• hiç hesapta yoktur ya hani, öyle normal yürüyorsundur birden küt: bak yıldızlara, hop gittin bile!* oha düşmek, aşk gibi beyler! ben de şu an fark ettim. ben öyle çok düşmem (aşka değil), böyle çevrenin yardımıyla ayağa kaldırılacak düzeyde -ki bu düşme dilinde 3. derece rezilliğe tekabül eder, hani toplasan üç kere filan düşmüşümdür ömrü hayatımda. işte son ikisi son üç gün içinde meydana gelince bir art niyet aradım. canıma kastım mı var? yaşamam artık.

    umarsızca rezil olurcasına hatırlayabildiğim ilk düşmem, avukatlık stajım esnasında adliye kafeteryasına giden yoldaki geniş merdivenlerde vuku bulmuştur, arz ederim: efendim kış günü, her yerde biraz kar var, ayağım kaydı düştüm. sonra kalkmaya çalışırken bikaç kere daha düştüm. tam böyle üçlü axel'larımla artistik puanları ve civardaki kahkahaları toplarken adamın biri, güldük geçti yazıktır garibe diye geldi beni kaldırdı, sağolsun. iyi misin filan dedi. iyiyim, dedim. teşekkür ettim. adam beni bırakıp gidiyordu ki ben bi daha düştüm. bi daha kaldırdı. bi daha düştüm, hep düştüm, daha iyi düştüm. adam baktı bu işin sonu yok, gideceğim yere kadar kolunda götürdü beni. aslında iyi bir seri yakalamıştım. bununla kalır sanıyordum. biri düşme dedi miydi, bunu anlatırım diyordum. ta ki geçen gün, merdivenlerden yuvarlanana kadar...

    7. kattaydık. zeminden topladılar beni. haha yok, öyle değil. asansör sırası vardı, yürüyelim dedik. dedik diyorum, belki bi 15 kişi vardı. bi de onlar misafir, ben önden gidiyorum, yol gösteriyorum hesabı. neyse biz indik bi 2-3 kat. ayağımda da platform topuk, nası dikkat ediyorum düşmeyim diye görmelisin. acayip basiretli son derece temkinliyim. abi in in bitmiyor. o ara aklıma başka bi şey geldi herhalde, ben tedbiri elden bıraktım. o kısmı çok iyi hatırlıyorum çünkü kendime dikkat ve özen göstermek konusunda sürdürülebilir bir ısrarım hiç olmamıştır benim. neyse ben düşmeye başladım. düşerken en çok ne zaman ve nerede duracağını merak ediyor insan. bir de bazı şeyler eskisi gibi olur mu, bilemiyorsun. arkadaşla da bi şey konuşuyorduk. çocuk anlatırken filan baktı yanında ben yokum. bi miktar düşüp küçük hüsam gibi dizlerimin üstünde durdum. tuttular yine beni kaldırdılar filan, dedim yok bi şey ben iyiyim... sonrasında, ee ne diyorduk filan da denmiyor, sen düşmüşsün artık, nası rahat geçtiniz mi köprüden gibi bi soru oluyor, neyi sorasan sor. neyse ki dedim, ayağımı filan kırmadım. tam daha da giymem yüksek ökçe diyordum demesine de, ertesi gece spor ayakkabıyla kaldırıma takılıp bikaç takla atmayaydım iyiydi...

    ankara'ya döneceğim, arkadaşım otobüse kadar geçiriyor beni. diyor sen tut şu çantalarını ben otomobilin kapısını kilitleyim. ben bi elimde laptop çantam bi elimde valizim park halindeki iki aracın arasından geçmeye çalışırken kaldırımı görmüyorum ve yere kapaklanıveriyorum. çantalar etrafa saçılıyor. arkadaşım bi süre beni arıyor, karanlıkta. kemik seslerine gelse bulacak halbüse. alıştım artık düşmeye. pişkin pişkin acımı çekiyorum yerde. diyorum hiç kalkmayım ben, gökler verdi gökler aldı, aha buraya gömsünler beni... arkadaşım gülme krizi geçince beni kaldırıyor. öyleymiş o. biri düşünce dayanamazmış. bi de ben çok tatlı düşüyormuşum. zaten karanlık, ben gülünecek bir şey de göremedim etrafta. kahkahaları da kaldırım rengine boyamışlar herhalde.

    şu an yara bere içinde yer yer şişlik ve morluklarla ya benim kolumun şurası çok acıyor.
  • geçtiğimiz cuma günü yağan şiddetli yağış sonrasında, iki yakın arkadaş, devirdiğimiz bir 70'lik ve üzerine bir 35'likten sonra, kafamız taşşak iken birbirimize sarılıp sonrasında ıslak zemin sebebiyle beraber yere yapışmamızla icra ettiğimiz eylem.

