284 entry daha
  • şahane dolunay var, gerilim had safhada, 3. dünya savaşı senaryoları yine almış yürümüş, dünyanın sonunu konuşmak için daha iyi bir vakit olmasa gerek.

    önceden söyleyeyim ki darılmaca gücenmece olmasın; uzun bir yazı olacak bu. filmin yapısından el almak suretiyle sonu başa alıyorum ve şunu söylüyorum, burada yapacağımız şey melancholia’nın “politics of depression” ya da depresyonun politikasına dair bize ne söylediği ve neden bunu tam da bu zamanda yaptığı. yine affınıza sığınarak şunları da ekleyeyim ki, ona göre pozisyon alın, sonrasında kalbimi kırmayın.

    soundtrack: the evpatoria report albümleri (toplamda 12 şarkıları falan var zaten. gönlüm taijin kyofusho’dan yana.)

    1- türkçe, ingilizce karışık yazacağım – yer yer tabirlerin çeviride anlam kaybına uğramasından ötürü, yer yer bazı ifadelerin türkçe literatürde hiç karşılığının olmaması, yer yer de işime geldiği için. (çevirmeye çalışıp çalışmama hakkım mahfuzdur.)
    2- hayli spekülatif bir yazı olacak, çünkü filmi theoretical fiction (teorik kurgu) şeklinde ele alıp, bunun geleceğe yönelik bir kısmi belgesel olma potansiyelini tartışacağım. buradan hareketle melancholia’yı daha yeni yeni yeşermeye (hehe) başlayan ama tam da adlandırılmamış “ekolojik film” gibi bir janrın örneği olarak ele alacağım.
    3- bu yazının sonunda mutlu bir son yok, nitekim filmin sonunda da yok mamafih kalitesiz bir “ühühüh çok üzüldüm ben ben ben.” ıle de karşılaşmayacaksınız.
    4- “filmi anlamadım.” ve “bence sıkıcıydı.” diyen arkadaşlara kötü haberlerim var (umrunuzda olmasa daha iyi ya neyse) – muhtemelen bu yazıyı da yer yer anlamayacak ya da sıkıcı bulacaksınız. en fazla okumaya devam etmenizi rica edeceğim, bence iyi bir şeyler çıkacak ama hayırlısı. yok derseniz de tatlı canınız sağolsun.
    5- kültürel referans signifier’ları dehlizinde kaybolmuyoruz ve filme dair bulmaca çözme pratiklerini bir kenara koyuyoruz. olayımız tableaux vivant.
    6- bol bol görsel kullanacağım, ekran görüntüleri ve gif formatında, kotanıza hakim olun. fakirlik yapmayın.
    7- melancholia’ya (gezegen olana) metafor demiyoruz, lakin diyenleri de kırmıyoruz.
    8- anthropocene
    9- kendini beğenmiş giriş için özür diliyorum ama aşağıda devamı gelecek, o yüzden çok da dilemiyorum aslında. hıh.

    giriş:
    adeta canlı ve hareketli resimlerle gelen başlangıç, “super slow motion” teknolojisi gösterisinden ziyade, filmin devamında başımıza çok iş açacak olan temporality (zamansallık) kavramıyla yüzleşmenin bir ürünü. hani en basit şekliyle şu; biz her anın gerisinde kalıyoruz, her an tam da o anın ıskalanması şeklinde, ve dolayısıyla anlık travmalar biçiminde, tecrübe ediliyor ve bu kertede zaman bir katastrofinin (bu örnekte yokoluş) karşısında aynı anda hem sonsuzluğa hem de yokluğa giden bir parametre halini alıyor.

