9 entry daha
  • öncelikle cahiers du cinema çevresinde buluşan genç eleştirmen topluluğunun, misal almanya'daki yeni dalgacılar gibi (kluge'lerden, lemke'lerden, edgar reitz'dan bahsediyorum, fassbinder ve jenerasyonu sonradan gelir) "babanın sinemasına karşı" yeni bir akım başlatma amacı var mıdır? bilemiyoruz. babanın, holywood'un, sessiz sinemanın tüm filmlerini ezberlercesine izlemiş, saygı ve sevgisinden kırılan bir nesilden bahsediyoruz nihayetinde. yeni bir sinema dili arayışı, godard ve gibilerinde film yapmaya başladıktan sonra ortaya çıkmıştır. "a bout souffle", godard'ın beyanatlarına inanırsak, hüsrana uğramış bir gangster filmi denemesidir, bu hüsrandan sinema dili devrimi doğmuştur: rastlantı diyebilirsiniz, rastlantıya yön veren kabiliyet diyebilirsiniz; bana gerçekçi geliyor. godard'ın sistemli bir rejisör olmadığından bahsetmiştik, ben şahsen sistemli bir sinema dili devrimi yarattığını pek inandırıcı bulmuyorum.

    belmondo'nun, özellikle a bout souffle bağlamında toplum dışı anarşik tavrı son derece politik bir hikayeye işaret eder, bonnie ve clyde'ın politik olması gibi: sistem ve toplum, kendi dışına çıkanı kabullenmez, tükürür. bu işin bir yönü ama pierrot le fou'nun bu izlek üzerinden gittiğini söyleyebilir miyiz? eğer ki konsantrasyonumuz belmondo'nun anna karina için ailesini terkettiği anlardan itibaren aksamaya başladıysa evet, ama aslında hayır.

    "toplum dışına kaçan" adam resmi, filmde karikatürize ve palaspandıras verilir. godard toplum dışına kaçan anarşik aşıklar hikayesi değil, bir "ölümcül aşk" hikayesi anlatmaktadır. "uzaklardan geri dönen yıllar evvelinin gizemli sevgilisi" belmondo'yu monoton yaşamından sıyırıp alır, tekrar büyüler, kullanır atar, ve belmondo intikam alır. benzer izlekler için nasıl örnek vereyim? of all the gin joints in all the world, she has to walk into mine mı diyeyim? godard hikayesinin epik noktalarının farkında bir yönetmen olarak kendi kendine kurduğu kurguyu, yapıyı durmadan kendisi bozar. aniden başlayıp duruveren müzikler, araya giren arayazılar, bazı sahnelerde aksiyonun oynanmak yerine diyalogla verilmesi, veya en dramatik sahnenin finalde sayıklayan amcanın monoloğuyla kesilmesi gibi. tabii reel politik bir olaya göndermeyle ilerlememektedir film. bu açıdan bir tout va bien değildir. ama çok gördüğümüz bir politik gerilim hikaye kalıbını (femme fatale'in binbir numarasıyla kendisini teröristlerin oyuncağı rolünde bulan küçük burjuva adam, hiç olmasa john le carre'de var benzerleri) yeniden sunuşu, bu kalıba bakışımızı değiştiren tavrı ile apolitik bir film, özal sonrası türkiye filmi değildir.

    ha şiirselliğe girmiştik. ben godard ne yapsa şiirsel buluyorum. aşk çok kişinin hissettiği ve anlatmaya çalıştığı ve çok kişinin de anlattığı bir şeydir, ama şair gider öyle bir mısra yazar ki, sanki ilk defa ne olduğunu öğreniyormuşuz gibi hissederiz. sahilde binlerce insan yürümüş, yürürken konuşmuştur. sahilde yürüyerek konuşan binbir insanın filmi vardır; ama tutup bu iki insan konuşurken onları çekmek yerine kumdaki ayak izlerini çeken, bu izlerin gelen dalgalarla silinmesini gösteren bir tek jean luc godard vardır. sırf o an bile, filmi politik, şiirsel, toplumsal, varoluşçu, nihilist, trajik, komik yapmaya yeter.
73 entry daha
hesabın var mı? giriş yap