17 entry daha
  • seksenlerin sonu ve doksanların başında, temelleri amerika'da atılan death metal müzik dünyasına bomba gibi düşmüş, ardı ardına kurulan death metal grupları birbiri ardına albüm yayınlamaya başlamıştı. özellikle 1990 ile 1993 arası, death metalin en sağlam dönemlerinin yaşandığı yıllardı. deicide lideri glenn benton bir rock yıldızıydı, death metal parçalarına klipler çekiliyor, amerikan kongresinde bile tartışılan ve yasaklanan cannibal corpse gibi kimi gruplar, bu eleştiri ve yasaklanmalarla bir yandan da fark ettirmeden reklam yapmış oluyorlardı. seksenlerin ortalarından sonlarına doğru metal müziğin en ateşli kolunu oluşturan thrash metal, yerini death metale bırakıyordu. morbid angel, obituary, cannibal corpse gibi gruplar death metalin amerika kolunu oluşturuyor, çiğ ve direkt bir saldırganlıkla, en sert ve en hızlı müziği yapmaya çalışıyorlardı. death metal o derece öne çıkmıştı ki, ünlü gitarist joe satriani bile kült death metal grubu possessed'e albüm kayıtlarında destek vermişti. ardından çıkan death, cynic, atheist gibi gruplar ise bu kolun daha teknik ve karmaşık yönünü icra ediyor, kaliteyi arttırıyorlardı. özellikle morbid angel ve death kendine özgü riff yapılarıyla ve kimseninkine benzemeyen düzenlemeleriyle ileride çıkacak olan neredeyse tüm death metal gruplarını etkiliyorlardı. bu etki öylesine büyük olabiliyordu ki, ardarda gelen iki notadan ya da tek bir ritm kalıbından bile morbid angel tadı alınabiliyordu. zamanla gruplar hep daha hızlı, daha sert, daha teknik olma çabası ile zaten uçlarda bir müzik olan death metalin ekstremlerini zorlamaya başladılar.

    amerika'da tüm bunlar olurken, avrupalı gruplar da boş durmuyorlardı elbette. ingiltere napalm death ve carcassı death metal dünyasına sunarken, özellikle isveç'ten türeyen gruplar bu kolun avrupa'daki en büyük temsilciliğini yapıyorlardı. entombed, at the gates, unleashed, grave, unanimated, tiamat, therion, house of usher, dismember ve merciless gibi grupları, hemen arkasından çıkan dark tranquillity, in flames, edge of sanity, eucharist gibi gruplar takip ediyor, death metal isveç'ten ve özellikle de göteborg'dan tüm avrupa'ya yayılmaya başlıyordu.

    avrupa'da yapılan death metal, amerika'daki halinin aksine daha melodik, daha sanatsal, piyano ve bazı yerel enstrumanların da katılımıyla daha elit bir görüntü çiziyordu. florida death metalinin çok büyük çoğunluğunda şiddet, kan ve gore tarzda lirikler ile yine bu tarz albüm kapakları göze çarparken, avrupalı grupların sözlerinde ve kapaklarında yıllar geçtikçe daha sanatsal ve hayal gücü destekli bir ifade şekli görülebiliyordu. avrupa metalinde melodinin ve sanatsal kaygıların ön plana çıkması, bence bu kıtanın çok daha eskilerine, avrupa'dan çıkan klasik müzik dehalarına kadar uzanır. tümü avrupalı olan bach, mozart, beethoven, chopin, strauss gibi isimler düşünüldüğünde, avrupa'nın sanatsal ve kültürel anlamdaki üstülüğü ve arayışı zaten ortada. bu nedenle de metal müziğin daha sanatsal olan halinin amerika'da değil deavrupa'da doğması çok da şaşılacak bir şey değil.

    avrupalı albümlerden bahsederken görebiliyoruz ki; isveç'ten çıkan en önemli gruplardan entombed'un left hand path albümü hem isveç, hem florida death metalini, hem de norveç black metalini dahi etkilemeyi başarmış çok önemli bir albüm oluyor, seksenlerin başında almanya'dan çıkıp amerikan thrash metal gruplarını etkileyen kreator gibi, entombed da death metal alanında pek çokları için çığır açıyordu. at the gates, soğuk melodileri ve benzersiz ritmleriyle tüm isveçli gruplara yıllar boyu yürüyüp faydalanabilecekleri bir yol çiziyor, jonas ve anders björler kardeşler, dan swanö, johan edlund, christofer johnsson, mikael akerfeldt, niklas sundin ve jesper strömblad gibi dehalar; daha sonradan yaratacakları şaheserler öncesinde yeni yeni metal müziğe adım atıyorlardı. zamanla at the gates, dark tranquillity, edge of sanity ve in flames ön plana çıkarken, her gün yüzlerce grup da müzikal kariyerlerine başlıyor, ancak onlarcası yukarıda adı geçen grupların taklitçisi olmaktan öteye geçemiyorlardı. at the gates birbiri ardına çıkardığı albümlerle bu türün en önemli ilham kaynağı olurken, kardeş gruplar sayabileceğimiz dark tranquillity ve in flames de daha melodik bir tarzı benimseyerek death metalin isveç'teki 3 büyük grubu haline geliyorlardı.