    http://imgur.com/2vpawx1

    bu nokta zamanın neredeyse durmuş olmasıyla, kavranamayacak kadar genleşmesi halinden başka bir şey olmasa gerek. dahası, bu yavaşlatılmış çekimler, (yani paradoksal olarak compression ve decompression) biraz da geleceği görmemizi sağlar, anın akışkanlığından ileriye yönelik mantıksal çıkarımlar yapabilme imkanı tanır; suyun tam da nasıl akacağını kestirebilir hale geliriz, hatta akması gereken noktaya varmasını bir beklenti içerisinde isteriz. halbuki “gerçek” zamanda su zaten oraya akmıştır bile, olay olmuş, biz bu gecikme sayesinde esirgenmiş/bağışlanmışızdır. nitekim melancholia’nın dünyaya çarpması zaten olmuş olan bir olaydır, gezegen üzerindeki tüm hayatın bitişi melancholia yönünü, rotasını ve hevesini ortaya koyduğu anda müjdelenmiştir. bizden istenen ise sadece bu olaya şahitlik etmemiz, ve bu “encounter”a olabildiğince, hatta radikalce bir açıklıkla yaklaşmamızdır.

    part1: misery meal: zehir olsa içilir

    yine hayli geç kalınan bir olayla başlıyoruz bu bölüme, düğün. buna dair yazılan çok fazla şey zaten; dekadant bir şölen, uyumsuz ve uygunsuz bir %99’a çok şey borçlu olan %1 ailesi (burjuva de geç), çalışanlara yapılan saygısızlıklar işte efendim kızın saçma tavırları deyip arka plana attığımız ve sinir olduğumuz diğer sahneler. juliette ve etrafının bu şekilde tasvirini bir hayli anlamlı bulsam da buna daha sonra değineceğim; ama orman yolunda limuzin sürüp “event”’e yani olaya (bu noktada düğüne) geç kalmak ile bir kainat faciasına gelişmişliğine inandığımız bilme yöntemleriyle geç kalmak arasında ciddi bir ilişki olduğunu düşünüyorum. tabii ki eğer mesele zamansal sürekliliğe çomak sokmak ise, bu ilk bölümdeki sayısız önseme bunun en önemli araçlarından biri haline geliyor. michael julienne için kaldırdığı kadehi “’ı’m the luckiest man on earth” diye bitiriyor, bitiriyor da tüm bu kadeh kaldırma sürecinde yaptığı üç cümlelik spastik derecede klişe konuşma, bir yandan naiflik ve tecrübesizlik olarak görülürken, belki de bize zaten başlamadan bittiğini işaret ediyor bu şanslılık durumunun. leo “when are we gonna build caves together?” diye sorduğunda justine, yapacağız ama sonra diye yanıtlıyor. bu gibi nice sevimlilikler üzerinden justine’in eşi michael’a dönüp şunu söyleyebiliriz hemen, kendisi naif bir gerçekçidir. bu işi yürütebileceğine inanır, bizim dünyayı yürütebileceğimize inandığımız gibi, ve justine’in hallerinde depresyonu/uzaklaşmayı/yıkımı gördükçe daha da üsteler, sadece biraz daha iyi denersek her şeyi düzeltebiliriz. bunun için kendisine geleceği pazarlar, kötü günlerinde yüzüne bir gülümseme kondurma ihtimali olan bir elma bahçesinden (garden of apples – eh utan be hıristiyan) bahseder. bir aklanma, baştan başlama, aynı hataları yapmama, günahlardan arınma ve belki bu seferlik “o” elmayı yememe imkanı vardır. justine, michael’ın bahsettiği yerin fotoğrafını alır ve “ı’ll always keep it with me.” der. der de, 15 saniye sonra şunu görürüz.

    http://imgur.com/i6kcjzz

    bu ikilinin ilişkisi zaten romantizmin depresyonun karşısındaki çaresizliğini, hatta irrite ediciliğin göz önüne serer. buradaki romantizm, sadece “hehe ilişkili, sevgilili” romantizm değil, bir düşünce ve politik akım olarak avrupa medeniyetinin zihnini adeta esir alan, kendisine sürekli “rejuvenation” kapıları arayan (çünkü kaybedilenin kazanılması lazımdır ve cennetin kapılarını dünyada bulabiliriz.) bunu yer yer ırkçılıkta, yer yer sömürgecilikte, yer yer de humanizmde bulan bir romantizm biçimidir. nitekim son düzlükte michael, justine’ı tekrar kurtarmaya, onarmaya, düzeltmeye kısaca her şeyi normale döndürmeye çalışır. ama ortada tamir edilecek bir şey kalmamıştır.

    m: this could have been a lot different.
    j: yes, michael, that have been. but, michael... what did you expect?

