• son günlerde yaşanan intihar vakalarıyla birlikte birkaç yerde isminin geçtiğini gördüm. hatta t24 adlı internet gazetesinde bu vahim olaylardan sonra iki ayrı yazar tarafından filmin ismi zikredildi. bütün bu benzetmeleri şaşkınlıkla okudum. benzetenler ya filmi izlememiş ya da farklı ülkelerden türkiye'ye bakıyorlar. haneke'nin bu filmde orta sınıf bir avrupa ailesi üzerinden anlatmaya çalıştıkları ile son birkaç gündür ülkede yaşanan intiharların en ufak bir benzerliği yoktur. haneke, varoluşsal sıkıntılar, günlük rutinlerin yol açtığı renksiz bir hayatın içine hapsolma ve yaşamın anlamsızlaşması gibi meseleler üzerinden filmini inşa eder. ülkemizde yaşanan intiharlar ise tamamıyla ekonomik sıkıntılardan kaynaklanmaktadır. görsel medya bunu dile getirmekten çekinse de yaşanan trajedilerin müsebbibi sefaletin ta kendisidir. haneke'nin filminde sahip olunan paralar yırtılıp tuvalete atılır. bizde intihar eden ailelerin bırakın yırtmayı harcayacak paraları yoktur. fatih'teki dört kardeş yüklü bir borcun altında ezilmişken, antalya'daki ailenin babası dokuz aydır iş bulamadığından yakınan bir mektup bırakmıştır geriye. haneke'nin ailesi kapitalist sistemin dayattığı gerekli gereksiz tüm eşyaları birer birer parçalar. haneke'nin ailesi tüketmekten ve yaşamaktan bıkmıştır. bizim ailelerimiz ise tüketmeye yiyecek dahi bulamamaktan ve düzgünce yaşayamamaktan intihar etmişlerdir. ülkemizdeki ailelerin çoğu için varoluşsal dertlere sahip olmak bir lükstür. işsizliğin giderek kronikleştiği, kriz var demenin hainlikle itham edildiği, yaşanan intiharların siyasal anlamda fayda ya da zarar açısından değerlendirildiği bir ülkede; "yaşamak" bile başlı başına lükstür aslında. işte bu sebeplerle şu film ile son zamanlarda yaşanan intiharları aynı kefeye bir zahmet koymayın.
  • mutlaka izleyin, ben sinema hakkinda iyiyimdir demeden once mutlaka izleyin. sinema ne guzel bi sey demeden once izleyin. godfather super film demeden once izleyin. kubrick harika yonetmen demeden once izleyin. avrupa filmleri ne de guzel oluyor demeden once izleyin. bu ara uzak dogu filmleri ne de tuttu ha demeden once izleyin. tarkovski sinemayi hizaya soktu demeden once izleyin. turk filmleri de eskiya'dan sonra amma costu, tadına doyulmuyo demeden once izleyin. nerde 60'larin gercekci sinemasi demeden once izleyin. bir yalan yasiyoruz, bu yalandan uyanmak icin, bir tokat gerekiyorsa izleyin.
    izleyin ha, korkmadan izleyin!
  • bir insan nasil yok edilir ? intahar bugunu, simdiyi yok etmek ise yedinci kita gelecegi, gecmisi ve simdiyi yani mevcudiyetin tum izlerini silmeye yonelik eylemler silsilesi iceren bir siddet filmi.

    ilk bolumde, yonetmenin hedefi gelecegi yok etmektir. oncelikle bizim sanki sonsuza dek surecekmis gibi dusunup sonsuz donguye kapildigimiz ogeler birer birer yok edilir. aboneliklerimiz, sanki ayni evde, ayni sehirde sonsuzda dek surecekmis gibi gozuken, her ay genel giderlerimiz kapsaminda degerlendirilen abonelikler birer birer iptal edilir. ardindan isimiz, okulumuz, her bireyin hayatinin birincil hedefleri olan iyi bir is, iyi bir okul. aile bireyleri istifalarini verirler ya da ayrilicaklarini deklare ederler. komsulara, ese dosta uzun sure etrafta bulunulmayacagi haber verilip iletisim tamame kesilir. sonra gelmeyen gelecek icin biriktirilen, insanin gelecegenin garantisi bankadaki tum para cekilir.

