• rus yönetmen yuriy bykov senaryosunu yazıp yönettiği, rus toplumuna ve bürokrasisine mercek tuttuğu filmde insanın kafasında sayısız çağrışımlar uyandırıyor, sorgulatıyor. bürokrasinin çürümüşlüğü ve halkın yozlaşmışlığına dair çarpıcı mesajlar veren filmi çağrıştırdığı düşünceler üzerinden ele alalım bakalım neler çıkacak.

    arıza için çağrılan bir su tesisatçısı, basit bir tamirat için geldiği 820 kişinin sefalet içinde yaşadığı binanın derin çatlaklar ve yamulma-eğilme sonucu her yıkılabileceğini tespit eder. durumu ilettiği belediye bürokrasisinin en alt kademesinden bakanlığa kadar yolsuzluğa battığını, müthiş bir yozlaşma ve çürüme içinde olduğuna şahitlik eder.

    tesisatçının ortaya koyduğu vahim gerçeklik karşısında belediye başkanı ve bürokratları iki yoldan birini tercih edeceklerdir. ya 820 kişiyi kış günü tahliye edeceklerdir ki yerleştirecek yer olmadığı gibi bunu tercih ettiklerinde tepeden tırnağa soruşturma geçirecekler, bütün pislikleri ortaya dökülecek ve çok kişinin canı yanacak, çıkarı zedelenecektir ya da 800 kişi yani 200 aileyi tahliye etmeyerek binanın içindekilerle birlikte göçmesine izin vereceklerdir. yıkımın sorumluluğundan kurtulmak için de tesisatçı ve iki bürokratı günah keçisi ilan ederek ortadan kaldırıp kokuşmuş düzenlerine devam edeceklerdir.

    vicdanını öldürmemiş, temiz ve dürüst kalabilmiş bir tane bile insanın olmadığı, çirkefleşmiş, yolsuzluğa batmış bir bürokrasi ile yoksulluk ve cahillik içerisinde farklı bir yozlaşmanın mahkumu olmuş, uyuşturucu, alkol ve şiddetin esiri bir halk ve bunların içerisinde vicdanıyla hareket eden bir garip tesisatçının ne isa'ya ne musa'ya yaranabildiği bir çabalama.

    insanların ölümünü engelleyebilmek için ölümü göze alması karşısında karısının:
    "o insanlar bizim hiçbir şeyimiz değiller ama?" sözü karşısında tesisatçı:
    "anlamıyor musun? hayvanlar gibi yaşıyoruz. hayvanlar gibi ölüyoruz. çünkü birbirimiz için birer hiç kimseyiz." şeklindeki feryadı filmin ana mesajını çok net veriyor.

    belediye rantçılarından birinin belediye başkanını yukarıda bahsettiğim ikinci yola ikna etmek için attığı şu tiratta kokuşmuşluğun nasıl meşrulaştırıldığını gözler önüne seriyor: “ne ara insanları önemser oldun? 800'ü tek seferde öleceği için mi? birer birer ölürlerken umurunda değiller miydi? her bütçeden kendine pay alırken onları umursuyor muydun? insanlar ölümüne içiyor, birbirini öldürüyor. çünkü burada adam gibi iş yok, maaşlar desen 3-5 kuruş, çocuklar ise bodrumlarda hayatlarını uyuşturucu alarak heba ediyor. yollar çukur, altyapı berbat, binalara bok kokusundan girilmiyor. okullar rezalet, öğretmenlerin, doktorların bile açlıktan nefesi kokuyor. bu hayatı ya insan gibi yaşarsın ya da hayvan gibi. herkese yetecek kadar iyi hayat yok. iyi hayatı kardeş payı yaparsan kimseye bir şey kalmaz. herkes eşit derecede fakir olur. bugüne kadar çalarak yaşadım bundan sonra aynı şekilde devam edeceğim.”

