• mercimek koftesi, biraz kısır, bi iki pooça, dibinde yagi birikmi$ patates salatasi
  • okuldan eve gelince insanın içini aniden bir sevinç kaplardı. hele ki teyzeler gitmişse, ne güzel bir sürprizdir günden kalanlar. peynirli börek, zeytinyağlı dolma ve üstüne profiterol, ohhh.
  • stevens ın anıları diyebiliriz bu kitap için ama arka planda aktarılan ve vurgulanan cok farklı şeyler var.
    bir yol hikayesi; başuşağın işvereni sayesinde pekçok siyasi olaya şahit olması ve malikanenin düzenini kurmasına dayalı. ancak mükemmeliyetçilik ve vakur olma durumunu çok güzel pek cok yerde örnekleyerek açıklamış yazar.
    benim bu kitaptan çıkarımlarım şunlar: geriye değil her zaman ileriye bakmalı.
    ve karşı tarafın haksız olduğunu bilsekte onu incitmeden bu durumu nasıl anlatacağımızı çok iyi örneklemiş.
  • 2017 yılında nobel edebiyat ödülü'nü kazanan, japon asıllı ingiliz romancı kazuo ıshiguro'nun dünya genelinde tanınmasını sağlayan ‘günden kalanlar’ isimli eseri, 1989 senesinde yayımlanmış ve ingiltere’nin en prestijli edebiyat ödüllerinden man booker prize’a layık görülmüş.

    ben bu kitabı nasıl aldım, kimden duydum, niye aldım hiç hatırlamıyorum. birisinden duymuş olsam mutlaka hatırlardım diye düşünüyorum. muhtemelen şöyle olmuştur: 2017 aralık ayında, yağmurlu bir izmir akşamında cnn türk haber bültenini izlerken -çünkü o yıllarda cnn izlerdim- "böyle böyle biri nobel edebiyat ödülü aldı" gibisine bir havadis duymuş ve akabinde "hımm nobel edebiyat ödülü, boru değil! kimmiş bu abimiz acaba? neçe bir eser yazmış?" düşüncesi ile sipariş vermiş olmalıyım -çünkü o dönemde hava yağmurluysa kitap sipariş ederdim- sonra o kitapları, kitaplığın okunacaklar rafında biriktirir, ama illaki günün birinde okurdum. demekse hâlâ öyleyim.

    şimdi bana göre bu japoning hocamızın, bu eserinin bunca başarıya erişmesinin esbab-ı mucibesi: dilinin apaçık yalınlığı, sadeliği ve tenhalığıdır. yani bu eserde edebi bir söz sanatına, bir alegoriye, bir metafora, aforizmadan bozma üstü örtülü sinsice bir laf sokma kurnazlığına asla rast gelemezsiniz. hatta eserin, edeyim laf cambazlığı, vereyim duyguyu, vereyim trajediyi, vurayım okura kırbacı gibi bir derdi de yoktur, bilakis tüm bunlardan bilhassa aridir. hülasa: abi bu adam zaten japon asıllı, ingilizin de soylu yönlerini içselleştirmiş, dolayısıyla kendisinden de bu beklenirdi zaten. tebrikler nur yüzlü ıshiguro hocamız, tarikat kur müridin olalım.

    şimdi, izin verirseniz -henüz kitabın tesiri altındayım galiba, yoksa böyle bir nezaket sahibi değilim, ne izni aq!- herneyse eserin içeriğine dair kısa bir bilgi vermek isterim. aslında eserde öyle aman aman spoilerlik bir hadise yok ama ben yine de bu kısmı, geçici nezaketim gereği, spoiler parantezinde sunmayı bir borç bilirim:

    --- spoiler ---

    şimdi yalan olmasın sene 1930'lar filan, ingiltere'de lord darlington nam bir asilzadenin malikanesinde başuşak duran bir abimiz var, adı stevens. aslına bakarsanız eseri kaleme alan da bu abimiz. yani okurken siz kesinlikle öyle hissediyorsunuz. bu abimiz bütün ömrünü, bütün aklını fikrini, bütün idealini, bütün kaygısını, hülasa bütün yaşamını mesleğine (başuşaklık) vakfetmek noktasında harcamış, bu amaçla dünyanın türlü nimetlerinden gram tatmamış enteresan bir büyüğümüz.