    “ne bakıyon gardaş, burası türkiye” tadında olsa da azıcık, aslında bazı şeylerin o kadar da değişik olamayacağını söyler justine, hele hele ısrarla aynı tarihsel ve ilişkisel ağların tercih edildiğinin farkına varırsak. bununla yüzleşemeyen michael çekip gider; yüzleşmeye çalışan ve hiçbir zaman başaramayan claire kalır geride. tabii burada claire ve justine’in kendi aralarındaki konuşmaya da bakmakta fayda var, nitekim bu “yüzleşememe” hali filmin ikincisi yarısının teması olarak bize dadanacaktır.

    c: what's going on, justine?
    j: ı'm trudging in through this... praying really hard. ıt's clinging to my legs. ıt's really heavy to drag along.***
    c: no, you're not.
    j: ı know you'll hate to hear it.
    c: don't say a word to michael. // söyledi : ( //
    ****: http://imgur.com/ysw2ubd hatırladık mı?

    not edilecek bir kaç şey daha var bu bölüme dair. leo’nun justine’e “aunt steelbreaker?”dediğinde, justine’in, o şımarık görünen, aklı havada, patronuna siktiri çeken, golf sahasında biriyle sevişen, kısacası sağdan sola savrulan nevrotik kadın imgesi (ki gayet bilinçli bir zıtlama vardır burada) gider, yerine “that’s exactly who ı am.” diyen bir kadın gelir. bu çelik muhabbetine de geri geleceğiz, neden steelbreaker? ve nasıl steelbreaker? bölüm sonu olarak ise şunu hatırlayalım, justine’in depresyonunun, vücutsal tükenişinin zirve yapışı – bu da kendisinin teleskoptan bakmasının akabinde gerçekleşir, çünkü teleskoptan bakmak geçmişe, belki de diğer bir şekliyle “olmuşa” bakmak demektir.

    encounter’a hoş geldiniz.

    part2: encounter: karşılaşmak, yüzyüze gelmek, çarpışmak

    geldik dananın kuyruğunun yavaş yavaş, aheste aheste koptuğu yere. (1 saat) zamanın bu kadar kurcalandığı bir filmde aksi türlüsünü beklemek biraz kerizlik olurdu zaten herhalde. justine depresyonla tamamen paralize olmuş bir halde, ama dikkatimizi bu sefer claire’e kaydırırız biraz, çünkü ilk fırçayı john’dan yer kendisi: “have you been going online?” şeklinde. melancholia’nin varlığının yarattığı gerilime karşı kayıtsız kalamaz, çekime kapıldığı ve internet üzerinde araştırma yaptığı her noktada ise john bir karşı-çekim rasyonelitesiyle hazır beklemektedir.

    c: ı'm afraid of that stupid planet.
    j: that stupid planet? that wonderful planet, you mean. first it was black, now it's blue. blocking antares, hiding behind the sun. darling, this is going to be the most amazing experience we will have in our lives. ıt won't be here in five days, and it is not going to hit us. just like it didn't hit mercury, as we knew it wouldn't. and it didn't hit venus, as we well knew it wouldn't. and it won't hit earth, as we know it won't. claire, look at me. sweetheart, you have to trust a scientist.
    c: they say that it will hit...
    j: no they don't, that's not true. not the real scientists. now, the prophets of doom they'll write whatever they can to get attract attention. but the real scientists, all of them agree. melancholia is just gonna pass right in front of us. and it's gonna be the most beautiful sight ever. now, ı wish you'd watch it through the telescope with me. please.
    c: no, ı'd better not.

    claire’in melancholia’ya dair anksiyetesi tekrar tekrar kendini manifest ettikçe, john bir karşı argümanla hazır beklemektedir. tabii burada john’a biçilen rolü ve neyi işaret ettiğini kestirmek o kadar da zor değil, bilimsel erkin kendini ısrarla ve kibirlice sirkülasyona sokma biçimlerini film tekrar tekrar önümüze sürmekte nitekim.