    devlet denen aygıtın nasıl işlediğini tüm çıplaklığıyla ortaya koyan film; yolsuzluğun, hukuksuzluğun değişik versiyonlarıyla tüm ideolojik görüşlerin uygulamalarında çeşitli argümanlarla meşrulaştırılarak yapıldığını, yönetilenlerin de bunu kanıksayarak doğallaştırdığını dolayısıyla çıkan aykırı ama adaleti temsil eden sesleri hızla marjinalize ederek susturduğunu, gerekirse linç ettiğini bir kez daha gösteriyor.

    peki modern devlet adeta ruhunu çürüttüğü toplumun tepki gösterecek duyargalarını nasıl işlevsizleştiriyor? bunun için devletlerin başta eğitim sistemi olmak üzere çok işlevsel araçları söz konusu.
    modern devlet; ideolojisini, üreteceği vatandaşın etinde ve kemiğinde hissettirmek ister. düşünceleri çitlerle çevrili güzergâhlara yönlendirmek ve halkı rahatça yönetilebilir minnettar tebaa haline getirmeyi hedefler. modern devlet bunu başarabilmenin yolunun bilgiyi tekeline almaktan geçtiğini bilir ve eğitim sistemini bu amaçla kullanır. milyarlarca bilgi içinden seçtiği ve dogmatikleştirdiği bilgileri müfredat haline getirerek, nesne olarak kullandığı öğretmen kanalıyla tamamen nesne kıldığı öğrenciye aktarır. iktidarlara göre disipline edilmemiş bilgi her türlü dengeyi bozacak, kargaşaya neden olacak ve iktidarın sarsılmasına yol açacaktır. o yüzden bilgi tekel altına alınmalı ve silah olarak kullanılmalıdır. öteki bilgiler ise kelepçelenmeli, engellenmeli, susturulmalıdır.

    modern ulus devletlerin zihin yapısı bu minvalde iken iktidardaki kişi bir de otoriter eğilimli biri ise; toplumun iktidar tarafından enjekte edilen manipüle edilmiş bilgiyle yetinmesi, nesneliğiyle barışık olması ve özne olma heveslerine kapılmaması elzemdir. kontrol altına alınamayan her tür mecra, otoriter iktidar için varoluşsal bir tehdittir. denetlenmeli, kısıtlanmalı, engellenmeli, kapatılmalıdır. zira özgür bırakılmış bilgi, havlamasını bilmeyen köpek misali sürüye kurt getirecektir.

    minnettar bir tebaa ile muhatap olmayı arzulayan devlet bunun yanı sıra yönetilenlerin itaatkâr olmalarını sağlamayı da önceler ki devlet tekelindeki zorunlu eğitim sisteminin bu yönüyle oldukça başarılı olduğunu kabul etmeliyiz. zira yaratılan vatandaş figürü büyük oranda iradesini bir kenara koyup teslim olmayı tercih etmiştir.

    itaatin; hayatı kolaylaştıran, insanı sorumluluktan arındırıp özgürleştiren, hataları sahiplenmekten ve vicdan kanamalarından kurtaran bir yönü vardır ve bu yönüyle gönüllü olarak da tercih edilir. böylece başkalarının aklına sığınıp o aklın gölgesinde konaklayarak, yaşamınızdaki hemen hiçbir seçimi kendi aklınızla yapmadan, özgür iradenizi kullanıp sorumluluk almadan steril bir hayat yaşayabilirsiniz. binlerce insanı gaz odalarında katleden düşük rütbeli memurun, "ben sadece emirlere uydum." demesinde de hiroşima'ya atom bombası atarak ilk anda 80 bin kişiyi öldüren pilotun "kendini suçlu hissetmediğini" söylemesinde de emirlere itaat rahatlığı vardır.