    işte esasen biz eserde, bu stevens abimizin kendi ağzından, duygu, düşünce, izlenim ve bir kaç günlük yol hikayesini okuyoruz. doğrusunu isterseniz duygularını hemen hiç okumuyoruz zira abimiz duygularını çoktan örtbas etmiş, bastırmış bu vesileyle de asla dışa vurmuyor ama biz misal kaçak göçek aşk romanı okumasından, sonlara doğru incecik bir hayıflanmasından filan onun da pişmanlık gibi, gecikmişlik gibi, hayatı ıskalamışlık gibi, şöyle olsaydı-böyle olsaydı acaba nasıl olurdu gibi bir hislenimleri duyumsadığını hissediyoruz. (he sen okurken hissetmezsen, kendini paralamana gerek yok, biz de zaten belli belirsiz hissettik, sıkıntı yapma yani sayın kalas!)

    bu stevens abimiz, başuşak olarak, malikanenin sahibi efendisi lordun* hizmetine kendisini olabilecek en yüksek sadakat düzeyi ile adamış durumda. stevens bu adanmışlığına şöyle anlam yüklüyor: burası darlington malikanesi, lordum pek çok önemli toplantıya ev sahipliği yapıyor, bu toplantılarda memleketlerin meseleleri, insanlığın geleceği, nasıl barış ve huzurun tesis edileceği hususlarında müzakereler yapılıyor; o vakit, dolaylı yoldan da olsa, ben işimi en iyi şekilde yaparak bu ulvi hususiyetlere kendimce katkı vermiş oluyorum, diye düşünüyor. ( ıshiguro hocamız affetsin inşallah da: 'işimi en iyi şekilde yapmak' dediği de, gümüş kapkacağı parlatmak aminuyum!)

    gerçekten ne ince, ne yüce bir adanmışlık. şahsen ben şimdi hanıma desem; "ya ben hastanede çalışıyorum, hekim değilsem bile, hastaların hayata tutunmaları, sağlıklarının fiziksel ve ruhsal olarak tam bir iyilik haline erişmeleri için, dolaylı da olsa katkı yapıyorum, öyleyse kalk sen de bana bir bardak su ver" desem hiç iki bir etmez: "elin ayaan tutmuyo mu kalk kendin al" der aq.! ben bu zilliye herşeyi öğrettim lakîn uşaklığı öğretemedim! (stevens'in tüm kitap boyunca edemediği derinliği olan tek bir lafı, ben bu noktada atam'dan esinlenip hatuna etmiş olayım:)

    bu arada stevens abimiz ile konuklardan birisi arasında uluorta yerde herkesin içinde, dağdaki çoban ile benim oyum bir değil minvalinden bir tartışma yaşanıyor ki abimiz buna da pek belli etmese de biraz içerliyor. her neyse bu konuya girip de parlamenter sistem ve demokratik düzen eleştirisi getirecek değiliz, dikkatli okuyucunun yeri geldiğinde zaten dikkatini çekecektir.

    her neyse gün geliyor malikane el değiştiriyor bu ingiliz asilzadesinden sonra malikaneyi amerikalı zengin bir iş adamına satın alıyor. mekanın yeni sahibi, başuşak stevens abimizden görevine devam etmesini rica ediyor, o da kuşkusuz büyük bir vakar ile başuşaklık hizmetini sürdürmeye devam ediyor. ama bu amerikalı yeni sahip biraz farklı, o kadar da "asil olcam ben, burnumdan kıl aldırmıcam ben" diye kasan bir tip değil, yeri geliyor stevens abimizle inceden yarak-kürek-taşak-geyik-am-göt muhabbeti (bkz: erkek muhabbeti) de yapmak istiyor. lakin başuşak stevens abimiz hiç de alışık değil bu tarz laflara, çoğu zaman yanakları al al olup afallayıp kalıyor.

    bir de bayan keaton var, o da hiyerarşik olarak stevens abimizin bir altında kahya pozisyonunda bir ablamız. hizmetçileri, aşçıları filan organize ediyor. bunlar yani stevens abimiz ile bayan keaton iş konusunda sık sık didişiyorlar ama didişmelerinin ana teması belliki bayan keaton'un stevens abimizle üstü kapalı flört etmek istemesi, lakin abi taş duvar, icap ederse çalıya çırpıya sürter de yine de başuşaklık mevkiisine zarar vermemek adına bu işlere girmez. tabii keaton abla uğraşıyor, çabalıyor, didiniyor, bakıyor bu stevens abimiz nato mermer nato kafa, o da ne yapsın "toprak olup börtü böcek yiyeceğine amcalar yesin" hesabı, hariçten bir adamla nişanlanıp, çekip uzaklara gidiyor.