    sonra dunyanin maddesel zevkleri ile vedalasilir, en iyi sarkuteri ve saraplar alinir, bol miktarda, eve stoklanir.

    daha sonra filmin en siddetli bolumune gelinir. gecmisi yok etme bolumu. tum resimler, tum mobilyalar, okul karneleri, cocugun yaptigi resimler, ozel gunlerin biricik yansimalari olan resimler, karalamalar. evdeki tum esyalar, kiyafetler. isin en aci tarafi bu siddetli yok etme, silme hareketinin korkunc soguk, uzak ve daha da acisi sistematik sekilde yapilmasidir. filmi seyrederken dusunurum, hani insan en sevdigi kimi zaman ozenip sik giymedigi elbisesini, dugun fotograflarini yirtarken neler hisseder, nasil olur da bu kadar ifadesiz, duyarsiz bir ifade ile bu siddeti uygular. bir insani kendinden bu kadar uzaklastiran sey nedir ? ya da belki kendimiz dedigimiz bu kadar sacma sapan seyden vazgecirip kendimize, ozumuze yakinlastiran sey nedir ?

    ve son bolum. geriye kalan tek zaman; simdiki zaman ve bedensel mevcudiyet.
  • haneke'ye katılmıyorum ve laflar hazırladım.

    hazret buyurmuş ki filmin gösterime girdiği tüm salonlarda seyircilerin en çok tepki verdiği sahneler balıkların katledilmesi ve paraların yırtılıp çöpe atılmasıymış. anne-babanın kendi elleriyle çocuklarını öldürmesi bu iki sahne kadar tepki toplayamamışmış.

    bak bak bak!

    şimdi üç sahneyi de bir gözümüzün önünden geçirelim. evdeki eşyaların teker teker parçalanması bize bir seremoni gibi sunulmuştu. filmin bu parçası ve buna bağlı olan akvaryumun kırılması dakikalar sürüyor. uzunca bir müddet de yerde balıkların çırpınışlarını izliyoruz. sinematografik olarak da doyurucu planlar var.
    paraların yırtılıp klozete atıldığı sahne de oldukça uzun (düşünün ki aile bütün birikimini, bozuk paralara varıncaya kadar klozete atıyor.). ayrıca bütün hareketlerin yeknesak tekrarlanıyor olması vuruculuğu sağlıyor. (buna benzer bir sahne de 71 fragments of a chronology of chance'teki masa tenisi oynayan adamın olduğudur.. üçleme içinde birbirine paralel sahneler.)
    peki ebeveynlerin çocuğu öldürdüğü sahne? kaç saniye sürüyor? çocuğun öldürüleceğine dair verilen bütün ipuçlarına rağmen ne kadar açık seçik? önce georg'un annesine yazdığı mektupta, sonra karısıyla konuşurken ve yavrucağımız süt için "acı olmuş." derken düşünmemiz istenilen şey hep ölüm. ama çocuğun ölüm sahnesinde odağımız ölüm değil annenin, daha önceki sahnelerden birine inat, çocuğa sarılarak bağıra çağıra ağlaması.

