6 entry daha
  • ilk bakışımla ben gamalı haç görsem afişte ya da nazi adını okur okumaz bir sinopsiste, hımm, derim, nazili film, nazili polisiye, mırın kırın vb, güzel yüzümü de şekilden şekle sokarım yamultup büküp. neyse, bu filmi görende de öyle olasıydım ama bu aslında kocaman bir yanlıştı. bu yanlışı, hayatım boyunca unutmayacağım o sahneyi gördüğüm ve ruhen yerle yeksan olduğum o "intended catharsis" anına dek fark etmedim ve o katarsis her ne kadar kasıtlı olsa da ve belki şaşırtıcı bir tuzak olduğunu anlasak dahi, izleyenler olarak, konuya duyarsız da olsak, filmlerde ağlamamayı prensip edinmiş olsak bile, kendimizi az da olsa vicdanımız bakımından kaptırmaktan kaçınamayız.

    zira, mösyö malle sinsice ilerliyor. elbette ki ikinci dünya savaşı bize "ırkçılığa sanatımızla karşı çıkalım ve özeleştiri yapalım" diye bolca malzeme verir, ve kestirmedir o yol, çokça yazılıp çizilir, tanıkları ve belgeleri denizde kum gibidir. bunu kabul etmekle birlikte diyorum ki sayın malle bu filmde çok farklı bir şey yapmış. pekala da o evlatçığın idealize edilmesi, meleksi figür olarak gösterilmesi yahut da olayın "çocukların gözünden" anlatılması olayın klişesi de olsa, diyaloglara, atmosfere, vakalara kişilere dikkat edersek filmin öfkesinin boyutunun vardığı o derinliği görebiliriz.

    --- spoiler ---

    birincisi, jean piyano çalmaya başladığında müzik öğretmeninin yüzündeki ifadenin nasıl değiştiğini gördüğümde bu ayrıntının filmin yapı taşı olabileceğine inanmaz gibiydim. evet, oğlan yahudi... ve yetenekli bir yahudi... ve bu üç noktadan sonrası oldukça klişe, yani sanırsın ki öyle!

    ama sonrasında nazi polisi okulu bastığında, o srogu sahnesinde, hep birlikte (yönetmen tarafından) yaşamak zorunda bırakıldığımız gerilimi ve jean bonnet'ye film boyunca duyma durumunda bırakıldığımız sempatiyi düşününce anlıyorum ki bir tokatçı film ancak bu kadar başarılı olabilirdi. otörümüz anlaşılan o ki, insanlığın ayrımcılıkta geldiği o noktadan kıyasıya tiksinmemizi ve jean bonnet'nin son bakışını hafızamıza kazımamızı istemiş bizden. işin tuhaf yanı, bu konuda sinema tarihine geçecek kadar başarılı oluyor mösyö malle. basit bir formulden yola çıkıyor (yani bu, bir çiçeğin açmasını izledikten sonra, tam da açıldığı anda, bir postalla aniden çiğnenmesini izlemek zorunda bırakılmak gibi bir şey oluyor), konusunu sade tutuyor, film boyunca seyircinin ruh halinin seyri olağan biçimde ilerliyor. ve daha da tuhafı seyirci, bütün o gözyaşını akıttıktan sonra o evlatçığın ardından, bunun tamamiyle yönetmenin kontrolünde, ajitasyonu asgaride, kocaman ve incelikli bir "ırkçılık karşıtı plan" olduğunu fark ediyor ve hayranlığı bir kat daha artıyor.

    ve o tek bakışlık ve saniyelik sahnede, o yüzleşmeyi yaşamak istemez gibiydim, sonrasını görmek istemez veya o anı yaşamamış olmayı diler gibiydim. ve bu deneyimi yaşayan bir insanın artık insanı gözetmeyen hiçbir ideolojiye kendini adamayacağını, şimdi, bu deneyimden sonra, kendimden bilirim.

    bu, michael haneke'nin das weisse band'da başardığı türden bir şeydir de. koynundaki yaralı kuşu iyileştirmek için babasından izin almak durumunda olduğu bir dizgede yaşayan küçük bir çocuğu düşünün ve gözlerinde, yakında bir ideoloji içinde o farkında bile olmadan öğütülüp yok olacağını bizim fark ettiğimiz o evrensel iyilik dürtüsünü düşünün. bu film de derdini işte öyle bir ayrıntıda, öylesine sinsice kafanıza kakıverir ve seyirciyi şekillendirir ve değiştirir.

    sinemada mesaj kaygısı meselesi işte bu anlattığım eşikten sonrası için geçerli değildir.

    --- spoiler ---

    o yüzden, size yüz yirmi defa söyledim hatta, türk sinemasının "ilk film yönetmenleri", filmlerinizi çekerken bir zahmet sinema dilinize ve bütünlüğünüze dikkat edin ve yeterince akıllı değilseniz salt mesaj vereyim, derdimi anlatayım diye film çekmeyin, lütfen ama canlarım.
18 entry daha
hesabın var mı? giriş yap