1 entry daha
  • "simon yazmayı bıraktı... sonra rosa'nın yanına, banliyöye gitti ve ona şunları söyledi: "belki yakınlarda küçük bir taşra şehrinde işe girerim; benim için düşünülebilecek en güzel şey olurdu bu. küçük bir şehir harikulade bir şeydir gerçekten. orada acayip az bir paraya tuttuğum eski, rahat bir odam olurdu. işten odaya birkaç adımla kolayca varılırdı. sokakta tüm gençler insanı selamlar ve kendi kendilerine, bu genç beyefendinin kim olabileceğini düşünürlerdi. kız çocuk sahibi kadınlar, kızlarından birini zihinlerinde bu insana eş olarak bile verirlerdi. bukleli saçları ve küçük kulaklarından sarkan ağır küpeleriyle en küçük kızları olurdu bu. işyerinde zamanla vazgeçilmez kılardım kendimi ve şef benim gibi birini almış olduğu için mutlu olurdu. akşamları eve geldiğimde, ısıtılmış odada oturulur ve belki de içlerinden biri imparatoriçe eugenie'yi, bir diğeri de bir devrimi gösteren, duvarlardaki resimlere bakılırdı. evin kızı girerdi belki içeri ve belki bana çiçekler getirirdi, neden olmasın? insanların birbirlerine böylesine şefkatle yaklaştıkları küçük bir şehirde mümkün değil midir bunların hepsi? ama günün birinde, ılık, aydınlık öğle saatlerinde, aynı kız çekinerek kapıma, yeri gelmişken söyleyeyim, rokoko döneminden kalma bir kapıya vurur, kapıyı açar ve odama girerdi ve güzel başını, sonsuz bir incelikle yana eğerek şöyle derdi bana: 'nasıl da sessizsiniz daima, simon. öylesine alçakgönüllüsünüz ki ve hiçbir istekte bulunmuyorsunuz. şu ya da bu eksiğim var demiyorsunuz. her şeyi olduğu gibi kabulleniyorsunuz. korkarım, memnun değilsiniz.' ben güler ve yatıştırırdım onu. sonra ansızın, sanki tuhaf duygulara kapılmışçasına, şunları söylemek gelirdi aklına: 'şu masanın üzerindekiler ne kadar sessiz ve güzel çiçekler. sanki gözleri varmış gibi görünüyorlar ve sanki gülümsüyorlarmış gibi geliyor bana.' bir küçük şehir kızının ağzından böyle bir şey duymak şaşırtırdı beni. sonra ansızın, orada duran ve tereddüt eden kıza doğru ağır adımlarla yürümeyi, kolumu onun beline dolamayı ve kızı öpmeyi doğal bulurdum. izin verirdi buna, ama insanın kötü düşüncelere kapılmasına yol açacak şekilde değil. gözlerini sımsıkı kapardı ve kalbinin çarptığını, güzel, yuvarlak göğüslerinin dalgalandığını duyardım. bana gözlerini göstermesini rica ederdim ondan; bunun üzerine gözlerini açardı ve ben, açılmış, soran gözlerinin göğüne bakardım. bu uzun bir yakarış ve bakış olurdu. önce onun yalvaran bir bakışı olurdu, ardından bu beni de ona aynı biçimde bakmaya iterdi, sonra tabii gülmekten alamazdım kendimi ve o buna rağmen güvenirdi bana. ne harika olurdu bu ve insanların bakışlarla çok şey söyledikleri küçük bir şehirde olabilir de. onu o tuhaf kıvrımlı ve kavisli ağzından yine öper ve pohpohlardım, öyle ki pohpohlamalarıma inanmaktan alamazdı kendini ve o zaman bunlar salt pohpohlama olmaktan çıkardı ve onu karı olarak gördüğümü söylerdim ona, bunun üzerine, başını yine öyle olağanüstü bir biçimde yana eğerek 'evet' derdi. çünkü ben onun ağzını, bir çocuğu susturur gibi örttüğümde onu öpücüklere boğduğumda