    başını göteborglu grupların çektiği bu akım yıllar geçtikçe çok farklı elementlerle donatılarak, sürekli bir yenilik arayışına girdi. başlarda formül basitti. isveçliler'den başka kimsenin yazamadığı türde melodiler, bu melodileri destekleyen enerjik riff'ler, hızlı bir tempo ve yırtıcı bir vokal. aslına bakılırsa bu türün oluşumunu sağlayan belki de en önemli etken iron maiden'dı. melodi konusunda döneminin çok önünde bir grup olan maiden, bu tür grupların da en büyük ilham kaynağıydı. hatta kimilerine göre “iron maiden'a brutal vokal eklemek” ve biraz hızlandırmak, bu türü açıklamak için yeterliydi. bir hayli uzun bir süre boyunca bu tarz yüzlerce grup türedi. birbirlerinin kopyası olanlar arasından fırlayanlar adlarını sağlam şekilde duyurabiliyordu.

    adeta bir ülkenin ismiyle anılan bu müzikte, bahsedilen bu ülkeden çıkmak tabii ki çok büyük bir avantajdı. plak şirketlerine demo yollayan gruplar, isveçli olmaları ile adeta şirketlerin gözünde artı bir puanla başlıyorlardı. hatta yıllar süresince durum öyle bir hal alacaktı ki, “isveçli'yse iyidir.” gibisinden genel bir yargı bile yerleşecekti müzikseverlerin kafalarına. özellikle göteborg; bu konunun en güçlü kalesi konumundaydı. at the gates, in flames ve dark tranquillity gibi üç devin çıktığı bu çok da büyük olmayan şehir, sanki içme suyunda farklı bir şeyler varmışçasına bir “iyi grup üretme merkezi” gibi çalışacaktı yıllar boyunca. doksanların ilk yarısının sonlarına doğru yaşanan patlamadan sonra, gruplar adeta fışkırmaya başlamıştı. bu arada kimi öncü gruplar farklı arayışlar içine girerek “farklı olma” çabası dahilinde, kuralları sanki önceden belirlenmiş bu müziğin dışına çıkmaya, farklı müzikal tadlar kullanmaya başlamışlardı. önceden saydığımız üç büyük grubun yanına eklenecek öncü gruplardan bazıları ilk albümlerini yayınlamışlar ve müzik dünyasında önemli etkiler bırakmışlardı. opeth bu gruplar için çok önemli bir örnek olarak gösterilebilir.

    bu ana kadar çıkan türün başyapıtlarına baktığınızda, bu müziği araştıran herkes tarafından ortak şekilde telaffuz edilen dört, beş albümle karşılaşıyoruz. akla ilk gelenler in flames'in akıl almaz bir yaratıcılıkla bezediği ve kimilerince hala hiçbir zaman aşılamayacağı düşünülen the jester race ve yine in flames imzası taşıyan whoracle ile, dark tranquillity'nin başyapıtı the gallery; her zaman bu türün anayasalarından olarak kabul edilmişlerdir. bu üç melodik albümün yanı sıra, bir adet de riff tabanlı albüm yine bu türün en önemlileri arasında görünüyordu ve her ne kadar melodik yanları olsa da, bu türün melankolik yanından çok saldırgan tavrını benimseyen gruplar için tam bir ders niteliğideydi. bu albüm tabii ki at the gates'in death metal şaheseri slaughter of the soul'dan başkası değildi. (bkz: #4657477) at the gates bu albüm ile kariyerini noktaladıktan sonra, yüzlerce başka grup –hem de farklı ülkelerden- "slaughter of the soul 2”yi çıkarmak için uğraştı ve anders björler'in formülünü neredeyse hiç değiştirmeden kullandı. artık “göteborg sound'u” yerine “at the gates sound'u” diye bir tabir bile çıkmıştı. riff yapılarından vokal kullanımına pek çok grup at the gates'in çizdiği benzersiz yoldan faydalanıyordu.