    gelgelelim bunlar yıllar içinde arada mektuplaşmaya filan başlıyorlar, stevens abimiz bu vesileyle malikanenin yeni sahibi amerikalı iş adamına "aslında bizim bir kâhyaya ihtiyacımız var, burada görev yapmış bayan keaton vardı, işi de pek temizdi" filan diye anlatmaya başlayor, tabii hınzır ve bir o kadar da muzip iş adamı (faraday'dı galiba adı) durur mu yapıştırıyor cevabı: "benden sana izin, al bu da arabanın anahtarı, aha şu da benzin paran, yapıştır gel bayan keaton'a" diyesi oluyor, fakat tam öyle demiyor da: "gez bak yokla bakam, gelesi olursa da, kap gel bayan keaton'u madem" gibisine diyor. kaba, saba ama baba adam bee! keşke benim patronum olsa.

    böylelikle stevens abimiz, çekiyor takımları, biniyor ford'a, çıkıyor yola...neyse efendim, en son kısmı da yazmayayım artık, okuyun amk! nezaket de bi yere kadar yani.

    --- spoiler ---
  • işini hayatı yapmış başuşak stevens'ın gözünden anlatılır bütün roman bizlere. romanda stevens'ın anlatabildiği kadarıyla metaforsuz bir dünyada geziyorsunuz fakat bu romanın duygularını yine onun ağzından her kelimenin içinde gizli şekillerde buluyorsunuz.
    romanda bir de bize söylemeden hissettirdiği o kadar fazla duygu var ki, yaşamınızda geçirdiğiniz evreleri düşünüyorsunuz durmadan. yazarın ilk okuduğum eseri (bkz: uzak tepeler) romanından sonra bu kitapta da benzer hisleri yaşayınca artık anladım ishiguro'nun romanlarının neden bu denli sarsıcı olduğunu.
    güzel bir örnek için;
    ".... ama insan, geriye dönüp bakabilmenin aydınlığında geçmişinde bu tür 'dönüm noktaları' aradı mı, bunları her yerde görmeye başlıyor galiba."
    insan şu satırlarda geçen "dönüm noktaları"nı durup da düşününce hayatımıza en çok etki edenler iyiler mi yoksa kötü olanlar mı diye düşünmeden edemiyor. korkuyor da insan, gerçi geçmişle yüzleşmek her zaman bir korku ya da tedirginlik yaratmaz mı zaten?
    ya da yazarın dediği gibi mi yapmalı: "yaşamınızın akışını denetim altına alabilmek için ne yapabilirdiniz, ne yapamazdınız bunları düşünerek kendinizi yiyip bitirmenin ne anlamı var?"
  • filmi antony hopkingsin oyunculugu ile sahlaniyor akici resim olarak gayet basarili bir film hikaye de ortalamanin uzerinde izlenmesi gereken surukleyici bir film
  • ilk bölümü atlattıktan sonra akan kitap. yemek tarifleri kitabı gibi uşaklığın inceliklerini anlatıyor, ben ne okuyorum diye sorguluyor insan.
  • kitabın, japon asıllı britanyalı yazarı kazuo işiguro, 2017 nobel edebiyat ödülüne hak kazandı.
    (soyadı ishiguro yazılır işiguro okunur.)
  • kazuo ishiguro eseridir.
    bir söz vardır; “tüm muhteşem hikâyeler iki şekilde başlar: ya bir insan bir yolculuğa çıkar, ya da şehre bir yabancı gelir."
    başuşak stevens'ın hikayesi de bir yolculuğa çıkarak başlar. yaptığı yalnızca kilometreleri ardında bırakmak değil, kendi geçmişinde de yolculuğa çıkmaktır. yol boyu manzaraları izler, insanlar tanır, geçmişi düşünür. yolculuğun son günü; iskele ışıklarını izlerken anlayabilmiştir ancak artık yaşlanmakta olan bir adam olduğunu, eskiden bir aşkın yanında öylece geçip gitmiş olduğunu. gerçekten pişman olmuş mudur bilinmez ama bu kitap hayatta ipleri biraz gevşek tutmayı düşündürür okuyana.

    “akşam, pek çok insan için günün en güzel zamanı. öyleyse, bu kadar çok dönüp ardıma bakmamam, daha olumlu bir görüş açısı benimsemem ve günümden arda kalanları en iyi biçimde değerlendirmeye çalışmam gerektiği öğüdünde de gerçek payı vardır belki. yaşamımız pek de dilediğimiz gibi çıkmadıysa durmadan geriye bakıp kendimizi suçlayarak ne kazanabiliriz ki?”
hesabın var mı? giriş yap