• mükemmel oynanan bir deli karakteri.. film bittiğinde aklıma gelen tek şey, oruç aruoba'nın şu sözleri oldu:

    --- spoiler ---

    "yaşamının anlamı, ancak, kişi bir an durup 'ne istiyorum ki?' diye sorabildiğinde biçimlenmeye başlar. yani, ancak eksikliği çekiliyorsa, yokluğu duyulabilmişse varedilebilir, kurulabilir, yoksa, yoktur.
    bu bakımdan, insanların büyük çoğunluğu anlam yoksunu hayatlar yaşarlar, çünkü yaşamlarındaki anlam eksikliğini hiç duymamışlardır.
    ancak, bazı insanlar duyar bu eksikliği. onlar için yaşamlarının tek bir bütünlüklü anlamı olmaması çekilemezdir; bu yüzden kurmaya, yaratmaya, varetmeye girişirler böyle bir anlamı.
    bunu da bazen - bazıları - başarabilir, ama herhalde, başaramayanlar da çoktur.
    başaramayacakları 'artık' açıklık kazananlar için de, son bir anlam yaratma yolu kalır...

    yokluğu da içerilir, anlamında, yaşamının, kişinin.." [olmayalı, s. 73]

    karakterin [hatta yakın arkadaşının ve hastanedeki bir diğer hastanın] "my way" diyerek giriştiği son anlam yaratma çabası, çıkmazların sonundaki çıkmazın hayatı düze çıkarması..

    --- spoiler ---
  • üçüncü kez hakkında bir şeyler yazmaya niyetlendiğim film. daha önce (ilki yaklaşık 2 sene önce ilk izleyişimde, şoktan çıkamamışken; diğeri ikinci izleyişimden sonra, etkisi biraz geçtikten sonra) yazdım yazdım, sonra okudum, bu filme bu entry yakışmaz dedim sildim. bu sefer yollayacağım galiba, ama hala bu filmi ve bana hissettirdiklerini üç beş kelimeyle anlatabileceğimi zannetmiyorum. ortalama bir sözlükçü kadar film izlemişimdir. sevdiklerim, arkadaş ortamında film muhabbeti açılınca hakkında konuşmaktan hoşlandığım, hiç beğenmediğim, veya hayran kaldığım filmler oldu. fakat bu filmin üzerimdeki etkisi bambaşka. hiçbir arkadaşıma anlatamıyorum bu filmi, tarif edemiyorum, "ya abi böyle böyle bir eleman var işte" diye merak uyandırıcı bir özet geçemiyorum. bazı sahneleri var ki hele, daha bir başka. öyle anlatılacak, "ağğbi ağzıma sıçtı ağlayacaktım az kalsın" denilecek bir tarafı yok. her izleyişimde siyah arkaplanda bium bium bambalo eşliğinde kayan yazılara kilitlenip kalıyorum, son saniye de geçip yerini gomplayer'ın turuncu ekranına bırakınca sanki bir transtan çıkıyorum. sonrasında o gün/gece hiçbir şey yapamıyorum, ne biriyle doğru düzgün konuşabiliyorum, ne bir şey yiyebiliyorum, boğazımda bir taş, göğsümde bir ağırlık, sıkıntı, mal gibi evin içinde dolanıyorum. sahneler, diyaloglar teker teker kafamın içinde dolaşıyor, rahat bırakmıyor. neden bilmiyorum. neden ana karakter páll'da her seferinde kendimi görüyorum, neden bir gün aynı hikayeyi paylaşacağımızı düşünüyorum, hiçbir fikrim yok. veya diğerleri dörtnala koşup giderken o at çamura saplanıp git gide daha çok batınca benim gözlerim doluyor, nefesim kesiliyor bilmiyorum.

    bildiğim şey şu ki, bu film adamı mahvediyor. dayak yemişe çeviriyor. sonra sigur ros geliyor, zaten zayıflamış, bitap düşmüş bünyeye önce bir ninni söylüyor, sonra da bıçağı saplayıveriyor. sanırım filmi en iyi bu şekilde tanımlayabilirim. bir şekilde izleyin, seveni kadar sevmeyeni, sıkıcı bulanının da olduğunu unutmayın; ama izleyin. bambaşka bir şey..
  • en harika 2 sahnesi:

    --- spoiler ---
    pall bir restaurant girişindeki görevlilere bıçak çektiğinden polislerce kovalanmaya başlar. kovalamaca pall'ın bir iskeleye çıkıp suyun üstünde yürümesi, polislerin suyun içinden uzanıp onu yakalamasıyla biter.
    --- spoiler ---

