• “senden iyi anne olur.”

    ilk defa duymuyordum bunu. ama bu defa başkaydı.

    daha önce çeşitli ağızlardan, farklı zamanlarda, sıfatları birbirinden farklı insanlar tarafından söylenmişti. beni bir çocukla konuşurken, bir köpeği severken gördüğünde ya da zatıma karşı işlediği bir hatanın akabinde şefkatim ve affetmeye meyyal oluşuma tanık ve muhatap olduğunda çıktı bu cümle o ağızlardan. hepsinin de kendince bir temellendirmesi vardı: anaçlık, merhamet, anlayış, sevgi doluluk. ne güzel, ne mutlu bana. doğruluk payı üzerine çok düşündüm, ancak bu başka bir hikâye, başka bir zaman anlatılmalı.

    evet, ilk defa duymuyordum. ama bu defa başkaydı. o an gelişen bir tanıklığın, bir müteşekkir halin yol açtığı bir tespitten çok daha fazlasıydı. belli ki varoluşum, ben, kelimelerim, yaklaşımım bir bütün olarak onun zihnini meşgul etmişti. yoksa o kanepede kendimizi tembelliğe bırakmış, hiçbir şey düşünmemenin ve susmanın tadını çıkarırken, etrafta ne bir çocuk, ne bir köpek, ne de bir hata varken, öylesine, tam da öylesine kanepede oturan iki insanın söyleyeceği ve de duyacağı cümle bu olabilir miydi? bilemiyorum… belki de en güzeli, en gerçeği ortada bir neden, tetikleyici bir neden yokken sarf edilen o cümlelerin söyledikleriydi. tek başına bile bu güzeldi benim için. nedensiz oluşu… yine de sormadan edemedim:

    “bunu söyleten ne?”
    “insanı tanıyorsun sen, canlı’yı tanıyorsun. insan olmak ne demek, biliyorsun.”

    mutluydum, kendi hesabıma doğruluk payı vardı bu cümlenin ve insanı tanıma’nın bana nelere mal olduğunu düşünmeden de mutlu olabiliyordum. ama sonrasında söylediği şu cümle o günden beri yüreğimi sızlatıyor. hatta öyle ki, bazen aklıma geldikçe başka şeyler düşünüp uzaklaştırıyorum kendimden.

    “ama üzerler onu. dışarıda üzülür çocuğun.”

    biraz ağladım. (biraz ağlamak ile kendini tutmak arasında doğrudan bir ilişki var, yoksa bastıran o ağlama hali hiçbir zaman biraz olmuyor. ben de kendimi tutabildiğim için biraz ağladım.) o bir şey söylemedi; ya anladı ya da beni kendi halime bıraktı. beni ağlatanın kendisi olmadığını bilecek kadar tanıyor beni.



    “ama üzerler onu. dışarıda üzülür çocuğun.”

    dışarı. dış. dışarıdakiler. onlar. dünya.

    hayatım boyunca nefret ettiğim, nefret edeceğim, kaçacağım, reddedeceğim o malûm, o mel’un dışarı.
    dışarı neresidir? dışarıda kimler yaşar? dışarı nasıl bir yerdir?

    işte size dışarı’nın insanları:

    1. kasiyer:

    marketteyim. alışverişimi tamamladım, kasada bekliyorum. yan kasada bir kadın üçyüz yıllık alışverişini tamamladı, adresini ve poşetlerini bırakıp gitti. anladım ki marketin eve götürme hizmeti de var. kadının hemen ardından, kıçından ter damlayan, ayakta duracak hali kalmamış, gençten biri girdi markete. kasiyer, poşetleri gösterdi ona. “biraz soluklanayım, götüreceğim.” ben hâlâ sıradayım, gözüm orada. kasiyer, “hayırdır?” dedi, “ne bu hal?” taşıyıcı isyanlarda. “anasını satayım, bilmem kaç katlı apartmanın yedinci katında oturuyor kadın, otuz sekiz numarada. asansör arızalıymış. bir dünya da poşet. üç posta indim çıktım, öldüm valla.” fena tabi. bu arada sıram geldi, aldıklarımı poşetliyorum. benim bulunduğum kasadaki kasiyer kız bir an kalakaldı. gözlerini kırpıştırdı, kaşlarını çattı. hangi kısmı idrak etmekte zorlanıyor acaba, meraklardayım.

    “şimdi bi’ saniye… yedinci kaaat, otuz sekiz numa… şimdi... her katta kaç daire var ki?”

    gülelim mi? gülen var mı? şaşıran? üzülen var mı? sinirlenen?
    üzülmekle sinirlenmek, şaşırmakla acımak arası haller… madem diyorum, ağzını açıp bir cümle kuracaksın, biraz mutasarrıf ol, öyle saçma sapan cümlelerle vakit kaybetme, nefes tüketme. benim de canımı sıkma. ulan herif ölüyor, takıldığın şeye bak.
    işte size bir dışarı insanı. benim reddettiğim, gördüğüm zaman kaçtığım bir dışarı insanı. (belki o kız birileri için mutluluk kaynağı olmuştur, belki çok yardımsever ya da dürüst biridir, konu bu değil. izaha gerek var mı?)

