• izmit buyuksehir belediyesi sehir tiyatrosu nun 5 ekim gecesi , 2006-2007 sezonun açılışını yapacağı ve benim yine gitmeyecegim oyun..
  • -i am unhappy (mutsuzum)
    +since when? (ne kadar süredir?)
    -i don't remember (hatırlamıyorum)

    -we are all born mad. some still remain so (hepimiz doğuştan deliydik, bazıları hâlâ öyle)

    kendinizi öldürmeyi bile beceremediğinizde; umutsuzluğunuzdan çıkarabileceğiniz tek umudun beklemek olduğunu anlatan oyun.

    vladimir(didi) ve estragon(gogo) aslında bir nevi savaş sonrası depresyona girmiş modern insanı temsil etmektedir. oyunun absurd olması sebebiyle tam anlamıyla bire bir "insanoğlu"nu temsil ediyorlar diyemeyiz; zira zaman zaman kalıplarından çıkarak, seyirciye dönerek acımasız ithamlarda bulunurlar. (misal; people are all ignorant apes- insanların hepsi birer cahil maymun)

    sık sık "bir şey yapmak" ve "gitmek"ten bahsedilir, yeni tartışma konuları açılır; ama sözün bittiği yer hep;

    -let's go (gidelim)
    +we can't (gidemeyiz)
    -why? (neden?)
    +we are waiting for godot (godot'yu bekliyoruz)

    olur. bir nevi circle diyebiliriz. nasıl okuduğunuza bağlı olsa da genel olarak korkunç bir pessimist hava hakimdir oyuna. yeni gelişmeler olur, bazen umuttan ve hayal etmekten bahsedilir, ağaç bir gecede yaprak verir, estragon gidebilmek için yeni bir bot bulur.

    ama sonunda hareket yoktur. çünkü;

    "to all mankind they were addressed, those cries for help still ringing in our ears"
    ( hepimize, bütün insanlığa seslenmişlerdi. o yardım çığlıkları hâlâ kulaklarımızda yankılanıyor) (çevirimin boktanlığı için özür dilerim- bu arada oyunun bence en çarpıcı cümlesi budur)

    ikinci dünya savaşında çığlıklara kulaklarını tıkayan dünya, gözünü açtığında gördüğü şeyle dehşete düşmüştür. hümanizm'in bahsettiği the divine being artık yoktur. insan bir canavar olduğu gerçeğiyle yüz yüzedir. yeniden hareket etmek korkutucudur. post insan artık hiçbir şeyden emin olamamanın korkusuyla sinmiştir, rahat köşesinde godot'yu beklemektedir. ek olarak; oyunda vladimir hariç bütün karakterler dünü unutur. aklınızda bulunsun, sadece çocuklar korktukları veya hatırlamak istemedikleri şeyleri hafızalarından kolaylıkla silerler.

    bu arada godot tanrı değildir; kim olduğunuza göre şekillenmektedir. gerçekte -artık- herkes bir şeyler yapmak yerine beklemektedir, kurtarıcıyı. tanrıyı öldürmüş olmalarına rağmen salvation beklenmektedir, ama gerçek şudur ki; o sadece bir kere oldu. ve öyle bir dönem ki bu dönem; kimse kimse için kendini feda edecek durumda değil. on dokuzuncu yüzyılın "doğa"ya dönelim, kaçış mümkün mottosunun bir gerçekliği olmadığı açıktır.

    lakin görmek isteyenler için hâlâ bir umut vardır, zira ağaçlar hâlâ yaprak açıyordur, gün geceye kavuşuyordur, her ne kadar estragon "nefes almaktan yoruldum" dese de, devam etmektedir.

    görmek istemeyense yarın döndüklerinde umut vaat eden o ağaçta kendilerini sallandıracaklarını düşünebilir. ama bu bile bir hareket, bir çabadır.

    ayrıca intertextual bir metindir; shakespeare'in hamlet'ine göndermeler vardır;
    "words, words, words..."
    "that's the question"

    yani; post zamanlarda anlam yitmiştir, insan hamlet'in dönemindeki kutsallık ve iyilik kılıfından çıkmış, aynaya baktığında gördüğü görüntüyü tanımlayamaz olmuştur.
    ve artık varoluşçudur. "bütün mesele bu"dan önce vladimir; "what are we doing" der. mesele artık olmak ya da olmamak'tan çıkmış, kıldığımız eylemlere evrilmiştir.

