8 entry daha
  • 11-12 yaşlarındaydım. uzun süren bir bekleyiş sonucu sahip olabildiğim kıymetli bir playstation'ım vardı. her ne kadar, oldum olası, tek başına vakit geçirmekten hoşlanan biri olsam da, o sıralar bütünüyle kafa dengi olduğum benden 4 yaş büyük kuzenimin ziyaretlerini dört gözle beklerdim. geldiği zaman, tüm gün ve gece playstation'ın başından hiç ayrılmazdık: winning eleven, iss, duke nukem gibi oyunlar oynar, sıkıldığımızda ise aynı masada sohbet eder, güler, eğlenir, ancak gecenin derinliklerinde yorgun düşerdik.

    bu çok beklenen ziyaretlerden biri daha gerçekleştiğinde, hayatımın seyrini değiştirecek yeni bir sayfa daha açılıyordu. o güne dek futbol oyunları dışında hiçbir çeşit oyuna merak salmayan ben, kuzenimin elinde paketini tuttuğu oyuna bakıyordum.

    - haydi, çabuk ye yemeğini. arkadaştan yeni bir oyun aldım; korku oyunuymuş, zombiler falan var, artı on sekizmiş hatta. epey övdü. bir an önce oynayalım.

    kuzenimin heyecanını endişesiyle bastırmaya çalışan annem, bunu on sene boyunca yapmaya devam edeceğinden ve her defasında başarısız olacağından habersizdi elbette. zira, kuzenimin yaptığı kısa tanıtım, elm sokağı kabusu gibi filmlerden hareketle korku filmlerinin müptelası olan küçük dimağma, adeta cenneti vaad etmişti. yemeğimi hiç olmadığı kadar hızlı yedim, elimi-yüzümü hiç olmadığı kadar hızlı yıkadım. cd'yi cihaza taktık, memory card'ı çıkarıp tekrar yerleştirdik, joystick'in tuşlarını da kontrol ettikten sonra artık hazırdık. kocaman play tuşuna basmamızla birlikte hayatımın yeni sayfasına ilk başlığı atmıştım: resident evil 3*...

    ~~

    aradan yıllar geçti. neden öyle yaptığımızı hala anlamlandıramıyorum fakat her nedense seriyi star wars-vari bir sırayla oynamıştık-izlemiştim. resident evil 3, 2, 1 derken 4.'yle tanışmıştık. fakat şimdi düşünüyorum da, en azından kendi adıma oyunun adı-sanı teferruatmış. oyunları oynama yöntemimiz şöyleydi: ben ilkokul öğrencisiydim ve ingilizce ile yeni tanışmış ve çok sevmiştim. bu sebeple kısa sürede dili genel hatlarıyla öğrenmeye başlamıştım. basit -yani tek fiilli- cümleleri sözlük vasıtasıyla çözümleyebilecek seviyeye ulaştırmıştım kendimi. bununla birlikte bir korku oyunu oynayamacak kadar güçlü bir hayal gücüm vardı. yıllar içinde sadece bir kez denemiştim oyunu oynamayı; kendimi bir an gerçekten de raccoon city'deymişim gibi hissetmiş ve hayatımda ilk ve son kez oyunu rüyamda bir kabus formunda görmüştüm. benim aksime kuzenim tam bir gamsızdı. bunda yaşının "ben+4 durumunda" olmasının da bir katkısı olabilir belki ama koca oyunun sadece iki sahnesi (onlar da sudden fright'tan medet uman sahnelerdi) dışında bana mısın demedi. bu gibi dinamikler neticesinde kuzenim joystick'i alırken, ben sözlüğü aldım. o oyunu oynuyor, ben de epey yetersiz ingilizce'mle altyazıları çözmeye, şifreleri not etmeye ve fikir yürütmede yardım ediyordum. ablam da zaman zaman bize katılıyor ve görevimi paylaşıyordu.

    bu eğlencemiz öylesine memnun ediyordu ki beni, kuzenimin ailemizle olan bağları en ince noktasına geldiği zaman dahi, onun yolunu gözlüyordum. evet, oyunları oynamaya çekiniyordum fakat sebep bu değildi. sebep, şu en beğendiğim aşk tanımında gizliydi:

    "aşk, karşı karşıya oturup birbirinin gözlerine bakmak değil, yan yana oturup aynı noktaya batmaktır."

    kuzenimle aramda genel-geçer bir aşktan elbette söz edilemez -belki söz konusu olan "bizim büyük çaresizliğimiz"dekine benzer bir duygu olabilir- fakat onunla yan yana oturup aynı ekrana bakıp aynı zombi-cehennemini soluyor olmak, bana hayatımda pek tadamadığım birliktelik/biraradalık duygusunu tattırıyordu. yani olay, oyunu oynamak değildi kesinlikle. oyunu "birlikte" oynamaktı.

    ~~

    derken bir dolu ailevi ve kişisel sıkıntı ile karşılaştık. zaman içinde aramızdaki ince bağ daha da inceldi ve en nihayetinde tamamıyle koptu. şimdi burada bunu tahlil edecek değilim, fakat şimdi anlıyorum ki, kuzenimle aramda olan birliktelik duygusunun da aslında kişi bazlı bir yanı yokmuş. ben düpedüz birliktelik duygusunun aşığıymış. hem de, ne yazık ki, platonik bir aşığı. aşkıma karşılık bulmakta uzun süre zorlandığım için playstation başında geçen uykusuz ve zombi dolu geceleri bekliyormuşum. o geceler de gerçekleştiği kadarıyla dindiriyormuş içimdeki yangını...

    bu aydınlanmayı sağlayan da elbette "piudipaa" oldu. fiziksel olarak kuzenimi epey andıran bu isveçli "gamsız", adeta kayıp kuzenim haline geldi oynadığı oyunlarla. kuzenim silent hill'i asla sevmemişti ve tüm ısrarlarıma rağmen asla oynamamıştı. pewdiepie ise en azından silent hill 1'i oynadı ve ikinci oyunu en azından denedi. ki bu bile bana önemli olan duygunun kişi bazlı olmadığını kanıtlamaya yetiyor. şimdi ne vakit o eski masa başı toplanmalarımız gelse aklıma, bir pewdiepie videosu açıyor ve izlemeye koyuluyorum. kayıp çocukluğumun izlerini sürerken, birliktelik duygusunu tekrar tekrar hissediyorum. silent hill 1'i lise çağlarımda tek başıma oynamıştım mesela. pewdiepie oynarken tıpkı kuzenime bulunduğum gibi, "yapma! bıçağını kulan, o mermiler ileride lazım olacak!" gibi telkinlerde bulunuyorum. kuzenim bunlara tepki veriyordu, pewdiepie vermiyor, ama olsun, ziyanı yok. yıllar içinde birarada olamamaya ziyadesiyle alıştım zaten. hatta bundan keyif almaya da başlayalı epey zaman oluyor.

    ~~
    kısacası;

    pewdiepie: kaybettiğim kuzenim...
351 entry daha
hesabın var mı? giriş yap