    üstteki cümle biraz düşük gibi geldi ama mazur görün, zira şu an hayko cepkinvari bir haldeyim. bir göz yarı açık, diğerinde sıkıntı yok. insanlar vebalıymışım gibi gözüme bakıp "kim bilir hangi hatuna asılırken suratına yumruk yedi" gözüyle bakıyorlar ama aslında hikaye böyle değil. ben çok hatırlamıyorum ama kafamız güzelken arkadaşımla birbirimize sarılıp biraz da el kol şakası derken ayağımız kaymış, gözlük gözümden çıkıp, sapındaki plastikten ayrılmış ve sol göz kapağımın hemen üzerine girmiş, o esnada da düşmüşüz. iki tane 100 kiloluk ayının düşüşü akıllarda ne canlandıracaksa bizimki de farklı değil. nasıl olduğuna yönelik hiçbir fikrim yok. arkadaş da der ki, kafamız o kadar güzeldi ki, düştükten sonra bağdat caddesi kaldırımında bir süre yatmaya devam etmişiz gülerek. zuahaha. neyse, sonra ayağa kalktığımızda benim sol gözün kanlar içerisinde kalması ve heralde sol cebime denk gelen sivri bir şeye de çarpmam sonrası cep telefonumun tuzla buz olmasıyla neticelendi bu güzel sarhoşluk ve dostluk gecesi neticesindeki düşmek fiili.

    ilk başta gözüm için üzülüyordum ama sonrasında sevindim. çünkü düşmek bu kadar siktiriboktan basit bir fiil olsa da neticede sol gözümü şans eseri korudum. gözlüğün sipsivri sapı doğrudan gözüme girse, muhtemelen şu anda çılgın korsan jack gibi olacaktım. ucuz yırttık.

    telefona gelince, hemen hemen tüm işlerimi yaptığım bir tanecik yol arkadaşım hakkın rahmetine kavuştu. kimse bilmese de, çok büyük ihtimalle o türkiye'deki ilk iphone 11'di. çünkü eylül 2019'da amerika'dayken pre-order yapıp, telefon elime geçer geçmez türkiye'ye dönme zorunluluğum sebebiyle biletimi yakıp vatana dönmüştüm. öyle kendine has, kimsenin umrunda olmayacak bir özelliği vardı. aramızda sır gibiydi. olayın ertesi günü yeni bir iphone 13 ile devam etme mecburiyetinde kalsam da, yol arkadaşım "benden bu kadar" dercesine bir haldeydi. bilenler bilir, iphone'un alttan vidalarını söktüğünüz zaman alet ekran ve kasa olarak ikiye ayrılıyor. benimkinin ekranı ful pert, hurdası bile para etmedi, o derece. ancak kasaya başka bir ekran takarak çalıştırdık ve yedeklemeyi yaptık. ardından o ağzı yüzü dağılmış, v şeklini almış, kameraları falan pert olmuş iphone 11 kasası bile tam 500 tl etti. teknik servise zarta zurta para ödeyeceğim yerde, üzerine para alıp çıktım. müthiş.

    düşmek fiili de biraz ilginç. yani bu kadar basit bir eylemin bir göz kaybı yaşatacağı riski oluşturabileceğini hayatta düşünmezdim, düşünemezdim. sonrasında arkadaşla konuşunca michael schumacher'den falan dem vurduk. o da kayakta başını kayaya vurmuş ve aylarca hastanede kalmıştı. gençliğimizin pilotuydu. sonrasında ben de işi biraz maneviyata vurdum. aslında ne zaman öleceğimiz ya da sakat kalacağımız da belli değil. bu bakımdan, hani yolo dedikleri felsefeye bir kez daha sarıldım. masamda bekleyen zibilyon tane kitabı okumak için kendime daha fazla vakit yaratmam gerektiğini düşündüm. 1 sene önce başladığım piyano maceramda daha da fazla çalışıp chopin'i, mozart'ı, bach'ı, lizst'i, rachmaninoff'u müthiş bir şekilde çalmadan ölmemem gerekliliğinin farkına vardım. hep almak istediğim birkaç bir şey daha vardı, parasına puluna bakmadan siparişi bastım geçtim. ya herro ya merro, hadi bakalım.

    velhasıl, geçen benzer bir şekilde, yazılarını severek takip ettiğim barış soydan da yağmurda düşüp kolunu kırmıştı. içimden "ulan bir insan nasıl düşüp kolunu kırabilir" edebiyatını yaparken, potansiyel zararı bakımından çok daha kötüsüyle karşılaşmış olmam bayağı bir sorgulattı. "büyük konuşmayacakmışsın, aklını alırlarmış" diyorum şimdi. hatta geçenlerde ekşi'de de çıkan pisi pisine ölen ünlülerle ilgili bir başlıkta orhan veli'den tutun da patates kızartması yerken vefat eden oya aydoğan'a kadar insanların isimlerini görüp yine derin bir iç çekmiştim. "abartma yav" diyenleriniz olacaktır, ama gözün vaziyetini görenler hiç öyle demiyor (bkz: lol).

    her neyse, başımıza ne zaman ne geleceğine yönelik hiçbir bilgimiz ve fikrimiz yok. o yüzden kontrollü bir şekilde, bence, imkanlar da elveriyorsa, hep ertelenen o şey neyse bugünden tezi yok ona başlanmalı. başlandıysa daha fazla ona sarılınmalı. (bkz: sarılınmak)

    benden bu kadar.