    insan tanrıyı öldürmenin verdiği özgürlüğe kavuşmuştur ve o özgürlük ile ne yapacağını bilmediği için bir tür kıskaçtadır.
    oyunun amacı olmamasına rağmen; yarattığı çatlak, ortaya serdiği durum bir tür öneri olabilir aslında. yani olay sartre'ın dediği gibi there is no exit kadar vahim değildir. iş yine insanın kendisinde bitmektedir.
  • godot'u beklediginin farkina bir kez vardi mi insan, sonu gelmeyen bir surgune mahkum oldugunu da anlayiverir. o nedenle bekledigini bilmeden bekleyeceksin ki hayallerin kiriklanmasin.
  • -gidelim.
    -gidemeyiz.
    -neden?
    -godot'yu bekliyoruz.
    -dogru.
  • vladimir : hiç terk ettim mi seni?

    estragon : gitmeme izin verdin.
  • 9 mayıs 2011 akşamı garajistanbul'da ilk kez izlediğim oyun.

    üç kişiydik: bedirhan, nazlıcan ve ben suphi... arkadaşları rencide etmemek için kod adlarını kullanıyorum. oyun bitimi nazlıcan'ın şaftı kaymış, ayakta zor duruyodu. tek düşüncesi bir an önce eve gidip uyumaktı. bedirhan da çok sıkılmış ama asıl derdi nazlıcan'ı nasıl böyle "sıkıcı" bir oyuna getirebildiğiydi. tam bir suphi olan ben "süperdi oğlum, manyaktı, dehşetti" modundaydım. bedirhan-nazlıcan ortaya karışık:

    - ya neresi süperdi? sıkıntıdan patladım ben.
    - allah benim belamı versin!
    - bittiğinde inanamadım. hiç bitmiycek gibi geldi.
    - ben bi ara hayattan vaz geçtim. dedim burdan çıkamıycaz.

    hiç de öyle değildi bi kere. bi defa oyunculuk mükemmeldi, bunu onlar da takdir ettiler. bence sırf oyunculuk için bile gidilirdi. gelelim acizane tespitlere... üzerinde derinlemesine düşünülmüş, iddialı tespitler değil. oyunu izlerken fark ettiğim ve oyunun büyük bölümünü bu çerçevede izlediğim tespitler...

    --- spoiler ---

    didi ve gogo aslında aynı kişi. "köylü" karakteri. didi "köylü"nün "ego"su, gogo ise "id"i. didi'nin gogo'ya ara sıra yiyecek bi şeyler vermesi ve gogo'nun yiyecek isterkenki jest ve mimiklerinden kolayca ulaşılabilecek bir çıkarsama. aynı şekilde pozzo ve lucky aynı kişi. "şehirli" karakteri. pozzo "şehirli"nin "ego"su, lucky "id"i. burada bu çıkarsama çoook daha kolay. pozzo tam bir şehirli albenisine sahip. lucky ise tam bir şehirli sefaletine... lucky'nin o "homeless" görüntüsü ancak şehirde olur. köyde kimse "homeless" değildir. didi ve gogo dış görünüş itibarıyla birbirlerine daha çok benzerler. çünkü köylü daha olduğu gibidir. oysa pozzo'yla lucky'nin dış görünüşleri arasında dağlar kadar fark vardır. şehirlinin imaj kaygısı ve bu kaygının sebep olduğu dejenerasyon, dış görünüşüyle iç gerçekliği arasında uçurum oluşturmuştur. köylü genellikle daha küçük hesapların peşindedir ve amaca daha kestirme yollardan gider. şehirlinin köylüye işi düşerse köylü "belki bi şey verir" diye düşünür ve bu ona göre gayet normal olduğu için niyetini belli etmekte de beis görmez. oysa şehirlinin talepleri de taleplerini gerçekleştirmek için seçtiği yollar da alengirlidir. köylü yorulunca oturur, bu kadar basittir. şehirli buyur edilmeyi bekler. köylü yakar bi cigara. şehirli çakmak ararmış gibi yapıp sigarasını yaktırır.

    çocuk karakteri aslında "köylünün masumiyeti"dir. çünkü her seferinde "godot bugün gelemeyecek ama yarın mutlaka gelecek" der. çocuk karakterinin bembeyaz kostümü (sanırım yönetmenin yorumu) çocuğun aslında "masumiyet" olduğu sonucuna daha çabuk varmamızı sağlıyor. çocuğun "hasta" bir kardeşinden bahsedilir. o ise "aptallık"tır. masumiyet ve aptallık kardeştir. ikisi birlikte "köylü saflığı"dır. köylüye direkt aptal demek istemeyen yazar masumiyeti göstermiş, aptallıktan ise sadece bahsetmiştir.

    oyun; din, umut, sınıf farkı gibi kavramların "şefkatli bir köylü eleştirisi, acımasız bir şehirli eleştirisi" üzerinden işlenişidir.