    hayat; insanı seçimlere zorlayarak kararlar almasını isteyen ve bu kararların ağırlığını bir yük olarak insanın sırtına yükleyen zorlu bir süreç. bu sorumluluğu taşımak istemeyen kahir ekseriyet, bir makineye dönüşme pahasına da olsa özgür iradesinden vazgeçiyor. böylece bütün vicdani sorgulamalardan muaf hale geliyor. tüm bunların sonucunda ise hamasetle büyülenmiş, mankurtlaştırılmış yığınlara düşen, ölesiye savunduğu iktidarlar tarafından her geçen gün biraz daha lümpenleşmek, pespayeleşmek oluyor.

    itaat kavramının bu yönünü hakan günday'dan okuyalım:
    "itaat, iradesinden vazgeçen için, dünyanın bütün hatalarını yapabilme özgürlüğüydü! itaat, kişinin, kendi başına işlemeye asla cesaret edemeyeceği suçları gerçekleştirebilmesinin müthiş bir yoluydu. itaat, her gün farklı biri olarak uyanılan bir rüyaydı! öyle bir rüyaydı ki insan kendini sürekli bir şeyler yaparken görüyor ama gerçekte onları kendisinin yapmadığını biliyordu. itaat, suçluluk duygusu ve vicdan azabının panzehiriydi! herkes itaat etmeliydi! hepimiz, itaat edecek birini bulup suçu ona atmalıydık!.."

    devletlerin itaatkar nesiller yaratma sürecinde işinin çok da zor olmadığını belirtmek gerekir. zira insanın kendiyle uğraşması, fikirlerle boğuşması çok rastlanan bir şey değil. gittikçe bayağılaşan dünyada sıradan ve birörnek formlara dönüşmemek için savaş vermek, benzersiz olmayı seçme cesareti göstermek genele şamil edilebilecek bir şey olmadı hiçbir zaman. çünkü çoğunluk konformisttir. sorgulamadan direkt olarak itaat ve intibak eder, uyum sağlar. gözlerimi kaparım, vazifemi yaparım edilgenliğini tercih eder. alışageldiği şeylerde değişiklik olmasına razı gelmez, bundan rahatsız olur. hazır kalıplara ve sabitelere sıkı sıkıya yapışır, tabuların tutsaklığını ve tekdüze bir hayatı onaylar. hafızasız yaşar. iradesini bir kenara koyup pürüzsüz bir teslimiyetle teslim olur.

    çalıntı, alıntı, yayıntı düşünce kırıntılarıyla siyaseti takip eder, dünyayı o kırıntıların yüzeyselliğinde algılar. kendini kapattığı sosyal medyadaki yankı odasında okuduklarının veya izlediklerinin zihninde uçuşturduğu şeyleri kendi fikri gibi orada burada dillendirmekle tatmin olur. başkalarının aklına sığınıp o aklın gölgesinde konaklar. özgür iradesini kullanmadan, sorumluluk almadan steril bir hayat yaşamayı arzular. hiçbir akli delille cemaatinin, habitusunun ya da varsa ideolojisinin vaz ettiği doğrularının zerre miskal sarsılmasına izin vermez.

    haliyle tüm bunlar günden güne sığlaşmayı, dibe çökelmiş çamur gibi kokuşmayı beraberinde getirir. oysa yeni ürünler alınmak isteniyorsa toprağın yeniden sürülmesi, ekime hazırlanması, her türlü haşereden ve zararlı bitkiden arındırılması gerekir. derinliği azalmış, dibi çamurlaşmış eski su kanalının, kokuşmasının önlenmesi için dipteki çamuru söküp götürecek bir akıntı yaratılmasına ihtiyacı vardır. insana uyarlarsak; suyun seviyesi yükseltilip derinliği artırılmalı ki yaşanan hayat bir anlam kazansın, insan bir şahsiyet ve kimlik sahibi olabilsin. lakin kahir ekseriyet, bir makineye dönüşme pahasına da olsa özgür iradesinden vazgeçer, sıradanlığın ve tekdüzenin konforuna sığınır; çökelmeyi, sığlaşmayı, çamurlaşmayı sorun etmez.

