• benimki sonradan olma.

    üniversitedeyken acayip "hanımkızdım" ben. ablamla yaşıyordum, o da epey ağır abladır, öyle çılgın üniversiteli hallerine girecek olsam annemden önce ablam başlardı... ama ben de girecek olmadım zaten.

    çünkü öyle öğretilmişsin. arkadaşların da hep "düzgün." tertemiz mis gibi çocuklardık. bir de ben o zaman hukuk fakültesini gözümde aşırı büyüttüğüm için, "avukat olucam ben avukat!" kafasını yaşıyordum. bu benim için çok aşırı önemli ve "ağır" bir şeydi, sorumluluk sahibi biri olmalıydım. olm dalga geçmeyin lan, epey çocukluk hayalimdi bu meslek benim, eline bi evrak çantası alıp avukatçılık oynayan bir çocuktum ben ya.

    kar yağıyor diye okula gitmek istemediğim günlerde, "dagny saçmalama, iki sene sonra avukat olacaksın, o zaman da duruşmaya mı gitmeyeceksin?" diye kendine kızan biriydim. hayatımın ciddiyetini siz düşünün. (yalnız artık kar yağarken duruşmaya gerçekten gitmeyebilirim, çünkü kimilerine gidince de bir şey olmuyormuş. yollarda boşuna streslendiğinle kalıyormuşsun. işte bunu 20 yaşındayken henüz öğrenmemiş oluyorsun.)

    neyse işte o yaşlar benim için hep "teyze gibi" geçti. tam okulu bitiriyorken bir de aşık oldum, benden büyük de bir adamdı, "evlenicez biz" diye geziniyoruz ortada. bayağı, akşam işten eve gelirken markete uğrayan, "eşiyle" yemek hazırlayıp beraber yiyen, sonra da işte dizidir filmdir ne varsa takılan, haftasonu yine çift arkadaşlarla buluşan, bayağı orta sınıf türk ailesi gibi yaşamaya başladım. bu arada o günleri "beğenmez gibi" görünmek istemem, o adamla geçirdiklerim hayatımın en mutlu günlerindendi.

    bugünlerin devamında da, hayatım hep böyle devam etti. düzgün adamlar, iyi işler, hepsi yerleşik yaşama intibak etmiş arkadaşlar... hatta o arkadaşlar hep hayatımdaki adamların arkadaşları olageldi. ben kendimi hep başkalarının hayatına adapte ettim. yo bunu da kötü bir şey gibi anmıyorum, o zaman öyle geldi öyle oldu.

    niye böyle bir insanmışım ki ben acaba ya? neyse bunun analizini yapmak için fakülteler okuyor master'lar yapıyor insanlar, şimdi şurada iki dakikada mı çözeceğim ben bunu?

    o süreçte ablam gitti, ben o adamdan gittim, ev arkadaşı kavramıyla tanıştım, bir odadan ibaret de olsa ilk defa, kendi yaşam alanımı kendim oluşturup oraya sahip oldum. şimdi tek başıma yaşıyorum ve bu dünyanın epey güzel bir şeyi.

    bu noktada, iki şeyin hayatımdaki önemi büyük. buradaki arkadaşlarımla birlikte kadıköy ve yine bir adam. hayatımın kırılma noktaları bunlar oldu. ve bu kırılmayı derinleştiren, bilmiyorum farkında mı ama bana yepyeni bir bakış veren git.

    kadıköy güzellemesine girmiyorum onu zaten bin defa filan yaptım. adam dediğim ise, gezdiren gördüren entel bir adamdı. yakışıklıydı da hem. huysuz olmasa evlenirdim bile onunla da çok huysuzdu n'apayım. zaten artık ona dayanamaz olmaktan başladı benim kadıköy gecelerim, öncesinde yine evden işe yaşayan bir insandım. yani bir insanın çekilmezliğiyle açtığı ufuk da başkadır, asla hafife almamak lazım.

    git de, acayip huyu suyuyla bana bir var oluş alternatifi gösterdi ve puding* yaptı.

