8 entry daha
  • gelmiş geçmiş en büyük ingiliz ressamlardan joseph mallord william turner'ın hayatını, ölümünden 163 yıl sonra beyaz perdeye taşıyan filmdir. mike leigh tarafından yönetilen bu biyografik dram filmi, turner'i canlandıran timothy spall'e cannes film festivali'nde en iyi erkek oyuncu ödlünü getirdi.

    leigh ve spall, turner'i hiç durmaksızın üreten çirkin ve kaba bir adam olarak betimlemişler. ingiliz romantisizm'inin john constable ile birlikte en önemli temsilcilerinden olan ve sonraları izlenimciler ve özellikle claude monet üzerinde derin izler bırakan turner'in kişisel bir ifadecilik peşinde koşarken konusunun peşine nasıl sürüklendiğini ve dönemine göre nasıl cesur bir anlatım biçimine sürüklendiğini anlatıyor film. londra'daki evinde kendisine bir asistan olarak hizmet eden babası ve hizmetçisiyle yaşayan turner, sıkça seyahatlere çıkarak çalışmaları için uygun doğa görünümleri peşinde koşuyor.

    filmin hayalkırıklığı yaratan yanlarından birisi, yönetmen leigh'in ünlü ressamın dehasına yeterince sokulamaması ve deyim yerindeyse turner'in sanatını karikatürize etmesi. mike leigh, turner'i sanatında ayrıcalıklı bir yere sahip olan ve resimlerinde izinden gittiği fransız ressam claude lorrain ile ilgili dönemin önemli eleştirmenlerinden john ruskin'in ağır eleştirilerine bile sanatçının oldukça yapmacıklı bir savunu yaparken gösteriyor filmde. john ruskin ise ağzı iyi laf yapan bir budala olarak resimlenmiş. her ne kadar mike leigh, farklı insan durumlarına, glüünçlemelerine yönelirken, onlardan zengin bir laboratuvar malzemesi olarak yararlanmak istiyorsa da bu yaklaşımlar zaman zaman yüzeysel ve sığ bir nitelikte idi.

    elbette bu filmi bir belgeselden öte dramatik bir anlatım olarak kabul etmek gerekiyor. filmin bir sahnesinde turner, genç bir fahişenin resmini yaparken birden hislenerek hıçkırıklara boğuluyor ve acı çekiyor. leigh, bu detaylarda kendi anlatım dilinde önemli bir yer tutan insan psişesinin derinliklerine ve anlatılması güç yönlerine parmak basıyor.

    film çoğunca iç mekanlarda geçiyor ve zaman zamansa londra'nın 19. yüzyıldaki resimsel atmosferini sunuyor bizlere. leigh, kusursuz sahneler çekmiş ve bundan ötürü de film en iyi sinematografi dalında da ödülle döndü cannes'dan.

    özellikle ressamın hizmetçisi hannah'ı canlandıran dorothy atkinson müthiş bir iş çıkarmış. kambur ve çirkince bir kadın olan hannah, ressamın cinsel ihtiyaçları da dahil her türlü gereksinimini yerine getirirken, ressama olan gizli ve çaresiz aşkıyla sürekli için için acı çekerken gösterilmiş.

    filmin en önemli vurgulamalarından biri de o dönemde londra'da fotoğrafın nasıl varlığını hissettirdiğiyle ilgili. daguerrotype ile portreler çeken john mayall'ı ve turner'in fotoğrafın gelişimine duyduğu ilgi ve endişeyi de gündeme getirmiş leigh.
18 entry daha
hesabın var mı? giriş yap