    http://imgur.com/xn4nqkd

    işlerin yavaştan karışmaya, kızışmaya (en azından seyircinin gözünden) nokta ise buraya tekabul ediyor. claire’in çıktısını almaya çalıştığı döküman, çıktısını almaya çalıştığı şey tarafından kesintiye uğradığında yanılma ihtimalini her daim bilen, ama bunu itiraf etmeyen/edemeyen john tekrar claire’in hallerinin saçmalığından dem vurur, bir yandan da huzur ve mantık önerir. bu huzurun içinde güvenliliği, tekliliği ve azameti bilimsel bakışla ispatlanayazılmış bu olaya tanıklık çağrısı da vardır; hani çocuğa ıspanak yedirir gibi düşünebiliriz belki ha? (-cidden bak la bebe, çok güzel tadı. -yemicem.) diğer yanda claire, john’a ne kadar güvenmez ise (çünkü yaklaşan gezegenin tekinsizliği hayatını bilime adamamış biri için fazlasıyla büyüktür) justine’ı ise o kadar anlamaz, anlayamaz.

    c: john is quite calm about it.
    j: does that calm you down?
    c: yes, of course. well, john studies things. he always has.
    j: the earth is evil. we don't need to grieve for it.
    c: what?
    j: nobody will miss it.
    c: but where would leo grow up?
    j: all ı know is... life on earth is evil.
    c: there may be life somewhere else.
    j: no, there isn't.
    c: how do you know?
    j: because ı know things.
    c: oh, yes, you always imagine, you did.
    j: ı know we're alone.
    c: ı don't think you know that at all.
    j: six hundred and seventy-eight. the bean lottery. nobody guessed the amount of beans in the bottle.
    c: no, that's right.
    j: but ı know. six hundred and seventy-eight.
    c: what does that prove?

    j: that ı know things. and when ı say we're alone... we're alone. life exists only on earth. and not for long.
    bu tartışmayı azıcık öteye atıp, encounter’a açık olma, tanıklık edebilme haline geçmek istiyorum – çünkü bu ikisini birbirine bağlamaya çalışmak bir sebep sonuç sorgulamasını da beraberinde getirecek.

    burada üç sahneyi ayırıyorum, ilki melancholia’nin yaklaşmasından ötürü değişen havaya claire ve justine’in tepkileri, ikincisi melancholia’yi tüm ailenin farklı noktalardan izlediği kısım, ve üçüncüsü de justine’in kabullenişine dair olan.

    1- http://imgur.com/smtgxnu – justine & http://imgur.com/zwmiwkl - claire
    2- http://imgur.com/or73m3t - claire, evin içinde ve kaygılı & http://imgur.com/yd2ns1v - john, encounter’a bakmıyor, hatta leo’yu da baktırmıyor ama teknolojik bir araç sayesinde kaydetme arzusunda & http://imgur.com/v5ojqkz - justine, yine justine ya

    hatta şöyle bir uzaklık sıralaması bile yapılabilir melancholia’ya doğru.
    claire ------------------- leo + john --------------------- justine ------------------------------ melancholia
    3- http://imgur.com/fuv45lw - justine, sona açılırken & http://imgur.com/bneup9b - claire, melancholia’dan mı yoksa justine’den mi daha rahatsız olduğunu kestiremediğimiz bir noktada.

    şimdi bu açık olma halini biraz tartışalım. buradaki ifadeden kastım, kişinin etrafına, insan ve insandışı ihtimallere, objelere, güç, akış ve etkileşimlere dair bir belirli bir “duyarlılık” gösterme ve bunu “ciddiye” alma hali. bir tarot, fal, doğu mistisizmi ya da çakradan falan bahsetmiyorum burada, birebir yaşayan veya bize göre yaşamayan (life barındırmayan) ama kendi formlarında ifade etme, etki etme ve karar verme kapasiteleri bulunduran taş, toprak, tirbüşon ve diğerlerine bir uyum gösterme, bir “attunement” ihtimaline refere ediyorum. zaten melancholia’ya olan mesafeler bu yüzden önemli: claire hala öteki olan objenin kendi başına ne iş getireceği anksiyetesi ile yüzleşemeye çalışırken, john bilimsel bakışıyla ötekine dair o kadar da yabancı olmayanı görebilmiş, fakat bunu hala kontrol ve zaptetme hevesi altındadır. justine ise olabildiğince açık bir şekilde, gözle görebileceğimiz en yabancı bir ışığın altında güneşlenirken (haha), ötekiyi bedeniyle buluşturacak derecede özgürleşmiş bir konumdadır, daha doğrusu justine’in kendisi ve bedeni bu encounter’ı yaşamayı afford edebilen (karşılayabilen, gücü yetebilen) bir konumdadır. bunu afford edemeyenin ne olduğunu ise şu iki sahnede görüyoruz.

