• halil cibran'ın, her yeni yaşımda bir kez okuduğum, olağanüstü "yaşucu" kitabım...
  • halil cibran ' ın bol aforizmalı, şiir tadındaki mükemmel kitabının adı.

    'yapayalnızdır güneşe doğru uçan kartal, yanında yuvası yoktur.'
  • eski zamanda kurda kusa dost olmak, cile çekmek, bir basina kalmak elzemdi kendini bulmak için. simdi modern yasamin ortasinda, sehrin kalabaligi içinde onca yalnizlik, aci ve eziyetle herkes ermis, herkes dervis..
  • orijinal ismi “the prophet” olan, sade, basit bir dille hoşgörüyü, sevgiye dair her şeyi etkileyici bir biçimde anlatan ve tekrar tekrar okunacak, okurken huzur veren nadir kitaplardan.

    herkesin başucunda bulundurması gerek.

    “güzellik, aynada kendini seyre dalan sonsuzluktur. ama sonsuzluk da sizsiniz, ayna da...”

    (bkz: halil cibran)
  • bir özdemir ince şiiri;

    düşlerim! diyordum,
    düşlerim hiç korkutmasın seni
    ama sen de kollamalısın yeryüzünü.

    sanki!
    her şeyi dile getirdim
    ama birbirini sildi bütün sözcükler.

    sanki!
    her şeyi gördüm, gizli görüntüleri bile
    ama üstlerini karanlıkla örttüler.

    sanki!
    her şeyi duydum, ses ötesini bile
    ama unuttum hepsinin suretlerini.

    sanki!
    bütün yolları yürüdüm. boşuna;
    gördüm ki bir yere varmıyor hiçbiri.

    sanki!
    iki ordu saldırdı birbirine,
    yalnızca, bir çığlık kaldı gövdemde.

    sanki!
    bir maşrapa su aldım, bir avuç toprak
    denizin ve toprağın gölgesinden;

    o zaman, esmiş bir rüzgar oldum
    o zaman, akmış bir sele döndüm
    o zaman, yağmış bir yağmur oldum.

    düşlerim! diyordum,
    düşlerim hiç korkutmasın seni;
    kimseyi öldürmüyor ölüm!
  • fazla romantik bulmama rağmen, bir arkadaşımın ısrarıyla okuduğum halil cibran kitabı.

    ben aslına bakılırsa bu tarz öğütler veren, romantik, heyecanlandırmayan, karakterle birlikte korkamadığım, endişelenemediğim, olayların içine dalıp sevinemediğim kitapları sevmiyorum, okuyamıyorum. ama ısrarla okumam istendi ve ben de okudum.

    ilk fikirlerim halen değişmemekle birlikte, dinden bahsedilen kısımda söylenen bir cümle, benim, din olgusuna bakışımı yansıttığından, ilgimi çekti ve kitabın ana karakterini, öğütler veren karakterini, isminden de hareketle muhammed peygamber'e benzettim. bu nedenle biraz daha ilgi çekici oldu benim için.

    kitabın ilgili bölümünde

    --- spoiler ---

    "bize dinden bahset" denilir. mustafa ise o ana değin, hayata dair her şeyden, insana dair her şeyden bahsettiği için, olumlu ya da olumsuz her şeyden bahsettiği için "ben şimdiye kadar başka şeyden mi bahsettim?" der. gerçekten de din böyledir. din, belirli esaslara dayanan ibadetler değildir. örneğin bana göre kur'an, somut bir kitap, 6236 ayetten ibaret bir şey değildir. o, mushaftır. mushaf ve kur'an ayrı şeylerdir.

    --- spoiler ---

    hani kur'an'da "kur'an'ı şüphesiz biz indirdik, koruyacak olan da biziz" ayeti vardır ama kimileri mushafı yerden yere vurabilir, yakabilir, yırtabilir. o zaman "allah nasıl koruyor bunu, hani?" sorusu sorulur. işte, mushaf ve kur'an ayrı şeyler olduğundan, mushafa istediğinizi yapabilecekken, kur'an'a dokunamaz, zarara veremezsiniz. benim din algım böyledir. benzerlik gösterince ilgimi çekmişti.

    şahsen "alın, okuyun, bayılacaksınız" demem fakat bir bakış açısı kazandıracaksa, edinin. 50 sayfa bir şey. bir bardak çay içerken bile bitecek kadar ebatı var nihayetinde.
  • halil cibran'ın en ünlü eserlerinden biri olan ve ilk kez 1923 yılında basılan "the prophet" (ermiş) adlı eseri, toplam 26 adet şiirden oluşan bir karma şiir denemeleri kitabıdır.