    --- spoiler ---
    pall, odasında delirmiştir, abuk subuk görüntüler, yatağında dönüp durduğunu sanırken, yatağını diklemesine kaldırdığını ve önünde dolaştığını farkedersiniz.
    --- spoiler ---
  • “bu duvarlar günün birinde yıkılabilir. ama dünyayla benim aramdaki duvarlar asla yıkılmayacak. erişilmez ve katı bir şekilde önümde duracak ama benden başka kimse görmeyecek.”

    izlanda sinemasının dünyaya hediye ettiği zifiri karamsar bir başyapıt. gülüşlere, heveslere, hayallere ve de normalliğe yakılan bir ağıt. biraz metafor, biraz dolaylı anlatım ama çokça en saf haliyle bir durum draması. suçlanacak milyon tane etken olsa bile tüm bunlardan uzakta, çoğu muadilinin aksine hesap sorma telaşından arınmış bir durgunluk. sıradan evlerin tımarhanelere benzemeye başlaması sebebiyle tımarhanelerin sıradan evler gibi dizayn edildiği; caddelerinde yalınayak bir vaziyette meleklerin yürüdüğü ve o meleklerin bir yandan da ellerinde taşıdıkları teypten dua niyetine bangır bangır the animals - don't let me be misunderstood dinledikleri bir dünyada geçen kasvetli bir portre. sigur rós’un büyülü ezgileriyle süslenmiş huzursuz bir masal. ve bir hikâye. ama allahın belası insanlığın değil, yürüyen gölgelerin hikâyesi.

    “ünlü filozof hegel, teorilerinin gerçeklerle çeliştiğini söyleyen birisine şöyle cevap vermiş: ‘zavallı gerçeklik, kendini kötü hissediyor olmalı.’”

    yıllar önce the thin red line’ı izlerken de aynı cümleyi yine büyük bir iddiayla kurmuştum: “bu film kesinlikle bir edebi eser uyarlaması.” ve filmi durdurup kontrol edince bu iddiamı doğruladım. film, yazar einar mar gudmundsson’un şizofreni hastası kardeşinin hayatını anlattığı ve 1995 yılı iskandinav kurulu edebiyat ödülünü kazanan aynı isimli kitaptan uyarlanmış. (kitaba ne kadar sadık kalınmış, henüz bilemiyorum.) tabii filmde anlatılanların gerçek bir hikâyeye dayanması filmdeki mevcut melankoli dozajını daha da yukarılara taşıyor. eğer siz de benim gibi filmin kapağına (melek kanadı takmış 4 tane çıplak adamın olduğu kapaktan bahsediyorum) aldanıp 3. sınıf bir iskandinav komedisi izleyeceğinizi sanarak ekran karşısına geçerseniz, problem değil, filmin size atacağı okkalı bir viking şamarıyla hemen kendinize gelirsiniz.

    “benim durumumdaki birinin toplumun en üst noktasına çıkması değil, rehabilitasyon koğuşlarına düşmesidir normal olan.”

    filmin ana karakteri páll(paul) izlanda’nın nato’ya katıldığı gün doğmuş olmaktan nefret ediyor, çünkü tüm talihsizliğini ve deliliğini tamamen buna bağlıyor. tabii bu oldukça irrasyonel bir yaklaşım ancak aslolan ne, bilmiyoruz. film bize bunu söylemiyor. paul’un geçmişinde ne gibi travmalar yaşadığından hiç bahsetmiyor. sadece son düzlükte gönül ilişkisi ile ilgili bir hayal kırıklığı yaşadığını gösteriyor ve ondan sonra paul goo-goo ga-ga ding-dong ve bing-bong yapmaya başlıyor. bunun üstüne hemen hastaneye yerleştiriliyor ve ilaçlarla etkisizleştirilip kontrol altına alınarak toplumun beklentisi karşılanıyor. son düzlükte yaşananlar elbette bardağı taşıran son damladan ya da görünmez bir mekanizmayı çalıştıran tetikleme hamlesinden başka bir şey değil; paul’un son derece züppe ebeveynleri olan nordic bir dilber uğruna bu hallere düşmesi hem kulağa saçma geliyor hem de akla pek yatmıyor. zaten filmin fikrimce güzelliği de tam olarak buradan geliyor: yazımın başında söylediğim gibi, bu film, geçmişi didikleyip de birilerinden hesap sorma ya da yaşananların sorumluluğunu tamamen başka odaklara kaydırma telaşına girmeden sadece mevcut durumun hüzünlü bir portresini çizerek hem sizi 1 saat 37 dakika ve 58 saniye boyunca gözüne far tutulmuş bir tavşan gibi ekrana kilitliyor hem de ruhunuzu tam 36 yerinden bıçaklayıp sizi bíum bíum bambaló ile baş başa bırakıyor.