    şimdi düşen düşünsün.

    *

    (bkz: 30 ağustos 2013 roger waters sofya konseri/@dragonlady)
  • ne kadar hızlı, o kadar ani
    ne kadar ani, o kadar aceleci
    ne kadar aceleci, o kadar zevkli
    ne kadar zevkli, o kadar yüksekten
    ne kadar yüksekten,
    sonu o kadar
    yok.

    hala tırmanıyorum,
    -madem düşeceğiz, değsin.
  • "üç renk: kırmızı"yı seyrederken filmin başlarında kısa aralıklarla tekrarlanan iki sahne geçmişimden bir sahneyi gözümün önüne getirdi. capcanlı bir güzelliğe sahip valentine (irene jacop) önce podyumda, ardından da sokak ortasında tökezliyor, düşeyazıyor ve son bir hamleyle toparlanıp vücudunu dikleştiriyor, suratına o canlı güzellik gülümsemesini yeniden yerleştirip poz kesmeye kaldığı yerden devam ediyor.

    özellikle kadınlar karşısında sürekli dik ve sert durmaya yemin etmişcesine yaşadığım bir zaman diliminde, hem kapıldığım soğuk algınlığını hem de yağmurlu havayı hiçe sayarak bir randevuya yetişmeye çalışmıştım koştur koştur. varmak üzereyken ayağım bir engele takıldı, düşeyazdım, bir anlığına arkamı döndüm, dik duran ve beni düşürmek üzere olan engele baktım ve içimden bir küfür sallayarak koşturmaya devam ettim. düşseydim üstüm başım yırtılır, dizim yaralanabilir ve telefon açıp "başka bir gün" diyebilirdim. düşseydim o halde de gidebilir ve dik durma saplantımin başıma açtığı belaları gülümseyerek anlatabilir, soğuk algınlığımı hiçe saymaktan vazgeçerek alkol yerine bitki çayı içebilir ve evime gidip mis gibi bir uyku çekebilirdim.

    bunun yerine düşmemiş olmanın, durumu toparlamanın gururuyla yoluma devam ederek randevulaştığımız yere vardım. o akşamdan başlayarak öyle şeyler oldu ki aradan geçen uzun süre tam bir serbest düşüş ya da uzay boşluğunda hissiz bir süzülüş halini aldı benim için. keşke tökezlemek yerine düşseydim de dik durma saplantımdan fiziksel olarak kurtulsaydıma varan bir düşkünlük hali.

    valentine'in filmdeki halini gördükten sonra şunu söyleyeceğim: düşmeli, bir an önce. düşmeli ki yüzündeki çocuksu gülümseme, dünyanın karmaşalarını tek başına çözecek güçte olduğuna dair naif tümgüçlülük de yara bere alsın ve büyüsün. tökezleyerek yırttığını zannetmenin, paçayı sıyırmanın, götü kurtarmanın, adına ne dersek diyelim onun bir faydası olmadığı gibi bu dik durma fantazmının zorlantısı altında ne denli eğilip büküldüğümüzün farkına bile varamıyoruz. bunun adı serbest düşüştür, getireceği şey hissizlik ve yorgunluktur.

    bir kere olsun ayağın boşa çıksın, düş, imajın yırtılsın ve toparlanabiliyor musun, kalkabiliyor musun, yardım edecek birilerini arayacak gücün kalmış mı ona bak. iki ayaklı ve dik duran varlıklar olma niteliğimizi o denli ciddiye alıyoruz ki bazen, emeklediğimiz, yardım çığlıkları attığımız, yara bere içinde kaldığımız zamanları unutuyoruz.
  • diyor hani barış bıçakçı "bu kadar yüksekten ancak düşerek inilir. " düşmek insan olmanın doğası olsa gerek. çıkmanın tam tersi de olabilir zeminden zemine yer değiştirmek de. belki çıktığımızı zannettiğimiz zaman belki gökyüzündeyken. neticede yapışırız yere. burnumuz kırılır çenemiz bozulur kollarımıza asfalt iz bırakır. ama inmek hakikattir bir yerde.
  • yıllar sonra ilk kez bugün, hatta az önce düştüm. oha çok özlemişim lan.

    telefonla konuşurken kaldırımın köşesine tam basamadığım için ayağım kaydı, ellerim ve tek dizimle yere kapaklandım. telefon elimden düştü. etraftaki insanlar görmüştür diye kalkıp acımadı kiii der gibi kafam önde, etrafıma hiç bakmadan hızlı hızlı yürüdüm, olay mahallinden uzaklaştıkça dizimin acısından topallamaya başladım, ellerimdeki tozu toprağı temizledim yarım yamalak, eşofman paçamın toz içinde kaldığını evin önüne geldiğimde farkettim, dizimin derisinin kalkıp, kanadığını ve morardığını ise eve girdiğimde farkettim. şimdi de gidip buz, kolonya falan sürücem..