    http://imgur.com/mi8fsht
    http://imgur.com/ydvqt0u

    filmin en kıymetli noktaları olarak buraları gördüğümü ifade etmeliyim öncelikle. özellikle ikinci sahnedeki odak kayması, melancholia’nın çeliğin ve insan gözünün sınırlarını yırtması bence bir hayli ürkütücü ve etkileyici. nedir peki bu yırtılma? öncelikle kullanılan aleti hatırlayalım, çok da bir numarası yok ama ısrarla çelikten yapıldığı vurgulanıyor filmde, zaten “steel” kelimesinin geçtiği tek yer –“steelbreaker” hariç. (this is gonna be gooooood.) basit bir alet, yaşlısından gencine, ahmağından akıllısına herkesin kolaylıkla kullanabileceği ve objektif bir gözlem yapabileceği bir düzenek. hatta öyle iyi niyetli bir cihaz ki bu arkadaş, milyarlarca insanın ölümün kıyısından döndüğünü bile müjdeleme potansiyeline sahip yer yer. http://imgur.com/klab6oo

    tekrar yukarıdaki iki sahneye dönelim, melancholia’ya bu cihazla bakılan. ılkinde ne görüyoruz? bilimsel bir kurgulama doğrultusunda çalışan ustalıklı eller, uzaklaşan bir gezegen ve çelik. peki ya ikincisinde? extinction. ve buna eşlik eden çelik. hatta bundan mutlu olan çelik.
    “abi saçmalama?” aga dur.
    eğer ki madde üzerinde hiçbir zaman nihai bir kontrolden bahsedemeyeceksek, ya da şöyle ifade edeyim, maddenin (bize göre canlı olmayanın) insanla olan ilişkisi bizim uzmanlığımızla beraber maddenin bizimle işbirliği yapmasına bakıyorsa, o zaman gerçekten dünyanın kötü olabileceğinden söz edilebilir. tekrar deneyelim yukarıdaki görsellere dönerek; ilk sahnede claire john’dan öğrendiği üzere (bilimsel) çeliği (madde) elleriyle eğip büker (pratik) ve melancholia’ya (encounter – extinction) doğru bir gözlem yapar. ıkincisinde ise çelik eğilip bükülmeye gelmez, çünkü gerçeğin (gözlemlenemeyecek kadar korkunç olanın) ağırlığı bizim olaya bakış açımızı yerle yeksan eder– ki bu parçalanmanın sonu john’ın intiharında tezahür olur. burada john’ı korkak olarak addetmiyorum, “çocuğunu arkada bırakıp gitti kendini öldürdü öyle baba mı olur oçoç” demek aşırı manasız bir yorum; hatta yaptığında bir cesaret kırıntısı olduğunu bile düşünebilirim. nitekim nasıl ki daha önce melancholia’nın dünyaya çarpmayacağından emin olsa da, bilimsel olandaki uncertainty’ı de inkar etmemişti, bu sefer de aynı yolu seçip sonuna kadar mücadele edebilir, şansını deneyebilirdi. lakin bunu yapan claire olur, çünkü ne şanssızdır ki bu encounter’a açıklık konusunda kendisi john’ın bile gerisindedir en nihayetinde epistemolojik olarak çatlakları olsa da. claire kaçmaya çalışır, ama arabalar dahi ihanet eder kendisine. justine’ı “steelbreaker” yapan da tam budur. insan dışında kalana açık olabilme potansiyeli. bu yüzden çelikkırandır, ama bu çelik maddesinin fiziksel bir hasara uğratılmasını işaret etmez. bu bizim çeliğe, doluya, elektromanyetik dalgalara, radyasyon bulutlarına, melancholia’ya, ve geride kalan her şeye bakışımızı ve bilme yöntemlerimizi kırar (steel as we knew it), ve sadece ölüm yaşam arasındaki ilişkiyi değil, “planet” ile “psyche” arasındaki ilişkiyi yeniden hayal etmemizi sağlar.