    --- spoiler ---

    kendi gününün şafağında, seçilmiş ve sevilen insan al mustafa, tam oniki yıl boyunca orphales şehrinde, gemisinin geri dönüp kendisini doğduğu adaya götürmesini bekledi.

    ve onikinci yılda, hasat ayı olan ıelool'un yedinci gününde, şehir duvarlarından uzak bir tepeye tırmandı, denize doğru baktı ve gemisinin sisle beraber gelişini seyretti.

    o anda kalbinin kapıları açıldı ve sevinci denize doğru uzandı. ve gözlerini kapadı, ruhunun sessizliğinde dua etti.

    tepeden inerken bir hüzün hissetti ve kalbinde şöyle düşündü: "nasıl huzur içinde ve üzülmeden gidebilirim? hayır, ruhum yara almadan bu şehri terketmeliyim..

    duvarlar arasında acı dolu geçen uzun günler, yalnızlık içinde uzun geceler; kim acıdan ve yalnızlıktan pişmanlık duymadan buradan kopabilir?

    bu caddelere ruhumdan o kadar çok parça saçtım ki, özlemimin o kadar çok çocuğu bu tepelerde çıplak dolaştı ki, sıkıntı ve ıstırap çekmeden onlardan kendimi ayıramam...bugün üstümden çıkardığım bir giysi değil, kendi ellerimle yırttığım derim, kabuğum...

    geride bıraktığım bir düşünce değil, açlık ve susuzlukla tatlandırılmış bir gönül... yine de daha fazla oyalanamam...

    herşeyi kendine çeken deniz beni de çağırıyor; yola çıkmalıyım...

    çünkü kalmak, saatler geceyle yanarken, donmak, kristalleşmek ve bir kalıba dökülmek demek... buradaki herşeyi memnuniyetle yanıma alırdım, ama nasıl?

    bir ses, dili ve ona kanat olan dudakları taşıyamaz. boşluğu yalnız başına aramalı... ve kartal, tek başına, yuvasını taşımadan güneş'e uçmalı..."

    tepenin yamacına eriştiğinde tekrar denize döndü ve baş tarafında kendi yöresinden gemicileri barındıran gemisinin limana yanaştığını gördü. ruhundan kopan sözlerle onlara seslendi:

    "kadim annemin oğulları, med-cezir süvarileri... ne kadar sık benim rüyalarıma yelken açtınız. şimdi benim uyanışıma geldiniz, ki bu benim en derin rüyam olmalı...

    gitmeye hazırım ve şevkimin yelkenleri rüzgarı bekliyor.bu durgun havadan sadece bir nefes daha alacağım, sadece bir bakış daha geriye, sevgi dolu...

    ve sonra aranızda yerimi alacağım, gemiciler arasında bir deniz yolcusu olarak ben... ve sen, engin deniz, uyuyan anne, nehrin, ırmağın özgürlüğü...

    bu nehir sadece bir kıvrım daha yapacak, bu arazide bir kere daha çağıldayacak... ve ben sana geleceğim, sınırsız okyanusa sınırsız bir damla..."

    yürürken, uzaktaki tarlalardan, bağlardan, erkeklerin ve kadınların şehir kapılarına doğru koşuştuklarını gördü. birbirlerine geminin gelişinden bahsettiklerini ve kendi adını çağırdıklarını duydu.

    şöyle düşündü:

    "ayrılık günü, aynı zamanda toplanma günü mü olacak? benim akşamımın aslında şafağım olduğu söylenecek mi?

    sabanını tarlanın ortasında bırakana, üzüm cenderesinin çarkını durdurana ben ne verebilirim?

    kalbim meyveyle yüklü bir ağaca dönüşse de derleyip onlara sunabilsem...

    iştiyakım bir pınar gibi aksa da kaplarını doldurabilsem...

    bir yücenin elinin dokunmasını bekliyen bir harp mı, yoksa nefesinin içimden geçeceği bir flüt müyüm?

    sessizliğin arayıcısı olan ben, sessizlik içinde başkalarına güvenle dağıtabileceğim nasıl bir hazine buldum?

    eğer bugün hasat günüyse,hangi tarlalara ve hangi anımsanmayan mevsimlerde tohumları ekmiş olabilirim?

    ve eğer fenerimi yükselteceğim saat gelmişse, içinde yanan benim alevim olmayacak...

    kendimi bomboş ve karanlık hissederek fenerimi kaldıracağım... ve gecenin bekçisi fenerimin içine yağı koyacak; onu yakacak da..."

    bunlar kelimelere dökülenlerdi. fakat kalbindeki pek çok şey, söylenmemiş olarak kaldı. çünkü en derin gizemini açıklayamazdı...

