulutsuzluk özlemi mesela. 17 yaşlarındaki çırağın çekici kaportaya her vuruşunda çıkan ses hala çınlar kulaklarımda. en son 9 - 10 gün önce, yine hayal kahvesi'nde dinlerken neden ağladığımı biliyorsam namerdim.
    emre aydın bey hareket vakti'ni söylerken kulak misafiri olursam, şarkıyı onun sesinden değil, umay hanımefendinin büyüleyici sesinden duyarım... geniş bir muayyileyi haiz olmamdan olsa gerek, gözlerimi kapattığımda kafamın içinde canlanan imege yine hayal kahvesi'nin sahnesidir.
    aslında sadece müzik için değildi hayal kahvesine olan bağlılığım; aidiyet hissini bana ilk tattıran şeydi hayal kahvesi. bir mekana ait olmak, bir insana ait olmak... bir eşyanın sana ait olması. bunları bana öğreten bir okuldu hayal kahvesi. mehmet'i, seyid'i, junior'ı, cemal'i orhan abisi, turan abisi, serdar'ı; kapısındaki türkçe bilmeyen, dışarı çıkartmak istediği adama cebinden çıkarttığı kırmızı kartı gösteren iranlı badigardı cafer'i ile... tam aile ortamıydı. yoksa bir insan neden trafik kazası geçiren bir garsonu hastanede ziyaret eder ya da badigardın sırtı ile o sırt arasında patlamasına ramak kalmış taburenin arasına girer. bugün, yıllar önce çalışan bir başkasının öldüğünü duyunca üzülür?
    bir şeyi daha öğretti bana hayal kahvesi; sevdiğin, zevk aldığın bi'şeyi yaparken götünü kollamak zorunda olmamanın lüksünü tattırdı bana. haytım boyunca aradığım, sahip olmak istediğim lüksü. birileri siker mi korkusu taşımadan çıplak dolaşabilme özgürlüğünü.
    ben de üzerime düşeni yapmaya gayret ettim; "insanlar gece neden dışarıya çıkar" sorusunun doğru cevabı olmaya çalıştım hep. içkimi içtim, müziğimi dinledim... siktirolup evime gittim. kimse ile takışmadım, tartışmadım. bana çarpana ya da içkisini üzerime dökene "pardon" dedim. hiçbir zaman gece hayatını sikiş sokuşa endeksli yaşamadım. bu davranışımın şekillenmesinde de büyük pay sahibidir hayal kahvesi.
    iş yerimi abdullah sokağa taşıyıp, iş görüşmelerimi gündüz hayal kahvesi'nde yapmam, şu anda birçoğunuz tarafından mallık olarak tanımlanabilir. bu düşüncenizi değiştirmek için zerre kadar uğraşırsam namerdim.
    '92 - '99 yılları arasında neredeyse her gece (abartı yok) devam ettiğim hayal kahvesi'ni boşladım bir aralar... aidiyeti çok daha ağır basan bir şey girdi hayatıma. ona ait oldum. "her gece"nin yerini "arasıra" aldı... "haftada bir - iki". haydi kangroove'a gidelim falan. sonrasında işimin çakışması münasebeti ile "neredeyse hiç". bir ara kendimi kurtarıp gideyim dedim. özel bazı sebeplerden dolayı ayağım kapıya varmadı. önünden geçerken artan kalp ritmim her daim bakiydi ama.
    son dönem duvarlarımda gördüğüm afişleri iyice deli etmeye başlamıştı beni; deep, bulutsuzluk özlemi, murat çekem, passiflora... çok merak ettiğim galactica. yeniden başladım gitmeye.
    unutmayın; hayal kahvesi "bir hayal tacirleri işletmesidir". ve kapıları, -sanırım- götü, kurduğu hayalin peşinden gitmekten korkmayan tüm masal kahramanlarına açıktır.
  • - garson, bakar mısınız lütfen?
    + buyrun.
    - kahvem gelmedi, bakın bir saattir bekliyorum bu masada!..
    + işte ya beyefendi, önünüzde duruyor.
    - nasıl yaa? bu masada bir tek tuzluk, biberlik ve peçetelik var!..
    + yok, orada duruyor... iyi düşünün.
    - ???
  • kapıdaki güvenliklerine müşteriyle nasıl konuşulması gerektiğini öğretmesi gereken mekan. bu haliyle, 10 turist sapı alıpta sana damsız girilmez diyen bodrumdaki üçüncü sınıf mekandan farkı yok.
  • bodyguard olarak çalışan elemanlarına kibarlığın öğretilmesi gereken mekan.
  • ıstanbul florya’daki mekandan bahsedecek olursak, yukarilarda parasi karsiligi entry girenlerin soylediginin tersine, sahnenin onunun komple sadece 10 tane sise actiran masaya ayirildigi, ayakta olanlari alanin sagina soluna gitmek zorunda birakan, mekandaki duvar kolonlarindan dolayi sahnenin gorulebildigi alanin daha da daraldigi, sahnenin tam onu, yani masalarin arkasindan izlemek zorunda kalanlarin ise terasin acik olan kapilarindan esen soguk ruzgar ve sigara dumanina maruz kaldigi, yukaridaki sebeplerden dolayi sahneyi minimum 85 derece aci ile yandan izlemek zorunda kaldiginiz, bir garip mekan.

    konser alani demedim fark ettiyseniz, cunku gunduz yemek servisi yaptiginiz masalari kaldirinca konser alani degil, boyle bir garip ucube mekan yaratmis oluyorsunuz.
  • hayal kahvesi, sivas gençliğinin hepsi birbirinin aynısı vasat altı kafeleri arasında kültür seviyesini yükseltecek bir mekandı diye düşünüyordum. taa ki bugüne kadar, memleketteki diyanet vakfı başkanı işini gücünü bırakıp mekanın önünde protesto gösterisi düzenliyor, şehirde mekanın sahibine baskılar yapılıyor ve ta tammmm mekan alkolsüz olarak açılıyor.

    hani sizler her seçim sonrası türkiye'den siktir olup gitmek başlığına yazıyorsunuz ya. ben her sabah sivas'tan siktir olup gitmenin yollarını arıyorum. bakın seçim sonrası değil her gün.
  • yakinda sarki sozlerine de sansur getirmesinden korkulan mekan.
  • eskişehir'deki versiyonu 2016 yılında tamamen kapanmıştır. mekanın kapısında kocaman kiralık tabelası durmaktadır.

    okul yıllarında çok sağlam gruplara ev sahipliği yapmasıyla gönüllerde yer etse de son bir kaç yıldır döküntü ve leş bir hal alarak bir sürü anımızı da almış götürmüştür beraberinde.

    2000-2004 yılları arasında daha barlar sokağı diye bir şey yokken bir riverside vardı, jazzgır vardı, bir de hayal kahvesi.
    buda denen tuhaf mekan leşti, saymıyorum hiç...
  • bursa için yazıyorum; ınternette 90 tl'ye satılan piiz konser biletini kapıda sorduğumuzda konser bedava deyip içeride bir şişe efes'e 200 tl yazan mekan. muazzam bir iş ahlâkı.
hesabın var mı? giriş yap