    --- spoiler ---

    ama dediğim gibi bunlar ilk bakışta gözüme çarpan şeyler. zaten çok eksik olduğunu kabul ediyorum da yanlış yorumlamış da olabilirim. farklı fikirlere açığım. ne de olsa oyun, hepimizin üzerinde ahkam kesmesine müsade edebilecek kadar metafor zengini.
  • sipariş ettiğim ve hala gelmeyen kitap. ben şimdi ne mi yapıyorum? 2 haftadır godot'yu bekliyorum.
  • yaşamak=her gün yeniden başlamak

    yaşamak=umutlanmak

    yaşamak=kendini kandırmak

    yaşamak=hiç ilerleyememek

    yaşamak=anlamsız davranışlar silsilesi

    yaşamak=iletişimsizlik

    yaşamak=beklemek

    yaşamak=beklemek

    yaşamak=sonsuza dek beklemek, her gün başa dönerek beklemek, aslında can çekişirken beklemek

    yaşamak=umutlanmak

    yaşamak...

    bir anlamda ölememek belki de..
  • “yarının daha sıcak olmayacağını” bile bile elinde kibrit, yakacak odun yokken yangın çıkartmaya kalkan karakterlerin kitabı. bitmek bilmeyen savaşlar, sanayi devrimi, bunun yanı sıra gelişmekte olan bilimle tanrı’nın öldürülmesi gibi konular insanları dibi görünmeyen bir kuyuya itmiştir: öze ulaşmak. tohumdan ne çıkacağı bellidir; fakat insan böyle değildir. o, istediği olabilir, kendi kendini seçebilir. insandır o, ama asıl soru hangi insan olduğudur. bütün hayatı arayışla geçmiş bir adamın, samuel beckett’in bu kitabında, 20. yüzyılda, özüne ulaşmaya çalışan, bu bireyselleşme sürecinde eylemsizliğini koruyan, sorgulayan ve şüphe eden insanlardan çıkar karşımıza. “bekleme”nin anlamı vardır onlar için. sadece beklerler; serim, düğüm, çözüm bölümlerinden yoksun, olay(cık) bile olamayan, kendini yineleyen zamanın içinde kaybolup giderler.

    absürd tiyatro: “gerçek bakanın gözündedir.” artık. nitekim herkese ulaşan tek bir mesaj içermez bu kitap. düşünüp sorgularız. tıpkı zıtlıklarıyla birbirlerini vurgulayan, bir yandan da sorgulayan estragon’la vladimir’in yaptığı gibi. ikisi farklı kutupları temsil etmektedir. saf, zayıf, hayalperest ve unutkan estragon’a karşın; gerçekçi, güçlü ve akıllı vladimir. bekliyorlar… bunun farkındadır vladimir, bilinçlidir. hatta bekledikleri süre boyunca da neler olabileceğini bilmektedir:

    vladimir: bekliyoruz. sıkılıyoruz. (elini kaldırır.) hayır itiraz etme, sıkıntıdan patlayacağız, inkâr edemeyiz bunu. güzel. peki. bir değişiklik oluverince ne yapıyoruz? fırsatı kaçırıyoruz. hadi işe koyulalım birazdan her şey bitecek ve biz yeniden yalnız kalacağız, hiçliğin orta yerinde.”

    hepimiz bir şeyleri umarak yaşarız, ilerde ne olacağımızı da az çok tahmin ederiz. beklerken bir sürü fırsatı kaçırabiliriz de, elde etmek istediğimiz şeylere sahip olabiliriz de. en azından bunun farkındayız. beklemek ya da beklememek… bu bizim seçimimize kalmış. oysa estragon, ne bizim ne de vladimir gibi bunları görebilmektedir. üstelik o, bekleyip beklemediğinin bile farkında değildir.

    "estragon: şimdi n’apıyoruz?
    vladimir: godot’yu bekliyoruz.
    estragon: ha! "

    uzam, zamandan bağımsız. belli bir olay akışı yok. bu adamların tüm hayatı beklemek. gerçi biz sadece, ışığın suya tutulmasıyla kırılan parçalarını görebiliyoruz. yani beklerken gerçekleştirdikleri sınırlı sayıdaki eylemleri görüyoruz. bu insanlar yalnızca konuşmalarıyla ve birkaç eylemle varoluşlarını kanıtlamaya çalışırlar. kitap boyunca yaptıkları havuç yemek, çizme çıkarmak, şapkayla oynamak ve birkaç tane daha eylemden ibarettir. yine de soru soran, kendi kendilerini irdeleyen insanlardır onlar.