    şimdi bütün bunlar planlı, programlı ve bilinçli bir biçimde; tamamen haneke'nin isteğiyle görüntülere yansıyor. her sahnenin vuruculuğu haneke tarafından belirleniyor. buna rağmen kendisinden vurucu iki sahne yerine neden çocuğun öldürülmesi tepki çekmedi diye, yönetmen tarafından suçlanan seyirci oluyor.

    haneke'ye diyeceğim o ki, evet düşününce çocuğun öldürülmesi çok korkunç. en korkunç. ama sinemada izleseydim tabii ki tepkim görselliği çılgın atan önceki sahnelere olacaktı. zaten bunun böyle olmasını sağlayan da sensin. her şeyi kendin ayarlayıp sonra beni (seyirciyi) duyarsız olmakla suçlayıp, nemalanmaya hakkın yok! kaldı ki bu filmi kafanda aylarca, yıllarca evirip çevirmemiş olsan, beynindeki minik storyboardlarda kurguyu bu hale sokmamış olsan; bir yönetmen olarak hikayede -evet belki- çocuğun ölümüne tepki duyacak, ama izlerken klozet sahnesinden keyif alacaksın. yoksa sıçayım senin yönetmenliğine. göz var izan var yani!
  • + evdeki eşyaların tahrip edildiği sahnede paraların tuvalete atılması görüntüsü çok provokatif...

    haneke: bunun insanları şoke edeceğini biliyordum; prodüktörü önceden uyarmıştım. o ise balıkların can çekişme görüntülerinin daha rahatsız edici geleceği kanısındaydı (biri hariç hepsini kurtardığımızı da belirteyim). filmin cannes festivali'nde, quinzaine des rèalisateurs kapsamında gösterimi sırasındaki tepkiler beni haklı çıkardı: paraların imha edildiği sahnede otuz-kırk kişi salonu terk etti. bunu tahmin ediyordum aslında, çünkü para en büyük tabulardan biri, balıkların can çekişmesinden de çocuğun ölümünden de daha büyük. her şeyi gösterebilirsin perdede, ama bunu asla. ortaçağ'da haça tükürmenin olduğu kadar kabul edilemez bir davranış.

    *
  • bu filme kapitalist üretim ilişkilerine ve ortasınıflaştırılmaya indirilmiş bir darbe olarak bakan kişilere söyleyecek söz bulamıyorum. ya hiç haneke izlememiş/bilmiyor ya da çok fazla anti-kapitalist okuma yapıyorlar. bunun için acilen haneke filmlerini tekrar -ve tekrar- izlemelerini ya da antikapitalist okumalarının nihayetinde onları ulaştırdığı körlük yüzünden acilen bir doktora görünmelerini (doktor göremezler ya) salık veriyorum.

    haneke, filmlerinde orta sınıfı ve bunlardan herhangi bir bireyi asla aklamaz! yani onları da bunaltacak/öldürecek düzeyde orta sınıf üretim ve tüketim ilişkileri içerisine girmiş bir aileyi "aman ne güzel direniş gösterdiler vb." diye yansıtmaz. kaldı ki mevzu da bu değil. “intiharlarını o kadar da büyütmeyin” diyor haneke. hem de göze sokuyor. bir kere filmin ismi 7. kıta. ve arada çiftin gitmek istediği avusturalya’yı çağrıştıran sahil görüntüsü var. yani bu intiharcı ve katil çift (buna ileride değineceğim) bir “gidişi”i bile becerememiş. intihar öyle de zor bir iş değil. bunu daha da açmak ikinci itirazımı açarken daha belirgin olacaktır.

    filmde, ailenin tüm birikmişlerini klozete atmalarını, evdeki eşyalarını parçalamalarını ve de bir bütün olarak intihar ve cinayetlerini kapitelizme ve bunun üretim-tüketim ilişkilerine karşı mikro bir direniş olarak görmek çok yalnış. bu çiftin yaptığı bir direniş değil bir kaçış/sinizm. kafka’nın gregor samsa’sı ne kadar direndiyse bu çift de o kadar direnmiştir!

    kapitalist üretim-tüketim ilişkileri ve de orta sınıfın tipik özelliği mülkiyet/sahipliktir. bunlar intihar ederken dahi “mülkleri”ni kullandı/harcadı. yani “kendilerinin” olan/biriktirdikleri parayı yırtıp klozete attılar ve de evdeki eşyaları güvenli elbiseler giyerek (eldiven giyip, kalın montlar giydiler) parçaladılar.