    c: ı want us to be together when it happens. outside on the terrace. help me, justine. ı want to do this the right way.
    j: better do it quickly.
    c: a glass of wine together, maybe?
    j: you want me to have a glass of wine on your terrace?
    c: yes, would you do it, sis?
    j: how about a song? beethoven's ninth... something like that? perhaps we could light some candles. you just want us all to gather on your terrace. sing a song and have a glass of wine... the three of us.
    c: yes, that would make me happy.
    j: do you know what ı think of your plan?
    c: no. ı only think that he (leo) might like it.
    j: ı think it's a piece of shit.
    c: justine, please... ı just wanted to be nice.
    j: nice? why don't we meet in the fucking toilet?
    c: then let's not.
    j: you're damn right, let's not.
    c: sometimes ı hate you so much, justine.

    işte planet’in sonunu bile hüküm altına alma, tamir etme, güzelleştirme, onarma, geliştirme, güncelleme ve daha nicelerinin sona erdiği yer buradadır. (bunun ufak versiyonunu michael ile olan son konuşmalarında görmüştük.) claire’in kıyameti bile burjuva etiğine, estetiğine ve ahlakına sarma çabası afedersiniz ama o biçim siktir edilmiş, anlamsızlaştırılmıştır. claire hala kabullenemediği olayı kendi sembolik düzenine çekmek adına gündelik pratiklerine ya da normative sorgulamalara (leo nerede büyüyecek?) sığınmaya çalışırken justine buradaki çıldırtan banaliteye hem küfreder, hem de kendini yine ötekine açarak cevap verir. nitekim justine’ı, leo’ya karşıysa merhametliymişçesine gösteren içindeki feminen bir annelik iç güdüsü, bir kadınlık kaçınılmazı değil, leo’nun bizim rasyonel dogmalarımızdan nasibini almamış, ve bu kertede açıklığı bir şekilde tecrübe edebilen/hissedebilen bir kardeşimiz olmasıdır. gelelim filmin sonuna.

    http://imgur.com/imkil0j

    karşılaşma anına dair bir şey söylemek istiyorum sadece, leo’nun gözleri kapalı, yani olanı görmüyor, justine’in sırtı dönük, yani olanı görmüyor, olanı gören, en sonunda belki isteyerek belki de istemeyerek nihayetiyle yüzleşen, hatta yüzleştirilen claire oluyor. justine’in zaten bütün bunları “bildiği” için yüzleşmek zorunda kalmamasını daha önceleri bir ayrıcalık olarak görüyordum, aslında “en nihai dehşeti hiçbir zaman yaşamak zorunda kalmayışı” çok büyük bir şanslılık gibi canlanmıştı gözümde. filmi ilk izlediğimde ise claire’in oğlunun ellerini bırakıp kendi delirişi içinde kayboluşu tüylerimi diken diken etmişti. bunun neden yanlış olduğu kanısına vardığıma da şimdi geldiyoruz.

    part3: ending credits (krediyi tükettik)

