6 entry daha
  • sadece tarkovsky'nin değil batı sinemasının en zorlu filmlerindendir, dostoyevski'nin metafizik romanlarına gösterilen ilgi ve özenin bir benzerini talep eder. yer yer film bir romanın bile sınırlarını zorlar, felsefenin ve şiirin kıyılarına uzanır. edebiyat ve film ilişkisinin başka hiçbir yönetmende olmadığı kadar tarkovsky'de iç içe geçtiğini düşündürttü nostalghia.

    romanın anlatı-cı, zaman geçişleri ve betimleme tekniklerini yansıtış şekli çoğu durumda filmin bir sanat olarak biçim ve içeriğiyle yakalanabilir değildir. roman açısından dilin temel olduğu bir sonsuzluk alanında biçimsel yasalar bütünü, iç konuşmalar, hayaller ve bir filmde karşılaşıldığında hayli sıradışı görünecek sıçramalar ve dışa çıkışlar vardır. bir romanın edebiyatın en yetkin biçimi olarak film sanatına göre daha önsel olduğunu düşünürüm, kuşkusuz bir edebiyatın filme ihtiyacı yoktur ama her filmin iyi ya da kötü bir edebiyata ihtiyacı vardır. elbette filmin bir sanat olarak romanın biçimini teknik yönlerden aştığı noktaların varlığından söz edilebilir, iki farklı sanattan bahsettiğimizi özellikle hatırladığımızda.

    tarkovsky'nin biçim olarak sinemayı bir romanın biçimine ve yer yer şiir ile felsefenin içeriğine fazlasıyla yaklaştırdığını düşünüyorum. nostalghia'da konu edilen üç geçmişin birbirine geçişli olduğunu gördüğümüzde anlatı-cı geçişlerinin tarkovsky'nin estetik görüntüleri, su, kaplıca, sis, tarihi bina, mum alevi, göletler, çamur vs. birleştiğinde kendimizi bir roman okurken bulduğumuzu söyleyebiliriz. nostaghia da bir dostoyevski romanı gibi özen, dikkat ve algı yoğunlaşması ister. bu filmi zorlu filmlerden yapan şey tam da budur.

    konusuna biraz gelirsek, uzak geçmiş, yakın geçmiş ve şimdiki geçmişi temsilen üç karakter vardır. povel sosnovsky (1700'lerden az bilinen bir müzisyen) sadece metin üzerinden varolur, görünmez. yakın geçmişi yerel bir mistik-inançlı olan domenico temsil eder. domenico 7 yıl boyunca ailesini dünyanın sonu gelecek diye eve kapatmış ve yerliler tarafından deli olarak görülen tuhaf birisidir. ailesi onu terk ettikten sonra ev giderek bir harabeye, suların biriktiği bir yere dönüşmüştür ve o sürekli geçmişte yaşamaktadır, aklında ise yalnızca kurtarma ve kurtarılma vardır. filmin etkileyici temalarından birisi de kuşkusuz yanan bir mumla sıcak suyun içinden geçerek kurtulmaktır. domenico'nun akılda kalan bir diğer sözü ise: bir damla bir damla daha iki damla etmez, büyük bir damla eder.

    şimdiki geçmişi temsil eden andrei gortchakoff ise italyan mimarisinin tarihi hakkında uzmandır ve sanat eserlerini yerinde görmek ve sosnovsky'nin hayatından izler bulmak adına italya'ya gider fakat sanat eserleriyle, muhteşem doğa ve su ile ilişkisinde onu dışarda tutan bir duvarla, bir sınırla karşılaşır. sanat eserlerinin o kültürün deneyimine sahip olunmadan tam olarak anlaşılamayacağını, hissedilemeyeceğini kavrar. eserlerin olağanüstülüğünün farkındadır ama rusya'dan gelmiştir ve bir şeylere yabancıdır, bu yabancılık içini acıtır ve rusya'ya dönme isteğini kabartır. çünkü gerçeğin içinde bir şeyler, sanat eserinin olağanüstü güzelliğine rağmen zihninin ve ruhunun dışında öylece kalmaktadır. öte yandan sahip olduğu aile özlemi ve film boyunca bize eşlik eden ailesinin yer aldığı düşlerden, o yokuştan, evin bulunduğu mekanın sisinden ve nehirden etkileniriz. köpek ve çocuklar ile eş sık sık düşlerdedir. yine de her ne kadar kültürün dışında kalmış hissetse de bir başka büyük endişesi italya'da kazandığı deneyimle rusya'ya başka birisi olarak dönmüş olacağı ve özlediği şeylerin yalnızca şu anki dışındalık duygusundan kaynaklandığı düşüncesidir. yaşadığı şeyi ailesiyle paylaşamayacaktır çünkü yaşadığı şey düşünceleştirilemeyen, tam da onun dediği gibi ancak dile getirilemeyen olduğunda muhteşemdir. buna bir yabancılık eşlik etse bile, bu acı deneyimin muhteşemliği tarafından örtülmektedir. o acı ve muhteşemliğin varlığı olmaksızın, eserleri bizzat deneyimlemeksizin ailesinin yaşadıklarını anlaması mümkün olmayacaktır.

    başka bir ilginçlik de zaman geçişleri ve geçmişleri sahiplenmeler bağlamında andrei ile domenico arasında kurulan bağdır. andrei neredeyse onu ve sorununu sahiplenmiş, onun geçmişine dair görüler oluşturmuştur. inancını anlamaya çalışmaktadır: neden ailesine yedi yıl boyunca bir trajedi yaşatmıştır, bu soruyu sorar durur. inanç nasıl bir şeydir? yine de andrei'nin gözünde domenico bir asildir, deli olarak hakikate çok daha yakındır ve insanların anlamayı reddettiği gerçektir. domenico'un aziz catherina için söylediği şu söz de unutulmayanlar arasındadır:

    "sen osun, olmayan; ama ben oyum, olan."

    elbette eugenia ile olan ilişkisinden de bahsetmeli. eugenia andrei'ye aşıktır, eugenia italya'da ona eşlik eden çevirmendir. eugenia'nın gözünde sıkıcı, korkak bir entelektüel olan andrei ile film boyunca aralarında devam eden olmayan-ilişki, çelişkinin ve uyumsuzluğun resmi gibidir. en sonunda eugenia andrei'ye öfke kusarken şunları söyler:

    "on gün sürekli uyuyup seni silip atmak isterdim. belki de silecek bir şey yoktur. sen zaten varolmadığın için."

    filmle ilgili olarak tarkovsky verdiği röportajda nostalgia sözcüğünün eksik bir çeviri olduğunu ifade ederek şunları söylüyor:

    "the title of the film, for which the word "nostalgia" is only a very insufficient translation, indicates a pining for what is far from us, for worlds that cannot be united. but it is also indicative of a longing for an inner home, some inner sense of belonging."

    mealen: nostalji yetersiz bir çeviridir çünkü sadece dış dünyaya, birleştirilemez olana ait bir özlem değil, aynı zamanda ait olan/olunan bir iç dünyaya dair özlemdir sözkonusu edilen.
117 entry daha
hesabın var mı? giriş yap