    şimdi bunu yaparak kapitalizme zarar mı verdiler?

    para sadece bir kağıttır. ama piyasa içerisinde kullanılınca metaya/şeye dönüşür. onlar ise sadece kağıda zarar verdiler/ortadan kaldırdılar. dertleri kapitalizm ile olsa o parayı alır evsizlere, çalışmayanlara, aylaklara, tutunamayanlara vb. kapitalist üretim-tüketim ilişkileri içerisinde (meta mübadelesi/çemberi) olmayan insanlara verirdi. böylelikle onların, çember gibi kendini –yeniden- üreten meta mübadelesini kısmen kırdığı; üretim-tüketim döngösüne mikro zarar verdiği fikri kabul edilebilirdi. ama onlar ne yaptı, tam da orta sınıftan beklenen bir şekilde sürekli olarak biriktidikleri artı-ürünü, mülkiyetlerini ölürken dahi kendilerine ait gördüklerinden yok ettiler. dikkat buyurunuz onları ölüme götürecek kadar çıkışsız bırakan bu ilişki şeklini yeniden ürettiler. yani orta sınıf gibi öldüler. bu mu direniş!?

    belki malı-mülkü, çalışmayı bırakıp ve/veya başka bir yaşam imkanı arasalardı direnişten bahsedilebilirdi. ama filmdeki durum direniş olarak kodlanacak bir durum değildi.

    ha bir de intihara güzelleme yapmayı bırakmak lazım. solun/muhalefet olmanın tarihi bildiğim kadarıyla intiharla/edenle değil; inandığı için ölümü göze alanlar tarafından yazılıyor. spataküs isyan etmeyip kendini öldürseydi kim ismini bilirdi? “kölelik sistemine karşı ne güze kendini öldürdü” mü diyecektik?

    bir de evet kendi çocukları dahi olsa küçücük bir çocuğu öldürüyorlar. onun seçme hakkı yok onlara göre. alın size ortasınıfın diğer bir özelliği. başkası adına, onun ne yapacağına karar verme. tam da kaçtıkları şeye dönüşmediler mi böylelikle. çocuk ne için öldüğünü biliyor mu?

    başka bir ifadeyle filmdeki bir cinayeti ve intiharları yücelten; kapitalist sisteme tikel/mikro bir direniş olarak okuyan kişilere diyeceğim çok fazla romantiksiniz. az buçuk kafanızı çalıştırın.
  • hayatım boyunca, belki de yüzlerce kez mısır gevreği yedim. ancak hiçbirisi, bu filmde evi'nin yediği mısır gevreği kadar 'mısır gevreği yeme' hissi uyandırmadı bende. bakıyorum; hayatımda galiba ilk kez mısır gevreğini gerçekten bu filmde 'yedim'. üstelik sadece izleyerek. çok büyüksün haneke.
  • --- spoiler ---

    hikayemiz gercektir,haneke miz saldirgan ve rahatsiz edici tavirli,filmimiz ise superdir.
    biz; esyalarin dakikalarca yok edilmeye ugrasildigi kismin,gozumuze gozumuze sokulmasindan bazen rahatsizlik duyup,cokcada sado/mazo bir zevk aldiktan sonra, yokedilen cansizlarin bir anlam ifade etmemesinin yaninda eva nin dagilan akvaryumdan olume ucan baliklar karsisindaki tepkisinin,yari cocuksu hissiyat,yari canliya deger verme gudusunun yansimasinin verdigi uzuntu dahilinde neye ugradigimizi sasirir sinir krizine gireriz.