    gerçekten derin bir üzüntü/depresyon halinde, dünyanın kendisi transformasyona uğramış gibi gibidir: hani uzüntüyle boyanmıştır her şey, ya da biçimi bozulmuştur. (http://imgur.com/he1ekbo) bunun kaynağı biraz da bir kasvet, harabelik halidir; ve o haldedir ki insana dünya donmuş ve yeni olan hiçbir şey mümkün değilmiş gibi gelir. bu, bazen kendini şiddet paroksizmleri olarak gösterir, ani krizlerle gerçeği kabuğunu kırma çabası, içeride tıkılıp kalmış özü serbest bırakma arzusu olarak dışavurur. ama bazen bu, sadece bazen, kişiyi kendinden ve özünden öylesine uzaklaştırır ki, öyle bir noktaya alıp bırakır ki, bu noktada kişi yeni bağlılıklar, yeni sadakatler, yeni sorumluluklar bulur dünyaya dair ve insan bunlar sayesinde yeni bir varolma mantığının, ya da “başka bir şekilde” devam etmenin yollarının bulunması gerekliliği ile yüzleşir.
    bundan ötürü, justine bir şeyleri “bildiği” için depresyonda değildir. (dücane cündioğlu’nun yazısının en büyük yanlışı zannımca.) tam tersini de savunmuyorum, yani depresyonda olduğu için bir şeyleri biliyor gibi bir iddia yok ortada. ama aslında burada işin özüne geliyoruz, justine depresyonda olduğu için bir şeyleri bilme ihtimalini kendi içinde barındırır – zaten o barındırma hali bir benlik olma halinin sınırlarının erimesini teşkil eder; yeni bilme, tecrübe etme, anlama ve yüzleşme kapıları açar onun için ki bu sayede sonu böylesine “güzel” karşılayabilir. ve bu güzel olanda, allah için etik bir şey var ya, böyle battaniyelere sarıp sevmelik bir hal bu. (justine’den bahsetmiyorum, depresyonun tam kendisinden ve hayata geçirdiği reaksiyondan bahsediyorum) ama burada hiç nefes almadan, şunu da hatırlıyoruz, tamirin, mühendisliğin, organizasyonun ya da sistemin bittiği bir noktadayız – hem bireysel, hem de gezegensel olarak ve justine olmaya giden bir yol yok- justine’ı olduğu gibi yapan şeyin depresyon olduğu ortada olsa da, depresyonun kendisi her daim bir nedensellik sorgulamasına direnir halde. buraya bir şerh düşelim.

    l: the magic cave...
    j: yep.
    l: ıs that something everybody can make?
    j: aunt steelbreaker can.

    peki neden şimdi? melancholia’yı bu noktada bu kadar kıymetli yapan şey nedir? cevap: anthropocene. üzerine yazılmış bir hayli şey var, ama en basit haliyle insanların tarihte ilk defa coğrafi olarak dünyanın şekil ve şemalini belirleyici en büyük güç olmasına refere eder bu tabir. başlangıcını, yerleşik tarım olarak alan bilim insanları da var, endüstriyel devrim de, ama son kertede en çok dolaşıma sokulduğu konu iklim değişikliği ve küresel ısınma. bunu tabii ki de “dünyayı çok yorduk :(“ çizgisine getirmekten imtina ederim, nitekim bu kavramın içinde başka şeylerin (geo-engineering’den tut, space colonization’a kadar) yanı sıra kaderini ve gezegenini kendi yapan/yazan bir organik grubun (insan) tahayyül etmekten büyük haz aldığı tüm kıyamet senaryoları da var. fredrick jameson’ın bir sözü vardır “kapitalizmin sonunu hayal etmek, dünyanın sonunu hayal etmekten daha zordur.” diye. ışte bu söz, bu ekonomik pratikler bütünün kanımıza ne kadar işlediğini işaret etmekle beraber, belki de bir yandan dünyanın sonunu düşünmeye ne kadar hevesli olduğumuza da bir selam çakar: zombi istilaları, salgın hastalıklar, nükleer savaşlar, terörizm, dünyaya ay çarptı, dünyaya güneş çarptı, dünyaya astroid çarptı, dünya çok ısındı, dünya çok soğudu, su bitti, viski bitti ve diğerleri. melancholia’nın da işte tam bu dönemde denk gelmesi çok önemli, çünkü aşağı yukarı aynı kefeye koyulduğu filmlerle arasında ciddi büyük bir fark var, ve bu türün temsilcilerinde çoooook nadir görünen bir şey bu. melancholia size kurtuluş önermiyor. size kaçış önermiyor. absolution yok, redemption yok, aklanma, affedilme, bağışlanma hiçbir şey yok. bizi asla düşünmediğimizle karşı karşı bırakıyor, soykırım. etnik, dini ya da kültürel olmayan, ayrım yapmayan, yapma ihtiyacı da duymayan bir soykırım. elbette bundan etkilenmelerin derecesi de var, melancholia en nihayetinde bayburtta geçmiyor; dahası eğer tıpkı senaryodaki ki gibi felaket çoktan geldiyse ve bize kalan sadece tanıklık etmekse, zaten dünyanın dört bir tarafında bu mahvoluşa tanıklık ediyoruz. cnn türk’te “70 yıl içinde ıstanbul su altında kalacak sayın izleyiciler, yapımıyla iklimi alt üst eden yüzlerce cihaz sayesinde bu haberlere eriştiniz.”ı görüp geçmek gibi değil bu. şunun ayrımını yapıyorum ama hemen belirteyim, burada primitivist bir politik görüşe destek vermiyorum, mesele teknoloji düşmanlığı meselesi de değil. tam aksine iklim dediğimizin sadece hava şartlarından ibaret olmayan, insanı ve doğa arasındaki çizgiyi kırıp geçen, organik ve inorganik teknolojilerin kompozisyonlarının sürekliliğini tehdit altına alan üretim ilişkileriyle alakası olan her şey olduğunu düşünüyorum. teknoloji evimizdeki televizyon da olabilir, mumbai’nin göbeğinde insanlar su şebekesine erişemediği için çatıları donattıkları plastik kap ve boru sistemleri de, hayatını telefon bataryalarına adamış birinin gen havuzuna çaktırmadan işlediği kurşun da. ve buradan çıkabilecek ihtimalleri önceden iyi ya da kötü diye kestirip atmak imkansız, dahası anlamsız.