    zamanla bu tür gittikçe kendini geliştirdi ve yıllar geçtikçe daha çok satar oldu. burada bunun nedenlerine bakacak olursak, sebebi olduka basit bir etmen ile özetleyebiliriz: “melodi”. bilindiği gibi müzikte melodinin önemi ve etkisi oldukça güçlüdür. iyi bir melodi on yıllar geçse de akıldan silinmez ve ilk duyuşta hemen hatırlanır. incelediğimiz türe bakacak olursak iron maiden'ın yazdığı kendine özgü melodilerle nasıl benzersizleştiğini, europe'ın sadece tek bir melodiyle –the final countdown- nasıl efsane olduğunu, helloween'in neşeli melodileriyle nasıl akıllara kazındığını görebiliriz. melodik şeyler bu yüzden daha kolay dinlenirler ve bu sayede akla hızlı kazındığından, daha çabuk sevilirler. bu sebepten dolayı da, melodik isveç death metali oldukça fazla dinlenen ve satan bir tür olmuştur hep. ancak bunun yanında, yıllar boyunca fark edilen bir şey daha olmuştu isveç'te. ülkeden çıkan “çok iyi” gruplar sadece death metalle sınırlı kalmıyordu. power metalden (bkz: lost horizon) progresif metale (bkz: pain of salvation), thrash metalden (bkz: the haunted) grindcore'a (bkz: nasum), black metale (bkz: naglfar) bu ülke insanının müziğe yeteneğinin olduğu açıktı. ve bu bağlamda, metal müzikte görülmeye başlanan yeni bir akım başladı. şirketlerin de çok hoşuna giden ve satış konusunda olumlu bir yaklaşım olan “metalin her türünden parçalar barındıran” gruplar çıkmaya başladı. melodik death metal başlayan bir şarkı birden güçlü bir clean vokalle ve coşkun klavyelerle bambaşka bir havaya bürünürken, metal müziğin farklı türlerinden hoşlanan pek çok kişinin de bir yönünden dolayı sevebileceği bir müzik ortaya çıkıyordu ve bu şekilde albümün pazar payı ve ulaşacağı kitle otomatik olarak artıyordu. günümüzde de bunun örnekleri sıkça görülebiliyor ve devir adeta belli bir türe sokulamayan ve her türü içinde barındıran grupların devri olarak göze çarpıyor.

    bu gibi müzikal detayların yanında biraz da işin daha derin kısımlarına inelim isterseniz. görüleceği üzere iskandinav ülkelerinin ve özellikle de isveç'in mali durumu ve kişi başına düşen yıllık gelirine bakıldığında, dünyanın en refahlı ve en dertsiz tasasız yaşayan birkaç ülkesinden biri olduğunu görebiliyoruz. bu etkeni de işin içine dahil ettiğimizde, grupların enstruman alma, ekipman, stüdyo, kayıt gibi dertler konusunda diğer pek çok ülkedeki müzisyen adaylarından çok daha rahat olduklarını anlayabiliriz. yani isveç'te yaşayan ve albüm çıkarmak isteyen bir grubun bu amacını gerçekleştirebilme olasılığı, diğer ülkelerdekilere göre oldukça fazla ve bu amaç için yapması gerekenler de, diğer ülkelerdeki grupların yapması gerekenlerden daha kolay.

    bu müziğin sanıldığından çok daha önemli etkilerinin olduğunu görebilmek için ilk örnek; isveç devletinin kurulacak müzik gruplarına yaptığı parasal yardımlar olarak göze çarpıyor. doksanların ikinci yarısı başta olmak üzere, bu müziğin ne kadar çok insanı etkilediğini gören isveç hükümeti, çeşitli yollarla ve ufak miktarlarla da olsa, kurulacak ya da yeni kurulan gruplara parasal yardımlar yapıyordu ve gruplar ilerde para kazandıklarında bu mini kredileri geri ödüyorlardı. olayın önemi politik bazda bile kendine yer bulmuştu. bu noktaya geldiğimizde karşımıza belki de olayın en önemli kısmı çıkıyor: “kültürel etkileme”.

    tüm bu bahsedilenlerin yanı sıra, bu müziğe adeta tapan insanlar, isveç'e karşı büyük bir sevgi ve merak besliyorlardı. isveç'e gelen genç yaştaki turist sayısı artıyor, göteborg'da yeni hosteller açılmaya başlanıyordu. daha da önemlisi kültürel anlamda yaşanıyordu. avrupa genelinde açılan isveççe dil kursları neredeyse iki kat artıyor ve pek çok insan isveç kültürünü merak ediyor, iskandinav mitolojisi ile ilgili kitap satışlarında bile bir yükselme görülüyordu.