    filmin çağrıştırdığı bir şey de toki çirkinliği ile bizim de ayak uydurduğumuz dikine yapılaşma ve bu modern mağaraların ilk ortaya çıkış dönemi oldu. apartman tipi yapılar ilk olarak sanayi inkılabının başladığı ingiltere'de, ilk fabrikaların açıldığı manchester şehrinde yapılıyor. iş imkanı nedeniyle kırdan kentlere göç yoğunlaşınca artan nüfusu yerleştirmek için devlet daracık kümes gibi dairelerden oluşan bu çok katlı dikine binaları icat ediyor ve işçileri buralara yerleştiriyor.
    o dönemi anlatan bir yazarın şunu dediğini hatırlıyorum:
    "o binalara üç şey girmezdi. güneş, para ve tanrı."
    zenginlerin oturduğu önü bahçeli (hatta havuzlu), geniş, yüksek tavanlı, güvenli, müreffeh evlerle, filmdeki gibi havasız, pis kokulu, daracık odalardan oluşan, altyapısı bozuk, yanındaki daireden kağıt gibi duvarlarla ayrılan, kocaman bir köy nüfusuna sahip dikine binaları kıyasladığınızda iki yüz yıl önceki mantalitenin halen devam ettiğini görüyorsunuz.
  • ön bilgi: durak, rusça’da enayi demek(miş).

    şimdi bu filmi al. al işte ya, çekinme... aldın mı? peki. tüm karakterlerin ismini türk isimleriyle değiştir; recep yap, davut yap, melih yap, yiğit yap, sümeyye yap, bilal yap. yetmedi mi? biraz da ali yap, ayşe yap, fatma yap, mehmet yap. yaptın mı? peki. şimdi de isimlerini değiştirdiğin tüm karakterleri türkçe konuştur. hepsine itinayla dublaj yerleştir bir bir. konuşturdun mu? peki.

    hikayede hiçbir değişiklik yapma sakın, karakterlerle oynama, hiçbir şeyi yerinden kımıldatma, sırasını değiştirme. sadece bu dediklerimi yap ve “bu bir türk filmi, bu bir türkiye hikayesi” diye piyasaya sür sonra. eşe, dosta, tanıdığa izlet her fırsatta. kimse bu filmin bir rus filmi olduğunu anlamayacak, emin ol. çünkü; ne anlatıyorsa, nasıl anlatıyorsa, bize çok yakın anlatıyor.

    masha: o insanlar bizim hiçbir şeyimiz değiller ama?
    dima: hayvanlar gibi yaşayıp, hayvanlar gibi ölüyoruz. sırf birbirimizin hiçbir şeyi olmadığımız için.

    https://www.youtube.com/watch?v=-pgp5vshfbq

    merak edenler için, aşağıda filmin konusu ve aldığı ödüller de var;

    "içten içe çürümüş bir toplum dürüst bir adam sayesinde değişir mi? yoksa öylelerine enayi mi denir? yuri bykov'un bu üçüncü uzun metrajlı filmi, daha önce festivalde izlediğimiz the major / komiser’in izinden gidiyor. enayi'nin kahramanı dima, sıradan bir tesisatçı. akşamın bir saatinde evinden çıkıp, bir sızıntıyı incelemek üzere kentin en fakir mahallelerinden birinde yıkık dökük bir binaya gidiyor. durum öyle ki, 800 kişinin yaşadığı bu eski yurt binası çökmek üzere ve mekânı tümüyle boşaltmak için sadece bir geceleri var. belediyeden izin almak için belediye başkanını görmeye giden tesisatçı, olayın göründüğü kadar basit ve temiz olmadığını o an anlıyor. kimi kimsesi olmayan yüzlerce insanın yaşamını kurtarmak için bütün gece, burnuna kadar yolsuzluğa batmış bürokratların peşinde koşuyor. “böyle insanlara artık çok az rastlanıyor. değer tanımazlığın, korkunun ve kayıtsızlığın genel geçer sayıldığı günümüzde, yaptıklarının kesinlikle normal olmadığını söylemek için bu insanlara romantik diyoruz, diğerkâm diyoruz, idealist diyoruz ya da düpedüz ‘enayi’ deyip geçiyoruz. benim ülkemde böyle ‘enayiler’ hâlâ var; işte bu yüzden benim hâlâ umudum var.” – yuri bykov"