    2. vapur yolcusu kadın:

    ikimiz de vapurdayız. ikimiz de simit seviyoruz. ikimiz de martılara simit atıyoruz. güzergâh, beslenme alışkanlıkları ve eylemdeki bu ortaklıklar bizi nereye kadar birleştirir, nerede ayırır? yöntem ve niyet söz konusu olduğunda. simidi havaya atıyor, martılar kapınca mutlu oluyor. arada sırada da atmıyor, eliyle uzatıyor, martı elinden alınca bildiğin coşuyor. bana yine yavaştan geliyorlar. gözü üzerimde. simit parçalarını olduğu gibi denize atan beni izliyor. ne düşündüğünü tahmin ediyorum, derken düşündüğüm şey geliyor: “uzatınca gelip kapıyorlar, öyle yapsanıza!” şimdi… ben insan bozmaktan hoşlanmam. zevk almam bundan. o anda da zevk almadım. ama o da bana başka bir seçenek bırakmamıştı. “ben sirkleri sevmem.” anlamış olmalı. yüz ifadesi ilk anda tam tersini söylese de ben bütün küstahlığımla arkamı dönüp içeri girmiştim, sonradan ne düşündü bilemiyorum.

    peki o kadını dışarı insanı yapan ne? o da martıları besliyor, martıların karnı onun sayesinde de doyuyor. sonuçta hayvanlar rızkının peşinde.* martı açısından daha yorucu bir beslenme hali mi bilemiyorum, öyle olduğunu varsayıyorum. ama peşinde olduğum şey tam olarak bu da değil. simidini martıyla paylaşma eylemini bir sirk gösterisine dönüştürme durumu bu. öncelikler meselesi. esas olan bir hayvanı beslemek değil burada. eylem saf değil. bunu yapan insan, akşam eve gittiğinde “ben bugün martıları besledim” demesin. “ben bugün martıları besleme aracılığıyla kendimi eğlendirdim” desin. ama eve gittiğinde desin, bana demesin. üzülüyorum ben.

    3. meslektaş:

    işim gereği bazı –görece ünlü– yazarların yazdıkları kitapların basıma hazırlanması esnasında mutfakta bulunuyorum. bir gün galata’da dolaşırken, birkaç hafta önce kitabının basıma gitmesine katkıda bulunduğum bir yazarı gördüm. durdum, uzaktan izlemeye başladım. kitabını sevmiştim, bakışını sevmiştim. onu izlemek güzeldi, çünkü anladığım kadarıyla o da izliyordu. topluyor, filtreliyor, mayalıyordu. bir süre ben onun, o da dünyanın ajanlığını yaptıktan sonra ayrıldım oradan. bunu meslektaşlarımdan birine anlattım sonra. onu gözlediğimden ve bir sonraki kitabında o galata akşamının izlerini bulabilme ihtimalimin yüzdesinden bahsettim. “gidip tanışsaydın ya?” dedi. pek anlamadım. “neden ki?” nedeni basitti. “senin de emeğin var, kendini gösterseydin.” kendini göstermek. anahtar kelime. kadraja girmek. ben de buradayım, hey! hadi bana teşekkür et, beni gör, beni önemse! bensiz eksik kalırdın, bunu bil! bir kitap yazmış olabilirsin ama tek başına yaptın zannetme, işte kanıtı: ben!

    meslektaşımın karakteri üzerine tahlillere girme gereği duymuyorum, mevzu bu değil. yine de hakkını teslim etmek adına, bu hikâyede anlatılandan ibaret biri de değildir. ama işte… anlaşılamamanın acısı, bakış açısının bendeki karşılığının sevimsizliği… belki de hastayım ben, tahlil yeteneğim hasta.

    4. kuzen:

    bir aile toplantısı. bitkisel bir hayat süren, bundan mütevellit kendisini hıyar olarak adlandırabileceğimiz kuzen de gelmiş. ben fotoğraf makinemi getirdim. amaç ortada. söz konusu makine ne profesyonel, ne amatör. dijital slr. hıyar, makineyi inceliyor. ben de onu ve ondan cacık olabilme ihtimalini. ve hıyar konuştu: “sen bu makineyi nasıl aldın?” bir hıyara göre ustaca ve fazla incelikli bir hakaret. ama hakaret ettiğinin farkında olmadığı hesaba katılırsa tam da ona özgü bir cümle. katıksız bir dışarı insanı. ne adab-ı muaşeret, ne terbiye, ne ahlak, ne de zekâdan nasibini almış. kifayetsiz nasipsiz. ne desem boş. bırakın bir başka dili, türkçeyi bile bilmiyor, ama sorusuna cevaben “zor olmadı, bir blowjob’a bakar” desem onu anlar işte. hıyar.