    baktım ki ben aniden, çok daha rahat, çok daha mutlu, yaptığından keyif alan, daha önce hiç düşünmediği şeyler deneyen, çok tatlı biri olmuşum.

    arada bir sürü adam ve olay var ama boşver, hepsini anlatacak olsak... daha beni rakıya alıştıran avukat ortamlarım var, benim rakı muhabettine alışmam o abi ablalarımın hürmetinedir.

    bütün bunlar, bu sabah legging giyip yutup'ta bach dinliyorum diye aklıma geldi.

    ben böyle biri değildim. bu ikisini de, yine insanlardan ve daha yeni öğrendim.

    otuz yıl boyunca, herhangi bir şey yaparken hiçbir müziği dinleyemeden yaşadım. asla. sonra ortağımda gördüm, meğer klasik müzik çok iyi çok da güzel olmuyor muymuş?. kulağındakiler için "oha o nota nereden çıktı abi insan mısın ya..." diye düşünürken, aklına "ohaaa e o zaman ben bu savunmaya şunu da yazayım?" gibi şeyler gelebiliyormuş.

    çocukluktan sonra asla tayt, skinny filan gibi şeyler giymedim çünkü yakışmayacağından çok emindim. ya ablacım bi bırak allaşkına ya. ayrıca da gayet de yakışıyormuş, ben yine kendimi fazla ciddiye alıp gereksiz bir "ay bilmem ki..." tribine girmişim. neyi bilmiyorsam artık.

    iki sene önce olsa, ofis açıp parasız kalmak benim için kabus gibi olurdu. neden? çünkü hayat çok ciddiye alınacak bir şeydir ve sen dagny'sin büyük düşün... allah'ım ya ahah çok eğleniyorum bu aşırı ciddi hallerimi hatırladıkça. e tamam, açtın, parasız da kalıyorsun, noldu öldün mü? şu an bu entry'yi kendi masandan yazıyor olmanın keyfine değmiyor mu? hayatın boyunca sıkıntı çekmediğin doğrudur ama bu ne kadar böyle gidecekti ki, nasıl olsa her şeyin zamanla sonu yok mu?

    seyahatlere gittiğim, aynı anda on şey okuyabildiğim, sokaklarda çıplak ayaklarla sallana sallana evin yolunu aradığım, insanlara kendimi hem şeklen hem de manen bir kimlikle tanıştırdığım, "aaa o nası şeymiş dur bi bakim ben buna..." dediğim günlere yeni gelebildim daha.

    bunu eskiden yapamıyordum, çünkü öyle biri değildim. kendimi, her şeyimi aileme açıklamak zorunda hissediyordum. o zaman öyleydi.

    bu zaman böyle değil.

    şu kafamın 20 yaşındayken gelmesi mümkün değildi, çünkü şu an son on-onbeş yılımdaki gereksiz ciddiyetten kurtulmanın keyfini yaşıyorum. umarım tatlı tatlı yaşamanın acı acı pişmanlığı olmaz, ama olursa da napalım. "olsun, bana seninle geçen yıllarım yeter."
  • istiklal caddesi'nde eskiden, ellerindeki oyuncak benzeri bir şeyi üfleyerek baloncuk yapan adamlar vardı. o sabun köpüğünden baloncuklara benziyor gençlik ya da onları tutmaya... şeffaf ve canlı görünüyor, uçuyor, tuttum sanıyorsun elinde hiçbir şey kalmıyor. üstelik ellerin de bir garip oluyor. tuhaf bir yapışkanlık hissi. kısacık bir zaman. ama sonra yol boyu hep hatırlanıyor o ışıltı... ancak gerçekten olandan daha ışıltılı hatırlanıyor, biten zaman hep daha güzelmiş gibi. geçen her bahar daha nazikti. eskiyen kıyafetlerin hep daha güzel... insan geçmişine de gençliğine de hep fazla cömert, yaylalardaki sac çatılara tıkır tıkır hücum eden yağmurlar gibi, nisanda topraktan fışkıran kır çiçekleri gibi. ne bileyim cenaze evindeki sessizlik gibi. çok.