    2014 locarno en iyi erkek oyuncu (a. bystrov), hümanizm adına ekümenik jüri ödülü, genç jüri birincilik ve özel mansiyon
    2014 l’aquila mansiyon
    2014 les arcs en iyi film, en iyi görüntü, genç jüri ödülü
  • 14 temmuz 2017'de gösterime giren film hakkında öncelikle biraz bilgi vereyim sonrasında yorumlara geçeyim. film serdar gözelekli ile bekir yusuf açıksöz tarafından yazılmış yine serdar gözelekli ile muammer koçak tarafından yönetilen bir gerilim. filmde emre altuğ, görkem yeltan, deniz şen hamzaoğlu, tunç okan bir de bedük oyuncu olarak yer alıyor.

    filmin konusunu çok spoilersız anlatmaya çalışayım. geçmişleri çok temiz olmayan birkaç kişi hayatlarının değişmesi vaadiyle bilinmeyen bir yere davet ediliyorlar. davet edildikleri yerde uyanan kişiler, sebebini kendileri de bilmedikleri bir durumda geçmişleri de işin içinde olmak üzere hayatları pahasına bir mücadele içine giriyorlar.

    filmi izlemeyi düşünen arkadaşlara yine spoiler içermeden kısa cümleler kurayım. film 100 dakika civarında sürükleyici ve kanlı bir gerilim. yani filmde açıkçası biraz gore tarzına girizgâh yapıldığından tahammülü zor olan seyirciler dikkat etsin. özellikle gerilim dedim korku demedim çünkü korku filmi izleyemeyenlerin gidebileceği filmlerden biri. "bö" diye aniden çıkan korkunç öğeler filmde yok gibi ama yorucu sayılabilecek bir gerilim düzeyi var. film mükemmel değil. en çok dikkat çeken hatası çok fazla senaryo eksiğinin, boşluğunun olması. gelgelelim filme vasat demek de kesinlikle haksızlık olur. iyi sayılabilecek bir çaba var ortada. hatta örneklemimizi ulusal filmlerle sınırlandırırsak oldukça başarılı bile bulunabilir kanaatindeyim.

    --- spoiler ---
    --- spoiler ---

    film siyah ekran üzerinde yazılı anlatımla bize sunulan oldukça çarpıcı bir hikayeyle açılıyor. hatta hikayeyi okurken anlatılan efsanede hiç isim verilmemesine rağmen konu olarak hasan sabbah ve haşhaşilerin anlatıldığı kolayca anlaşılabiliyor. neticede bunları esaslı bir şekilde filme malzeme edebilmek çok kolay bir girişim değil. bu yüzden filmin açılış sekansında heyecanımın epey yüksek düzeyde olduğunu itiraf etmeliyim.

    sonrasında film üç kişiye odaklanıyor. bu üç kişi aynı ekip tarafından bir sempozyuma davet ediliyor. sempozyumun konusu ve içeriği muazzam açıkçası. "kötülük ve insan doğası". çok sevdiğim ünlü yönetmen tunç okan'ı bir profesör rolünde bu sempozyumu yapan kişi olarak gördüğümde ve sempozyumun felsefi bir derinlik çabası içerisinde olduğumu görünce dedim ki "kendimi hazırlayayım birazdan harika bir film geliyor".