    örnekler çoğaltılabilir. çember genişletilebilir. dışarı oldukça geniş ve kalabalık bir alan çünkü.

    şimdi başa döneyim. bir çocuğum yok. olmayan ve belki de hiç olmayacak olan o çocuğu çok seviyorum. aşkla seviyorum. ama onu dışarı’nın üzeceği fikri beni kahrediyor. dışarı böyle bir yer. ve o bundan kaçamayacak. ben onun yanında olamayacağım, onu koruyamayacağım. ona dışarı’yı anlatsam, cephanesini hazırlasam… olmuyor, kaçış yok. bilemiyorum, belki de tam bir dışarı insanı olacak o da. belki ben de başkaları için dışarı insanı oldum. olmuşumdur. ama gayretim dikkate alınsın lütfen. böyle böyle ölecek bendeki dışarı insanı.

    bir dışarı var, kötü kokan bir yer orası, hırpalayan bir yer. keşke içimde biraz öfke olsa. ama daha çok üzüyor.

    bir dışarı varken ve ondan kaçmak mümkün değilken anne olmak, beni tek başına kötü bir anne yapmaya yeter diye düşünmeden edemiyorum. hayatın ta kendisi dedikleri, o malum, mel’un dışarı.
  • askerdeyken yıllardır konuşmadığım bir dostumun numarasını yağmurun altında arardım. rüzgarda arardım. kar yağdı aramaya devam ettim. ne zaman yüreğim daralsa o kırık ankesörden o numarayı tuşladım.

    'aradığınız numara kullanılmamaktadır'

    uzun uzun 'dııııı.......t' sesini dinlerdim sonra kısacık bir kesilme. meşgul boşluğu.

    dışarısı bıraktığım gibi olmayacaktı bunu biliyordum. ne yapsam değişecekti her şey. bir gün askerlere dizi izlemeleri için izin verdim gece. ekranda birileri film izliyordu. o ekranı askerler izliyordu. onları da ben. herkes bir şeylerin dışarısındaydı. telefona gittim. dışarının o değişmeyen dııt sesini dinledim.

    yıllar önce o dostumu son gördüğümde bardağın suyuna dağılan anasona bakarak "bu an çok güzel" demiştim. "değişmemesi gereken"

    askerden çok sonra bir gece bir numara beni aradı: o'ydu. askerdeydi.

    bu kelime beni çok hüzünlendiriyor.
    vurgusu bile kovanına sığmayan cinsten.

    hala öğrenemedim: dışarı, neresi?
  • dışlar diyarı.
    erinin ütopyası.
    için dışa taşması.
    dışın içe.
  • sinirli parmağın gösterdiği yön!
  • anadolu'da tuvalet anlamında kullanılan kelime. eskiden tuvaletler evin dışında olduğundan bu manada kullanıldığını tahmin ettiğim sözcük. anneannemden ilk duyduğumda "gece vakti dışarda ne işin var yav anneanne" dediğimi hatırlıyorum. allah uzun ömür versin 88 yaşında.

    anlamdaşları için;
    (bkz: ayak yolu/@bi acılı adana usta)
    (bkz: kenef/@bi acılı adana usta)
    (bkz: hela/@bi acılı adana usta)
    (bkz: 00/@bi acılı adana usta)
    (bkz: yüz numara/@bi acılı adana usta)
    (bkz: tuvalet/@bi acılı adana usta)
    (bkz: lavabo/@bi acılı adana usta)
    (bkz: wc/@bi acılı adana usta)
  • (bkz: siz ikiniz)
  • yurdumuz. olmakta olmaya devam ettiğimiz, edeceğimiz yer. şölen sofralarını izlediğimiz, çağrılmamaklığımızla övündüğümüz yaramız.
  • (nasıl da geçti yıllar
    anımsıyorum da bir bir
    neler konuşmamıştık son buluşmamızda
    kapı vuruluyor, dur
    yok kimseler, sevgilim, kimseler yok dışarda.)

    edip cansever böyle yazmış.

    okumadığım kitaplar, izlemediğim filmler öyle çok ki. dışarı da çıkamam kendi dışıma da. içimde biriktirmek ve kendime katmak istiyorum. içime hep içime; içeri.

    sen de içime dol istemişsem, bir sanat gibi ruhumda yaşamak için seni.

    “yok kimseler, sevgilim, kimseler yok dışarda.”

    “ne peki
    her şey ne peki”
  • "ancak kendisine baktığım vakit, bartleby'yi dışarı atmakla büromdaki alçı çiçero büstümü sokağa koymak arasında hiç fark olmadığını da anlayıverdim." herman melville - katip bartleby

    (bkz: alan)
    (bkz: alana gidenin halını allah bilir)
    (bkz: langa)/vlanga, dışarıda
    (bkz: pera/@ibisile)
    (bkz: yüznumara), hela, ayak yolu, memişhane
  • - içerinin karşıtı
    - dış çevre
    - yurt dışı
    - taşra
hesabın var mı? giriş yap