    ve şehre döndüğünde, herkes onu karşılamaya geldi. adeta tek bir ses olarak ağlıyorlardı.

    ve şehrin yaşlıları ileri çıkıp şöyle dediler: "henüz gitme; bizi bırakma. bizim alacakaranlığımıza öğle ışığı oldun; ve gençliğin, hayallerimize hayaller getirdi.

    sen aramızda bir yabancı, bir misafir değilsin. çok sevdiğimiz oğlumuzsun... gözlerimiz, senin yüzününü görememenin açlığını ve acısını yaşamasın."

    ve rahiplerle rahibeler konuşmaya başladılar:

    "denizin dalgalarının bizi ayırmasına, aramızda geçirdiğin yılların bir anı olmasına izin verme.

    aramızda bir hayalet gibi yürüdün ve gölgen, yüzümüze düşen bir ışık oldu. seni çok sevdik; ama sevgimiz sözlere dökülmedi ve örtülü kaldı. ama şimdi sana yüksek sesle haykırılıyor; sevgimiz önüne seriliyor. hep yaşandığı gibi, ne yazık ki sevgi kendi derinliğini, ayrılma anına kadar anlıyamıyor..."

    diğerleri de ona yalvardılar; ama o hiç cevap vermedi. sadece başını önüne eğdi ve ona yakın duranlar, göğsüne düşen göz yaşlarını gördüler.

    sonra, kalabalıkla birlikte tapınağın önündeki meydana doğru yürüdüler. ve mabetten almitra adında bir kahin kadın çıktı.

    ve o, kadına sonsuz bir şefkatle baktı; çünkü daha şehirdeki ilk gününde onu bulan ve inanan bu kadın olmuştu.

    ve kadın onu selamlıyarak konuşmaya başladı: "tanrının sevgili kulu, son noktayı keşfedebilmek için uzun zamandır uzakları gözlüyor, gemini bekliyorsun.

    ve şimdi gemin burada, sen de gitmelisin.

    anılarındaki ülke ve büyük dileklerinin mekanı için duyduğun hasret çok derin. ve anne sevgimiz seni bağlıyabilir, ne de sana olan ihtiyacımız seni tutabilir. ancak bizden ayrılmadan önce bizimle konuşmanı ve bize gerçeği anlatmanı istiyoruz.

    ve biz onu çocuklarımıza, onlar da kendi çocuklarına aktaracaklar ve o hiç bir zaman yok olmayacak...

    yalnızlığında bizim günlerimizi gözlemledin ve uyanıklığında, bizim uykumuzun hıçkırıklarını ve kahkahalarını dinledin.

    şimdi bizi bize aç ve doğumla ölüm arasında yer alanlardan sana aşikar olanları bize de anlat."

    ve o cevap verdi: "orphales halkı, tam şu anda ruhlarınızda devinmede olandan öte, size neden bahsedebilirim?"
    --- spoiler ---
  • benim de taze bitirmiş olduğum bir halil cibran kitabıdır.

    ermişimiz kendisine yöneltilen sorulara aforizmanın dibine vurarak ve aynı zamanda gerçekçilikten uzak, romantizmin doruklarında bir duruşla cevap veriyor.

    şu an okuduğum marcus aurelius - düşünceler (ta eis heauton) odak noktası olarak ermiş'in benzeri gibi gözükse de ele alınış şekli olarak tam bir antitez olduğunu söyleyebilirim. ermiş ne kadar romantik bir bakış açısına sahipse düşünceler de bir o kadar gerçekçi bakış açısına sahip. bitince buraya bir edit gelebilir.

    edit geldi: bu kitabın yerine kesinlikle marcus aurelius - düşünceler okunmalı. hem daha gerçekçi hem de daha faydalı olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim.
  • çok geç tanıştığım yazarın okuduğum ikinci kitabı*.

    "hayatı çalışmak yoluyla sevmek hayatın en derin sırrına ermek demektir. fakat eğer ıstırap çekerken, doğduğunuz güne lanet edip bedeninizin yükünü taşımayı alnınızın kara yazısı sayıyorsanız, o zaman size cevabım şudur: yazılanı silecek olan sadece alın terinizdir."

    daha ne desin adam?!
  • halil cibran kitap hakkında şöyle demiş : "lübnan'da bu kitabı yazmayı ilk kez tasarladığımdan beri, bir tek günüm bile ermiş'siz geçmedi. kitap benim bir parçam haline gelmiş gibiydi. metni yayımcıma teslim etmeden önce tam dört yıl elimde tuttum. çünkü emin olmak istedim, içindeki her sözcüğün kendimden verebileceğim en iyi sözcük olduğundan emin olmak istedim."
hesabın var mı? giriş yap