    nizam, feride ve tahir adlı üç kişi aynı ekip tarafından bir davetiye alıyor. davetiyeler geçmişlerinde ölümlerine sebep oldukları kişilerin fotoğrafları ve arkasında yazılı bir adresten ibaret. tabi üçü de bu adrese ulaştıklarında profesör tarafından hayatlarını değiştirecek asıl bir davet alıyorlar. üçü de kabul ediyor ve (neresi olduğu filmde belirtilmemişse de) erciyes dağının dibinde sadece bir otobüs durağının olduğu bir çölde uyanıyorlar. tabii ki aslında bir laboratuvarda halüsinatif ilaçların etkisinde bilinçleri kapalı bir halde yatıyorlar.

    filmin bundan sonrası açlık oyunları tarzı bir mücadeleyle geçiyor ve karakterlerden sadece birisi mücadeleyi kazanıyor ve ekibe girmeye hak kazanıyor.

    şimdi evvela film, harika bir şekilde başlıyor. ve devamında derin bir şeyleri anlatmanın sözünü veriyor. ama nedense sonra garip bir yakalamaca etrafında gelişip tamamen ilk aşamada seyirci tarafından beklenen sıradan bir şekilde sonuçlanıyor. bir lost bir prometheus bir i am legend bir the devil's advocate gibi açıkçası sonuyla çok fena hayal kırıklığına uğratıyor diyebilirim.

    mücadele sürecinde kişilerin evre 1, evre 2 ve denek olarak tanımlanması, mücadele sonrasında aslında nizam ve feride'nin neden intihara sürüklenecek duruma sahip olduklarının çok da net olmayışı ve bu kafa karışıklığının özü olarak çöldeki sahnelerde metaforların çok da tatmin edici kullanılamaması gibi nedenlerle karakterlerin yolculukları ne yazık ki inandırıcı durmuyor. bununla birlikte hasan sabbah ve haşhaşilerle ilgili birkaç vikipedi fotoğrafı, birkaç araştırma eskizi hariç en ufak bir referans kullanılmaması ve hikayeye dahil edilmemesi, günümüz şartlarına ayak uydurduğu söylenen ekibin bu yönüyle ilgili hiç bir hususa değinilmemesi gibi bir durum da, bu konunun sadece macera filmi oluşturabilmek adına küçük bir unsur olarak kullanıldığını gösteriyor. dolayısıyla da film anlattığı hadise konusunda pek korkak isteksiz ve temelsiz ilerliyor.

    hep olumsuz şeylerden bahsetmemek gerek. film sonuna kadar neredeyse her sahnesinde temposunu yavanlık düzeyine düşürmeden koruyor ve 100 dakikanın nasıl geçtiğini anlamıyorsunuz bile. özellikle sonunda ekibe dahil olmak için gerekeni kabullenme değil bunu isteme haline evrilen tahir karakterinin değişimi ve kendini tanıma süreci diğerlerinden daha iyi temellendirildiği için ilgi çekiyor ve belki de felsefi derinliğe ulaşan güzel bir metamorfoz sürecini deneyimlemenizi sağlayabiliyor. ancak yine de nihayetinde bu görevi üstlenenlerin görev tanımları konusunda filmin net olduğunu söylemek kolay olmayacak.

    --- spoiler ---
    --- spoiler ---

    ulusal filmlerimiz arasında ajitasyon seviyesi minimumda tutulmaya çalışılan bu tür gerilimler kolay kolay bulunamıyor. bu nedenle film iyi sayılabilecek bir film diyebilirim. ancak yine de epey eksik yönlerinin bulunmadığını söylemek çok yerinde olmayacaktır kanaatindeyim. son olarak diyebilirim ki durak, sağlam bir hollywood blockbuster dönemi yaşanan yaz vizyonunda farklı bir alternatif arayan sinemaseverler için yerinde bir tercih olabilir.
  • yuri bıkov'un yazıp yönettiği 2014 yapımı rus filmi.