    zaten sanatın bu tarz bir gücü olduğu da her zaman biliniyordu. insanlar çok sevdikleri bir yönetmenin yaşadığı ya da filmlerini çektiği bir şehre sırf bu yüzden gidebiliyor, hayran oldukları bir mimar için onun yüz yıl önce yaşadığı şehri merak edip yolculuğa çıkabiliyorlardı. müzik de tüm sanat dalları arasında belki de diğer insanlara en kolay ve direkt ulaşan daldı. bu nedenle de etki alanı oldukça büyük oluyordu. sonuç olarak iskandinavya –özellikle de isveç- yüz yıllar önce viking baltalarıyla ele geçiremediği yerleri, günümüzde üzerine altı adet tel gerilmiş ahşap bir müzik aletiyle ele geçiriyordu sanki. bu tabii ki korkulacak ya da büyütülecek bir şey değildi, ancak sanat ve kültürün empozesinin önemi de tartışılmaz bir gerçekti. sonuçta sırf bu müzik nedeniyle, hiç bir alakaları olmamasına rağmen, farklı ülkelerden on binlerce isveç hayranı; sadece bu müziği değil, isveç'i her şeyiyle seven ya da bir yakınlık duyan insanlar çıkıyordu ortaya.

    şimdi olayın müzikal yönünden incelememize devam edelim. bilindiği gibi seksenlerin sonunda amerikan thrash metal grupları arasında, diğerlerinden ayrı tutulan dört adet büyük grup vardı. bunlar metallica, megadeth, slayer ve anthrax'tı. günümüze gelindiğinde de isveç'te buna benzer bir dörtlüyle karşılaşıyoruz. her gün bir çok yetenekli grup çıkıyor olsa da, özellikle son on yıldır dört adet melodik death metal grubunun adını en ön sıralarda görüyoruz. şimdi bu türün en önemli dört temsilcisinden kısaca bahsedelim.

    (gruplar önem sırasına göre değil, karışık olarak verilmiştir.)

    in flames:
    bu türden bahsedilirken akla gelen ilk isim şüphesiz in flames'tir. the jester race ve whoracle ile bu türün standartlarını belirleyen en önemli bir, iki gruptan biri olan in flames; günümüzde artık bu türün dışına çıkmış olsa da ve death metalin sadık dinleyicilerinden tepki alsa da, “dünya üzerindeki en ünlü isveçli grup” olarak bilinmesi ile sanırım ne gibi bir öneminin olduğunu en iyi şekilde özetliyor. grup doksanların ikinci yarısında öyle albümler yaptı ki, duyduğunuz bir melodinin in flames'e ait olduğunu anlamak için birkaç saniye yeterliydi. bu türdeki en popüler ve çığır açıcı grupların başında gelerek in flames adını metal tarihine sağlam şekilde yazdırdı ve unutulmazlar arasına girdi.
    ayrıca: (bkz: #4658632)

    dark tranquillity:
    the gallery başyapıtı ile bu türün geçilemeyecek eserlerinden birini yaratan grup daha sonra çok değişik yollar denese de, hiç bir zaman müzikaliteyi unutmadan ve samimi olduğu her halinden belli olan albümleriyle bu türün öncülerinden biri oldu. her zaman underground tavırlarını sürdürdüler ve çok sayıda albüm satan bir grup olmalarına rağmen her zaman müziklerini ön plana çıkardılar ve sürekli kendi içlerinde bir gelişim arayışında oldular. in flames'in “daha kolay dinlenirlik” ve “ticarileşme” sürecinde, melodik death metal severlerin dayanağı oldular ve sadakatleriyle hep saygı gördüler.

    soilwork:
    ilk albümlerinde çok sıradışı olmasa da, a predator's portrait albümü ile muazzam bir patlama yapan ve “clean vokalli akılda kalıcı nakaratları” ile on binlerce insanı peşine takan soilwork, bir şekilde hem kolay dinlenen, hem eşlik edilebilen, hem sert olan, hem üstün müzisyenlik barındıran bir müzik yapmayı başardı ve tam anlamıyla kendi sound'unu yaratarak bu türün gerçekten de en heyecan verici gruplarından biri oldu. yıllar geçtikçe isveç'in en ön plandaki birkaç grubundan biri haline geldi ve hala da büyümeye devam ediyor.
    ayrıca: (bkz: #4657430)

    arch enemy:
    “müzisyenler grubu” olarak nitelenen ve tüm elemanlarının üstün müzisyenlikleriyle ön plana çıkan, saydığımız gruplara nazaran daha teknik ve icrası biraz daha zor bir müzikal yön çizen arch enemy, kadın vokalist ve bu bağlamda “dişilik” avantajını da sonuna kadar kullanarak günümüzün en çok satan gruplarından biri haline geldi. hem melodi, hem de riff konusunun üstüne giden grubun; saydığımız diğer gruplarda rastlanmayan düzeyde ileri gitar ve solo kullanımına sahip olduğunu belirtmekte yarar var.
    ayrıca: (bkz: #4657649)

    şimdi incelememize kaldığımız yerden devam edelim.