    “hayır, ölmedim. sadece denize doğru gidiyorum. tanrının evinin önündeki mavi sularda yelken açıyorum. bu noktadan sonra tüm sınırlar kalkıyor. burada, sonsuzluğun dibinde soğuk ve yalnız bir vaziyette yatıyorum. ve ağaçların hışırtısını dinliyorum.”
  • akıl sağlığım için gerçekten iyi olmayan çok iyi film. o kadar iyi yansıtılmış ki gerçeklik, delilik , ötekilik , uyumsuzluk. aşırı etkilendiğim sahnelerden biri hastanedekilerden birinin kendini insan olarak tanımlamaktan tiksinip peki biz neyiz sorusuna “yürüyen gölgeleriz “ diye cevap vermesi . kendine gerçeklikte yer bulamayanlar için daha güzel bir tanım olabilir mi ? bir de şurası var ki

    “bu duvarlar günün birinde yıkılabilir ama dünyayla benim aramdaki duvarlar asla yıkılmayacak. erişilmez ve katı bir şekilde önümde duracak. ama benden başka kimse görmeyecek”
  • izlanda’nın başkenti reykjavik’te, ailesiyle birlikte sıradan sayılabilecek bir hayat yaşayan paul’un, giderek farklılaşan bakış açısıyla bulunduğu çevreden soyutlanarak yaşadığı değişimi izliyoruz.
    “delilik” üzerine yapılmış en başarılı ve kendi adıma kuzey avrupa, iskandinav sineması’na ait filmler arasında en üst sıraları alabilecek, psikolojik açıdan fazlasıyla yoğun ve yıllar önce izlememe rağmen daha iyisini görmekten zorlandığım bir film; evrenin melekleri.
    film, yazar einar gudmundsson’un, şizofreni hastası kardeşinin hayatını anlattığı kitabından uyarlanıyor ve bu yaşananları daha da etkileyici hale getiriyor.
    paul karakterini canlandıran ingvar sigurdsson ve yaptıkları işleri her zaman hayranlıkla dinlediğim, izlanda’da psikolojik bir film çekilecekse tabi ki müziklerinin ona ait olması gereken sigur ros filmi muazzam boyutlara taşımış. ayrıca ülkenin önemli yönetmenlerinden baltasar kormakur’u da oyuncu kadrosunda görmek keyifliydi.
    kesinlikle şans verilip zaman içinde birden fazla izlenmeli.

    ilgilenenler için bu filmin de olduğu,ülkelere göre film arşivi ve yorumlamalarını içeren şöyle bi'şeyim var;
    https://www.instagram.com/avrupasinemasi/
  • einar már gudmundssonun iskandinav edebiyat ödüllerini 1995 yilinda kazandigi roman. yonetmenligini fridrik thor fridrikssonun yaptigi ayni adli kitaptan uyarlanan, basrolunde ingvar e. sigurdssonun oynadığı ilk başlarda eğlenceli olan bir gencin daha sonra bunalıma sürüklenerek akil hastanesine kapatilmasini ve olaylarin bu zincirde gelişmesini konu alan sigur rosun muziklerini yaptigi izlanda yapımı bir film.
  • ana karakterin elinden hamburgerinin çalınmasıyla başlayan film.

    no i'm not dead
    i've gone off the sea.
    i am sailing in the blue sea in the mansions of the father.
    on these fishing banks of the dead,
    there are no restrictions.
    here in the depths of the eternity,
    i am lying cold and alone.
    i hear the trees rustling...

    bium bium bambalo
  • hasta olsalar bile, tanrının karşısında eşit olduğuna inanan pall ile, tanrıyı nietzsche'nin tek bir cümlesi ile öldürdüğünü savunan viktor odaklı filmdir.
    yaşadığı ekonomik krize rağmen, filmde geçen hastanenin yakınlarında, tek odalı bir evde, hayatımın geri kalanını geçirebileceğim ve bu hedefime geç de olsa ulaşacağımı aklıma bir kez daha sokmamı sağlayan filmdir ayrıca.
  • ... kisaca, "deli" diye tanimlanan kisiler hakkinda sahane bir film.
    apayri bir lezzet. seyredin ki afiyet bal seker olsun.
hesabın var mı? giriş yap