    --- spoiler ---
  • haneke yine bir balyoz indirir orta sınıf aymazlığına. bu insanların nesnelerle kurdukları ilişki ve korunaklı bir hayat inşa etme çabalarının teşhiri son derece zekice kurgulanmış. sanırım haneke bir dahi.
  • başlarım böyle hayata da.. böyle paraya da.. diyen haneke tarzı bir kapitalizm eleştirisi.
    topluma ve insana da eleştiridir aynı zamanda.

    "zaten insan dediğin doğada nedir ki? sonsuzluğun karşısında hiçbir şey, hiçliğin karşısında her şey, hiçbir şey ve her şey arasında bir orta nokta ve ikisini de anlamaktan son derece uzak. bir şeylerin başlangıcı ve sonu ondan delinmez bir sırla ele geçirilemez bir şekilde saklanmış. içine sürüklendiği hiçliği de, içinde kaybolduğu sonsuzluğu da görebilmekten eşit derecede aciz."
    michael haneke'ye ilham kaynağı olmuş, insana ağıt niteliğindeki bu sözler blaise pascal'a ait.
    işte bu insanla uğraşır haneke, gözle görülür, elle tutulur hâle getirir bizim için, bizi tekrar bize tanıtır.

    bütün filmlerinde politik, sosyolojik bir arka plan vardır. bu filmde de radyo haberleri çin- abd görüşmeleri, oraya buraya fırlatılan füzeler, 1972'te olimpiyat baskını olarak bilinen israilli sporcuların filistin tarafından öldürülmesinden söz eder.. dünya gelecekle ilgili hiç olumlu sinyaller vermez.

    mutlu görünen bu 3 kişilik aile her gün bu haberleri dinler, fakat umursamaz görünür. üçü de bir robot gibi, ne yapmaları gerekiyorsa onu yaparlar. kesinlikle bir robot gibi..
    her gün aynı saatte kalkılır, aynı dakikada kahve makinesi çalışır, çocuk uyandırılır, işe gidilir, araba otomatik yıkamada yıkanır, market alışverişi yapılır, muhtemelen yabancı kökenli bir kasiyerin, ki hiç yüzüne bakılmaz, insandan beklenmeyecek hızda çalışan parmakları görülür sadece ve tuşların sesi duyulur.
    sonra güzel bir akşam yemeğinde, neredeyse yemeğin her lokmasının çiğnenmesini izleriz. hayat tıpkı çiğneme işlemi gibi, mekaniktir..

    ikilinin şaşırtıcı şekilde kariyer planları da vardır; georg iş yerinde terfi alır.
    georg'un müdürü stres kaynaklı olarak hastalanıp, işten uzaklaştığında georg onun yerine geçer. küçücük bir üzüntü belirtisi göstermek şöyle dursun, anna ile birlikte bu işi kovalarlar, bundan gurur duyarlar, olağandır bu. işsiz kalmamak için başkasını işinden edersiniz. ve sonra o insan hiç var olmamış gibi davranırsınız.
    anna'nın erkek kardeşi ve küçük kızları eva, anna ve georg'dan farklıdır; yaşadıkları yalnızlık ve sevgisizlik davranışlarına yansır. kardeş, annenin kaybını atlatamamıştır; yetişkin biri olmasına rağmen çocuklara has bir saflıkla duygularını gizleyemez. kız ise tabii ki sevilir, fakat yeterince gösterilemediğinden mutsuzdur, okulda tuhaf davranmaya başlar.
    öğretmenin şikâyetiyle durum ortaya çıktığında, anna'dan bir şamar yer. odasında ise ders kitaplarının altına gizlenmiş küçük bir çocuğa ilişkin bir haberi yansıtan gazete kesiği tüm sorulara cevap niteliğindedir; "kör ama yalnız değil.."