    http://imgur.com/g9ybshy

    ama şunu da göz ardı etmemek gerekiyor, bak şimdi nasıl paris olayına bağlıyorum, en azından düşünsel olarak bir devrime ihtiyacımız var. en son terör ve savaş olaylarıyla beraber, yeniden ulus devletin vatandaşı koruması gerekliliği ve ön kabulu tekrar tekrar ortaya çıkıp, bizi ellerinde silahlarla selamlarken biz gözümüzü paris climate conference 2015’e kapatıverdik. yine bildiğimiz, aşina olduğumuz, belki de kolay olduğu için devam ettiğimiz bakma ve anlama yöntemlerine sığındık, belki de dünyanın gerçekten kötü bir yer olduğu ihtimali hiçbir zaman baş edemeyeceğimiz kadar korkutucu ve bizim buna ihtiyacımız var.

    melancholia bu yüzden kıymetli. bizi bu sonla, kaçış kapısı bırakmadan, ümit vermeden, gerçekten ama gerçekten oturup ve biraz da vahşice yüzleştirdiği için. ya da bunu denediği için. çünkü tüm yıkım senaryolarının ya da uzay keşiflerinin her türlüsünün, bir yeniden başlangıç algısından kurtulmadığı sürece, insanı her şeyin merkezine koyarak yaşamamayı seçmeme gibi ne bir lüksü ne de bir tecrübesi var. en son mars gelişmelerinin ikinci gününde gazetelerin, mars’taki kolonilerin nasıl askeri ve bilimsel bir zeka ile yürütülmesi gerektiğini yazdığı bir dünyada, içimizdeki otoriter eğilimleri ve her zaman bir şekilde kurtarılacağımız algısını kırmaya çalıştığı için. bizi evrensel olmayan ama gezegensel olan bir düşünme motifiyle aşinalaştırdığı için. (evrensel olmayan 1- tüm evreni kapsamayan, yani yine biz yaptık, insan siker ohooo tüm evren bizde abi kafası yaşamayan 2- evrensel değerler muhabbeti işte politik falan, kendini tüm insanlığa empoze etmeyen). ve en nihayetinde yaşamakta olduğumuz ya da yaşayacağımız felaket geldiğinde claire olmamanın yollarını en azından keşfe çıktığı için. çünkü o umut ve dehşet, güzel olanı öldürüyor.

    umarım yardımcı olabilmişimdir.

    ekleme 1: çok yeni, suriye savaşı ve iklim değişikliği üzerine.
    https://www.washingtonpost.com/…461549074&tid=ss_fb
160 entry daha
hesabın var mı? giriş yap