    toplumsal çürümenin, yolsuzluğun, ahlaksızlığın bir kasaba örneğinde anlatıldığı muhteşem bir filmdir. dürüst ve ahlaklı bir sıhhi tesisatçının sistemle mücadelesi ve gördüğü tepkiler son derece etkili bir şekilde aktarılmıştır.
  • çok güzel müzikleri olan, bittiğinde oha dedirten muhteşem bir film. bünyemde dogville etkisi yarattı. insandan soğudum bir kez daha.
  • önceki filmi mayor ile beğeni toplayan rus yönetmen yuriy bykov’dan muazzam bir film. rusça’da aptal, budala anlamına gelen durak, filmin içeriğini özetler nitelikte.
    devlete ait, 800 kişinin yaşadığı konutun duvarında çatlak farkeden tesisat görevlisi dima’nın mücadelesini izliyoruz.
    yönetmen, yıkılmakta olan apartman ile çürümüş bürokrasiyi, toplumsal vicdanı ve yine yıkılmakta olan insanlığı başarılı şekilde izleyiciye yansıtıyor.
    bu yönüyle aynı yıl gösterime giren andrey zvyagintsev’in müthiş filmi leviathan’a benzetebiliriz. en az onun kadar etkileyici ve güçlü bir yapım olan durak, kesinlikle izlemeye değer.

    ilgilenenler için bu filmin de olduğu,ülkelere göre film arşivi ve yorumlamalarını içeren şöyle bi'şeyim var;
    https://www.instagram.com/avrupasinemasi/
  • dünya'ya diz çöktüren? rusya'dan çıkmış mutsuzluğun ve umutsuzluğun filmi.
    film bittiğinde aklımda en çok kalan şey otobüsteki insanların suratındaki bıkkınlık ve mutsuzluk oldu. dipsiz bir kuyu gibi beni de içine çekti o anlar.

    ayrıca geçenlerde baştan sona kokuşmuş bir fatih akın filmi olan (bkz: der goldene handschuh)'u izlerken, bu filmden tiksindiğim kadar tiksinmemiştim. ortadaki yolsuzluğu, rüşveti, bürokratik kaypaklığı görünce anladım ki anlatılan bizim hikayemizdir aslında.

    daha da kötüsü bizdekilerde artık en ufacık bir otorite korkusu kalmamış, burdaki adamlar soruşturma geçiririm, hapse girerim diye tutuştu en azından.
    yine dimitri'nin bu adamlarla konuşurken boka bakar gibi bakması, sürekli yumruğunu sıkması da yabancı bir tepki değil.bulunduğum ilde ne zaman bir yetkili görsem yolumu değiştirecek yer arıyorum, bırak selam vermeyi, yüz yüze dahi gelmeyim şunlarla diye. o yüzden seni çok iyi anlıyorum dimitri comrade...
  • leviafan'dan da daha sert ve karamsar bir politik film. her ne kadar rusya'da geçse de adları değiştirerek çürümüşlük ve suistimalin geçer akçe olduğu her ülkeye uygulanabilir.

    28. dakikadan itibaren çalan ve filmin kapanış jeneriklerinde tekrarlanan o çarpıcı müzik parçasına da ayrıca şapka çıkarılır.peaceful night

    şarkının, filmin türkçe altyazısını çok güzel hazırlamış raho çevisi ile sözlerini de buraya bırakalım :

    evlerin çatıları
    günün ağırlığı altında titriyor
    göksel bir çoban
    bulutları güdüyor
    şehir, ışık saçmalarıyla
    geceyi ateşe tutuyor
    ancak gece daha güçlü
    ululuk onun gücüdür
    yatağına yatanlara,
    huzurlu uykular
    huzurlu geceler
    yatağına yatanlara,
    huzurlu uykular
    huzurlu geceler

    ilginç bir tesadüf, belediye yetkililerin etrafında oturduğu masada bir de m. cengiz look-alike bulunmaktadır.

    edit : şarkı sözleri eklendi.
  • rusça'da "aptal , salak" manasına geldiği gibi şaka anlamlı, ingilizcede tam olarak "crazy" kelimesini karşılayan bir şekilde de kullanımı mevcuttur.
  • belediye otobüsleri için checkpoint.
hesabın var mı? giriş yap