    15 dakikalığına çocuk oldum sanki, çok mutluyum sözlük.
  • "dostum düşersen eğer
    gölgenden biri çıkar
    alır senin yerini"

    >maurice druon<
  • yaklasik bir haftadir yutubda dusen insan vidyolari izleyip guluyordum.ozellikle isine gucune giderken tasa takilip dusenler marketten cikarken dusup paketleri saga sola sacilanlar bi de buz kapli zeminde temkinli bir sekilde ilerlerken dusup kaseyi kiranlara yariliyordum.

    dun gece sarap icip yine bu vidyolari izlerken sise bitti.gittim bira aldim.aklinizda olsun raki+raki+bira yapmak yerine sarap+bira+bira yapmak uzun vadede de sarhosluk saglar.kusmazsiniz da.sonra eve geldim bira esliginde rusyada dusen yoldaslari izliyordum elim siseye carpti bi miktar bira dokuldu sonra siktiret deyip cis yapmaya gittim dondugumde parkedeki biraya basip once omzumu masaya carptim sonra sol alt cene uzerine dustum o esnada kilodum sortum da yerdeki biraya boca oldu temiz donum azdir can acisiyla birlikte basim donerken altimi komple cikarip yataga attim kendimi sabah uyandigimda darp edilmis bir orospu gibi hissediyordum altim ciplak yuzumde morluklar basim donuyor..

    neyse kendime geldim.iyiyim.fakat alin yazisi disinda yakin zamanda duseceklere tavsiyem dusme vidyolari izleyip kiclari catlayincaya kadar yarilmasinlar.
  • ben ufalandığımda rüzgarla, bıçak ve tanrılarılarını keskinleştiyorlardı. küller küllere...

    bazen ayıp şeyler yazdığımda muzır bir ses bi’ gülüş duyuyorum. yeni bir din düşüyor mağarama. henüz kalçandan güzel bir şey yaratamadığımdan (ayıp), modigliami gülümseyip nu couche’yi yeniden boyuyor. insan sevgisizliğim içinde (prensip) tüm sesler arka planda flu o an; ama o gülüş illa ki duyuluyor. velazguez’in aynadaki venüs’ünden şüpheleniyorum. yine mi konuyla alakasız?

    düştüm mü güzel düşüyorum ben. yalnız düşüyorum. savaşta düşüyor, cehennemden düşüyorum (özellikle botticelli’ninkinden). gayo’nın the dog’u gibi batık bakarken, neresi en karanlık, nerede en derin korku, neresiyse dipsiz, düşerken altıma seriliyor. bir kez de üşüdüğümde üstüme serilip gustav’ın öpücük’ünden öpülsen ya diyorum, yine o gülüş!

    buğday tarlasında ellerimi başaklara süre süre yürüdüğümde (vangoh’un kargalarıyla) “koskoca bir ağaç görüyorum ufacık bir tohumda” diye fısıldıyor kulağıma safa. ve yeni bir evren doğuyor, ben düşüyorum. yine aynı uykusuzluk, aynı çivili tahtalar. ellerimi kaburgana koyduğumda, nefesinde samson’un gözlerini kör ediyor rembrandt ve ben değişik bir şey yaparak düşüyorum!

    gaugin’in uyuttuğu çocuk!
    savaşın yıktığı tüm şehirleri kadınlar yeniden inşaa etmiştir. caravaggio’nun tövbekar magdalena’sı şahit. apaçık ortadayım, saklanmıyorum, bi’ görsen çok güzel düşüyorum.

    demiş miydim hiç, güzelce düşüyorum ben (göğüs boşluğuna) ayaklanmak için!

    adını hatırlamayamadığım bir şarkı mırıldanıyor sonra karanlık:
    “sakinleşsene!
    azıcık bilgiye ihtiyacım var öncelikle,
    sadece basit gerçeklere,
    acıyan neresi göstersene.”

    ve bil bakalım kim düşüyor? göstersene! (michelangelo‘nun işaret parmağıyla)
  • bu eylemi yaptığınızda yeri ıskalarsanız uçabilirsiniz (bkz: douglas adams)
hesabın var mı? giriş yap