    "gerçek duygular istisnadır; çıkar oyunlarıyla örselenmiş bu mekanik dünyanın çarkları arasında ezilmişlerdir. burada erdem yerilir. masumiyet satılır." der, kamusal insanın çöküşü'nde richard sennett..

    anna ve georg çoktan kararlarını vermişlerdir.
    son kez georg'un ailesi ziyaret edilir. dönüşte, hiç mektup yazmadığı için eleştirilen georg, ailesine mektup yazarak durumu açıklar.
    filmin adının 7.kıta olma nedeni ailenin son birkaç gün içinde zorunlu olduklarında, avustralya'ya yerleşeceklerini söylemeleri ve avusyralya'ya dair arada bir gözünüze çarpan bir poster. dalgalı, ıssız bir kumsal. ve daha önemlisi, gidilecek bir 7. kıta hayalinin çıkış ya da kurtuluş olarak görülmesi..
    en kaliteli içkiler, en mükemmel şarküteri ürünleri ve şahane çikolatalar eşliğinde "7. kıtaya" yolculuk başlar.
    fakat arkada kendilerine dair hiçbir şey bırakmamaya azmederek.
    film bu açıdan asla unutulmayacak müthiş karelere sahip.
    neden geride hiçbir şey bırakmamışlardı? insanın hem gününü hem geleceğini elinden alan, ölçüsüzce ve acımasız kurallar dahilinde, çalıştırarak veya tüketime koşullandırarak köleye dönüştüren kapitalizme bir küfür müydü?
    "başlarım malına mülküne, parasına.. " şeklinde mizahla ifade edebildiğimiz bu durumu muhtemelen marx'ın yabancılaşma teorisi daha doğru açıklıyor olabilir.
    kim demişti, nerede rastlamıştım hatırlamıyorum, "insanların dünyaları değersizleştikçe, nesnelerin dünyası değer kazanır".. diyordu.. marx'dı belki de..
    ya işveren çalışanın emeğine el koyduğundan ya işin tatmini düştüğünden ya da insan kendi benliğini üretime ya da işine yansıtamadığından kendine, kendi emeğine, dünyaya ve yaşama yabancılaşır.

    haneke'nin kent üçlemesi'nin biri olan 1989 yapımı bu film (diğerleri: benny’s video-1992 ve 71 fragmente einer chronologie des zufalls 1994) görüldüğü gibi, modern bir kentte kentli, orta, orta- üst sınıf insanının çıkmazını anlatır. her olanak vardır ama insanlar bir üretim hatası nedeniyle kalp konmamış yapay varlıklar gibidir, birbirlerinin yanından gelip geçerler, yan yana otururlar lakin birbirlerini fark etmezler. herkes kalabalık içinde yalnızdır, aile içinde bile..
    yine sennet, kamusal insanın çöküşü'nde tocqueville'den bir alıntı yapar;
    "kendi içine kapanmış her insan, bütün öteki insanların kaderlerine ilgisiz bir yabancı gibi davranır. o insan için tüm insan türü, çocukları ve yakın arkadaşlarından oluşur. hemşerileriyle ilişkilerine gelince, aralarına katılır ama onları görmez; dokunur ama onları hissetmez; yalnız kendi başına ve kendisi için vardır. ve bu şartlarda kafasında bir aile mefhumu kalmışsa bile artık bir toplum mefhumu yoktur."
    haneke'nin tabiriyle "duygusal buzlaşma"dır bu. kent üçlemesi'nin de diğer adıdır ve üçlemede tocqueville'in bu insanını adeta resmeder.
    yaptığı bir söyleşide de, üçleme filmleri için "herkesin herkese ve herkesin kendine karşı" olduğunu söyler.

    bu film nedeniyle, boşuna mendil bulundurmayın. gözyaşı dökeceğiniz bir film değil bu. gözleriniz faltaşı gibi açık, gözyaşlarınız bulunduğu yerde donup kalmış olacak.
    böylece, filmlerini izleyen seyircinin düşünmesini ve rahatsız olmasını isteyen hatta londra'daki bir gösterimde seyirciye "rahatsız seyirler" dileyen michael haneke de kim bilir kaçıncı kez muradına erecek..
hesabın var mı? giriş yap