    üstünde durulabilecek bir diğer konu da bu müziğin –dolayısıyla bu melodilerin- neden başka bir ülkeden değil de isveç'ten çıktığıydı. isveçliler'in anne sütünde bir şey mi vardı? musluktan akan su efsunlu muydu? türk mutfağı, italyan modası, alman kalitesi, japon teknolojisi, fransız şarabı, isveç death metali… bu kadar basit miydi? bu konudaki en büyük önerme, isveç'in “iklim şartları” idi. sonuçta burada insanlar yılın büyük kısmını karanlıkta geçirmiyorlar mıydı? acaba o kadar süre karanlıkta kalmanın yarattığı kasvet miydi böyle benzersiz melodilerin yaratılmasını sağlayan? bu soruları “evet” ya da “hayır” diye cevaplamak tabii ki mümkün değil. ancak isveçli grupların da kimi zaman belirtiği üzere, bu müziğin yaratımında bu uzun süreli karanlığın da bir etkisi vardı büyük ihtimalle. sonuçta bu kadar uzun süre karanlıkta kalmanın, bizim yaşamadan tahmin edemeyeceğimiz bazı yan etkilerinin olması kaçınılmazdı. isveç'ten daha kuzeyde ve bu yarım yıllık karanlığı daha da etkin bir biçimde yaşayan diğer bir ülke olan norveç'ten de norveç black metalinin çıkması basit bir tesadüf olamazdı herhalde. bunun yanı sıra, diğer bir örnek olarak da, bu iki ülkedeki intihar oranlarını verebiliriz. bilindiği gibi dünyanın belki de en rahat birkaç ülkesinden olan isveç ve norveç'teki yıllık intihar oranı, dünyada ilk sıralardaydı. peki bu kadar rahat ve dertsiz olan bu iki ülkenin, dünyanın en çok intihar gerçekleşen ülkeleri olmalarının sebebi neydi? pek çok araştırmacıya göre bu farklı iklimin bunda çok büyük bir etkisi vardı. peki bir de olaya şu şekilde bakalım. düşünün: sabah uyanıyorsunuz, her yer karanlık. okula gidiyorsunuz, ders çalışıyorsunuz, sokakta dolaşıyorsunuz, arkadaşlarınızla buluşuyorsunuz.. yine her yer karanlık. ve bu aylarca devam ediyor. sıkılıyorsunuz. kendinize yapacak bir meşgale bulmalısınız. bu sıkıntıyı bir şekilde içinizden atmalısınız. takvimler sonbaharı gösteriyor ve siz hep bir kasvet, hep bir karamsar karanlık içindesiniz. içiniz sıkılıyor... hüzün ve daha ileri safhası olarak öfke... bundan en iyi kaçış yolu nedir?

    evet... sanat. yaratım.

    ve bu sanatsal dışa vurumu gerçekleştirmek isteyenler için, ilham gelmesi konusunda hiçbir sıkıntı çekilmeyeceği de gayet açık. ilhamı adeta yaşadıkları hayatın kendisinden alıyorlar çünkü. ve karanlık, puslu bir sonbahar akşamüstünde eline gitarını alan farklı farklı yerlerdeki müzisyenler bestelerini şekillendiriyorlar ve isimlendiriyorlar… “forest of october”, “dirge for november”, “december flower”, niceleri…

    sonuç olarak nereye varıyoruz… kabul edilmesi gereken en önemli şey; bu adamlar bu işi bir şekilde çok iyi biliyorlar ve kimsenin yapamadığı kadar iyi yapıyorlar. bu duygu yoğunluğunu ve tükenmeyen yaratıcılığı doğuştan mı taşıyorlar yoksa her sabah kahvaltıdan sonra içtikleri gizli bir iksirleri mi var? ne olursa olsun bir gerçek var: isveçliler bu müziği başkalarının yapamadığı şekilde yapabiliyorlar.

    sebebini merak ederek bir yere varılamayacağını düşündüğümden, bize düşen tek şey “adamlar yapmış” diyerek bu güzellikleri dinlemek.

    acaba göteborg'a gittiğimde musluktan doldurduğum sudan birkaç yudum içsem mi...
17 entry daha
hesabın var mı? giriş yap