    işte artık, öyle adamlar yok, baloncuklar da. istiklal caddesi de yok gibi bir şey. tamamen yok olsa daha iyiydi, azalarak bitiyor, can çekişerek. gençlikler toplanmış izliyorlar köşeden, vay diyorlar, ''nerede o eski heyecanlar?'' kimse duymuyor, çünkü sessize almışlar kendilerini. ya da meşgule atıyorlar. sosyal medyadaki varlıkları gerçeklerinin üstünü örtüp, uyutmuş. tatlı rüyalar.

    gençlikse daima neşeli bir melodiyle umarsızca çalıyor insanın içinde. haklı hülyalar...
  • insanların çok büyük bir kısmının özlemle andığı zaman dilimine verilen ad. bittikten sonra ölene kadar özlenen süreç.
    umarsız çocukluktan çıkarak parlak yıldızlığa giriş; kişiliği koyacak model arayışı; özenti; hayranlık; duygu; ilk sevgili; ilk dokunuş; ilk öpüş; aşk kaynaklı aseksüellik; bunalım; şiirler; şarkılar; kuzenler, unutulmaz arkadaşlıklar; isyanlar; sorumluluklar. evlerin pencerelerinden taşan televizyon seslerinin eko yaptığı melisa kokulu yaz akşamları.
    hayattaki en şaşkın, en komik, en kompleksli, en tutarsız hallerimizdir o dönem yaşananlar, ki "o gençlik günlerimiz dönmez asla geriye."*
  • "bıraksanız akar gider, bıraksanız akar gider,
    ve gençlik zalimdir, pişmanlık kabul etmez
    anlamadığı durumlara gülüp geçer."

    (t. s. eliot, "bütün şiirleri"nden)
  • gençlerde olan ve yaşlı, açgözlü, mendebur heriflerin siktiği bişey
  • “(...) gençliğiniz o kadar kısa sürecek ki...alelade kır çiçekleri solsa dahi yeniden açar. şu sarısalkım seneye haziranda yine böyle sapsarı açacak. şu asmanın üzerinde mor yıldızlar açacak; her sene yapraklarının yeşil gecesini mor yıldızlar kuşatacak. oysa giden nazlı gençliğimiz bir daha geri gelmeyecek.”

    oscar wilde/dorian gray’in portresi
  • ne yaparsan yap, nasıl yaşarsan yaşa, “hakkını veremedim” hissi hiç bitmiyor.
  • çocukluğun hazırladığı enfes yemeklerin tadına bakma, lezzetine varma vaktidir.
    özenle kurulmuş bir sofraya hevesle oturup keyifle doymak ve sofradan afiyetle kalkmak kadar kısa; hayatın sonuna dek unutulamayacak, anlata anlata bitirelemeyecek kadar güzeldir.
    geriye kalan zaman da o sofrada yenen yemekleri sindirmeye yarar zaten.
  • kokusunu ardında bırakır hain.

    "bahar gençlere" derdi babaannem, bilmezsin sen.
    bilmezdim de harbiden. düşünmezdim ki dediklerini. çocukluk, gençliğe akıyordu içimden.
    sonra büyüdüm, kanım uslandı, düşünmeye başladım.
    babaanneme erişemedi düşüncem, geç kalmıştım
    ama anladım demek istediğini.
    mevsimlerin hiç yorulmadığını, durmadığını, bıkmadığını
    insan ömrünün mevsimlerle başa çıkamadığını
    ama hevesin hiç yaşlanmadığını
    taravetini kaybetmiş bir bedeni içten içe dürtüp kışkırttığını...

    gençlik!
    henüz özümdeyken biliyorum ki terk edeceksin bir gün beni de.
    ama heves hep ilk günkü gibi nefes alacak içimde.
    sonra bahar gelecek buram buram, binbir nispetle koyup gidecek beni o eşikte.

    gençlik!
    beni öp giderken, hainlik etme.
hesabın var mı? giriş yap