    "vladimir: bütün bildiğim şu: saatler geçmek bilmez ve bu koşullarda bizi, vakit geçirmek için türlü türlü -nasıl desem- ilk bakışta makul gözüken, ama zamanla monotonluğa dönüşecek oyunlara başvurmaya zorlar. böylece aklımızı kaybetmekten kurtulduğumuzu söyleyebilirsin. kuşkusuz doğru. ama aklımız uzun süredir dipsiz derinliklerin bitimsiz gecelerinde dolanıp durmuyor mu zaten? bazen bunu soruyorum kendime. akıl yürütüşümü takip edebiliyor musun?"

    dünya’nın ya da evrenin saçmalıklarına bir serzeniş. her zaman daha da fazlası istemek. aç gözlülük müdür bu? bu değişmez kaderi midir insanların? kim olursa olsun, bu kısır döngüden kurtulamaz mı? estragon ve vladimir de bu döngünün kurbanlarındandır; sonsuza kadar godot’yu bekleyeceklerdir. bu süreçte grotesk bir anlatım, saçma diyebileceğimiz konuşmalar çıkar karşımıza. saçmayı saçmalayarak anlatmak. bunun yanı sıra kitap boyunca birkaç kez araya sokulan normal konuşmalarla, bekleyiş dile getirilmektedir. insanların kaderi, tüm yardım çığlıklarına karşın bu döngüde yaşamak belki. bunu tüm insanlığa mal etmek de estragon ve vladimir’in işi.

    "vladimir: adı pozzo diyorum sana.
    estragon: bir defada bildim!
    vladimir: bu konu bıkkınlık vermeye başladı.
    estragon: belki ötekinin adı da kabil’dir? kabil! kabil!
    pozzo: imdat!
    estragon: bu adam bütün insanlık!"

    gel zaman, git zaman. onlar hala beklemekteler. beklerken ister alakasız diyaloglara girsinler; isterse sadece havuç yesinler. ya da kemerle intihar etmeye kalksınlar. ne zor beklemek, ne de kolay. biliyorlar ki; istediklerine ulaşmak zaman alacak, sonra yine isteyecekler. insanlığa, insanların ne yaptığını anlatmak. yardım etmek zorundalar. körebe gözündeki bağı çözmeli artık. ister gülünç olsunlar, isterse ağlatsınlar; yaptıkları şey ortada. tüm insanlığın yaptığı, ama farkında olmadığı şey:

    "vladimir: burada vaktimizi ziyan etmeyelim. fırsat çıkmışken bir şeyler yapalım! her gün bize ihtiyaç duyan biri çıkmaz. yo yo, şahsen bize ihtiyaç duyulduğunu söylüyor değilim. başkaları belki çok daha fazla yarar işe. kulaklarımızda hala çınlayan imdat çığlıkları bütün insanlığa dönük! ama burada, zamanın bu noktasında insanlık biziz. hoşumuza gitsin gitmesin. bunun değerini bilelim, çok geç olmadan! hadi gidip, bir kere olsun acımasız kaderin bize sunduğu bu görevi hakkıyla yerine getirelim. ne dersin? kollarımızı kavuşturup durumun eğrisini doğrusunu ölçüp biçerken de, türümüzü onurlandırdığımız doğrudur. kaplan kaplanın yardımına hiç düşünmeden koşar ya da balta girmemiş ormanların derinliklerinde kaybolur. ama mesele bu değil. burada ne yapmaktayız, işte bütün mesele bu. ne mutlu bize ki, yanıtı biliyoruz. evet bu muazzam karışıklığın içinde açık seçik olan bir şey var: godot’yu bekliyoruz."

    onların elleri kolları bağlı. sürekli kendini yineleyen bekleme sürecinde, yaptıkları hiçbir şey yok. sorgulamaları, şüpheleri, sınırlı sayıdaki eylemleriyle ve birbirlerinin zıtlıklarıyla varoluşlarını göstermeye çalışmaktadırlar. bu hiçliğin içinde hala godot’yu beklediklerine göre, onlar hala kuyunun dibine ulaşmak için uğraşıyorlardır.
  • efendim odtü kültür işleri müdürlüğü'nde yaşanan bir kent efsanesi vardır. dönemin kültür işleri müdüresi godot yu beklerken oyununun prömiyerini gerçekleştiren odtü oyuncularını ertesi gün tebrik etmektedir. oyundan izlediğinden birş ey anlamayan hoca, bir sürü ıvır zıvır laf söyledikten sonra godot'yu oynayan arkadaşlarının harika bir iş çıkardığını söyler.
    buda böyle bir anıdır.
hesabın var mı? giriş yap