bir coşku ve zafer tebessümünü bastıramayan bu muhteşem kadın, nasıl karşılık verebilirdi ki bana? tabii, o muzaffer olurdu, bense onun fethettiği; çok geçmeden anlaşılırdı bu zaten, çünkü onun kocası olur ve böylece tüm hayatımı, özgürlüğümü ve dünyayı görmek için duyduğum tüm arzuyu ona feda ve armağan ederdim. artık daima onu izlerdim ve hep daha güzel bulurdum. evleninceye kadar, onun peşi sıra saçtığı cazibelerinin ardından bir dalgacı gibi koştururdum. akşamları, sobanın ateşini yellemek üzere odada yere diz çöktüğünde ona bakardım. çok gülerdim, bir budala gibi, sırf şefkatin fazlasıyla ince kelimelerini durmadan kullanmamak için ve yüzünde acının hatlarını yakalamak için belki de ona sık sık kaba davranırdım. böyle bir davranış ardından, bakmadığı bir anda, yatağının önüne gizlice diz çöker ve ona yokluğunda tapınırdım hiç duraksamadan. belki de hatta boyalı kundurasını ağzıma bastıracak kadar çıkardım yoldan; çünkü küçük, beyaz ayaklarını içine soktuğu bu nesne, tapınmaya fazlasıyla yeterdi, tapmak için çok şeye gerek yoktur zaten. sık sık yakındaki yüksek kayalara tırmanırdım, uçurumların üzerinden, küçük ağaç dallarına tutunup kendimi kaygısızca yukarı çekerek ve tepede, kaymış bir kayanın üzerinden aşıp sarımsı bir çayırlığa uzanır, aslında nerede olduğumu hatırlardım ve elbette sevilen, ancak her şeyi isteyen bir kadınla birlikte böyle sıkıcı bir hayat yaşamanın yeterli olup olmadığını sorardım kendime. böyle sorular karşısında sadece kafamı sallardım ve sapasağlam duyularımla küçük şehrin uzandığı aşağıdaki ovaya karşı düşlere dalardım. belki yarım saat süreyle ağlardım özlemimi yatıştırmak için, neden olmasın ve sonra yine sükunet ve mutluluk içinde uzanırdım oraya, güneş batıncaya kadar, ardından aşağıya iner ve kadınıma elimi uzatırdım. her şey biter ve bir kapana girmiş olurdum, ama bu katı, buyurgan sona tüm kalbimle sevinirdim. geçmişte kalanlar güzel bir güneş gibi batardı ve göz ucuyla bile bakmazdım onun ardından; çünkü bunu tehlikeli bulur, bir zaaf gibi görürdüm. zaman geçerdi ve bu kez şefkatimizin yöneleceği sureti bulmak için artık çiçeklerin üzerine değil, çocukların üzerine eğilir ve onların gülüşleri ve sorularıyla büyülenirdik. çocuklarımıza duyduğumuz sevgi ve onların isteklerine bağlı binlerce sıkıntı, bizim kendi sevgimizi daha yumuşak ve daha da büyük kılar, ama sessizleştirirdi. karımı hala beğenip beğenmediğimi kendime sormayı asla düşünmezdim ve güdük, eksik bir hayat yaşadığımı kabullenmeyi asla aklımdan geçirmezdim. hayatın sağladığı tüm görgüyü edinir ve kaçırmış olduğum her türlü zari,f serüveni başıma kakan ve gözüme sokan düşüncelerden zevkle vazgeçerdim. 'bundan böyle ne var kaçırılmış olan?' diye, huzur içinde ve düşünüp tartarak sorardım kendime. daha sağlam bir insan olmuştum, hepsi buydu ve karımın ölümüne kadar da böyle kalacaktı; belki benden önce ölecekti karım. ama bundan ötesini düşünmek istemem; çünkü bu güzel geleceğin karanlığında, fazlasıyla uzaklarda kalıyor gerisi..."

    robert walser, sandro'yu deşifre ediyor.
4 entry daha
hesabın var mı? giriş yap