• bu aralar depeche mode dinliyordum, tüm şarkıları enfes ama “enjoy the silence” bir başka.

    daha önce sanat tarihi yüksek lisans yapan bir arkadaşım, bu şarkının klibinde caspar david friedrich tablolarına benzeyen sahneler olduğundan bahsetmişti, ama ben seyretmemiştim. dün bir bakayım dedim. gerçekten friedrich tablolarındaki manzaraları akla getiren; melankolik, soğuk, romantik ve aynı zamanda hayli kasvetli manzaralar var. görsel
    tarkovski'nin de tablolarında duygusallığa çok az izin veren manzara bu ressamından çok etkilendiğini okumuştum. tarkovski'nin manzaraları da bir insanın hayalini kuracağı, pitoresk, pastoral doğa manzaraları içermez, sade, doğrudan ve nettir.
    görsel görsel

    manzara, manzarayı aşan bir anlam taşır. tıpkı bu klipte olduğu gibi. kamera sadece olanı yakalasın ve hiçbir şey kurgulamasın ilkesiyle çekilmiş, konstrüktivist, öznelci bir tavırla çekilmiş olsa da aslında insan, doğa ile birleşerek öznel varlığını kaybediyor gibi görünüyor.

    görsel görsel

    diyeceksiniz ki ne bu inceleme araştırma, tatava yapma dinle geç:)) haklısınız aslında ama sanat, resim, müzik ve şiir arasındaki paralellikleri keşfetmeyi çok seviyorum. friedrich, tarkovsky ve depeche mode'u birbirine bağlayan, hayal güçlerini harekete geçiren, manzaranın donukluğunda billurlaşan tuhaf ortak bir şeyi fark etmiş olmayı özel buluyorum. hatta çok zorlasam nuri bilge ceylan'a bile gider bu...
    görsel

    edit: ne çok dm hayranı varmış, şaşırdım doğrusu. başka klipler için de inceleme isteyen arkadaşlar var. tabii ki vakit oldukça.
  • yıl 1985 sanırım almanyadan gelen bir akrabadayız çocukları bunların construction time again albümünü walkman-kasetten dinliyor bende merak ettim kim bu diye bakıyorum 11-12 yaşlarındayım. çok ilginç buldum ve kaseti kopyalayabilirmiyiz dedim olur dedi, arabaya gidip kendi yaptığım (kasetlerden kasete kayıt yapılırdı) kasetlerden birini aldım ve onun üzerine çift kasetçalarda kopyaladım. eve gidince dinlemeye başladım çok hoşuma gitti ve alsancak gül sokakta panda diye bir müzik dükkanı vardı varsa onlarda vardır diye gittim, varmış harçlıklarımı biriktirip plaklardan kasete kayıt yaptırdım. o günlerden beridir favorim müzik grubumdur, 35 yılı geçmişiz...
  • bir yatırım aracı.
    konseri olacağını duyduğun gün başlarsın para biriktirmeye. bi de biletler 700 falan ya, işte otel masrafı harcamalar derken 1500'ü bulur bu. sonra rutin olarak günü gelince konser iptal olur ve sen biletix'ten paranı çekip para havadan gelmiş kadar sevinir gider mis gibi tatil yaparsın.

    "dmbank ile içim rahat"
  • depeche mode benim için hala açıklanamayan vaka...neresinden tutsam elimde kalıyor,hala beni en çok etkileyen grup;orası kesin ama nedenlerini nesnel olarak ortaya koymaktan uzağım. 1981 yılında essex denilen yerde bir araya gelen bu delikanlıların geride kalan 23 yılda yarattıkları büyüyü nasıl açıklamalı? karizmatik bir solist,iyi-hatta üstün- bir şarkı yazarının bir araya gelmesi mi? dönemin ruhunu iyi yakalamaları mı?(peki ya onlarla yola çıkıp yarı yolda kalanlara,ruhunu şeytana satanlara ne demeli) hayır hayır hayır,belki bunlar faktörler ama müzik tarihinde eşi benzeri olmayan tuhaflıklar bileşkesi depeche mode...eh dmturkiye uyelerine yazdigim onlarca yuzlerce mailden sonra burada en bastan baslamak gerek....

    martin l gore’un naif bir çocuk olduğunu gençlik yıllarında bolca sokaklarda dayak yemiş olduğunu tahmin ediyorum(öyle zaten) dave gahan ise tipik bir arka sırada oturan problemli hınzır öğrenci...alan wilder tartışmasız bir teknik deha,abartarak harika çocuk,andy fletcher ise ne işe yaradığı çözülemeyen ama ortamın olmazsa olmazı...beatles’a,rolling stones’a,the cure’a,u2’ya ve diğer örneklere baktığımızda kıyaslandığı,uzakta ya da yakında olduğu,fenomen olma yarışına girdiği(ki bu onların bilinçli girdiği bir yarış değil) gruplara göre ne kadar tuhaf bir kadro değil mi? kendime hep gahan’ın sesinin sıradan olduğunu kabul ettirmeye çalıştım ve aslında tutkuyu bir yana bırakırsak öyle... drum machine’le,keyboardla yapılan bir müzik var ortada neticede,80li yılların başında yenilik olsa da bugün o dönemin şarkılarını dinlediğimizde eğlenmemizi veya the sun and the rainfall gibi orneklerde olduğu gibi çökmemizi nasıl açıklayabiliriz? ne çok soru sordum...

    grubun tarihsel gelişimini bazı müzik yazarları 2 bazıları 3 bölümde inceliyor...ben bunların hepsini saçma buluyorum...

    kuş yuvalı kırmızı siyah tonlu bol vince clarke besteli speak and spelli cok çıtı pıtı bir albüm olmasına karşın daha çok bir erasure albümü bence ... bir photographic dunya pop müzik piyasasında var mı peki? cevap veriyorum:yok... ancak speak and spell i (güzelliğini bir tarafa bırakmadan) depeche mode albümü saymak ve diskografilerini oradan başlatmak doğru olmaz kanımca... 1981 çıkışlı bu çıtır albüm onların olsa olsa composition of sound döneminden gelme şarjör doldurma işlevlerinin sonudur...

    özel zaafım olduğunu en başta itiraf ediym...ama sunu da soyliym ki abroken frame’in start’ı veren,ateşi yakan albüm olduğunu her depeche mode fanı bilmelidir,kabul etmelidir(kafamı bozmayın) bu albümle ilgili nesnel parametre buyuk bir internet sitesinin yaptırdığı ankette albüm kapağının tüm zamanların en güzel kapakları sıralamasında 2 numara gelmesidir(1 numara sex pistols-never mind the bollocks...) hakkaten depeche mode köylünün orağını albüm kapağına koymuş,kırmızı fonda tarlada çalışan bir köylü,kıpkızıl bir ufukla gelecek beklentisi imasını yerleştirmiştir... leave in silence,my secret garden,the sun and the rainfallgibi süper şarkıları bünyesinde barındıran bu album hem chartlarda buyuk bir basari yakalayamamis hem de martin tarafindan “en kotu depeche mode albumu” olarak nitelendirilmistir...martin’i istanbulda masaj masasında çıplak gören biri olarak kendisine buradan “hadi ordan seksi” deme hakkını kendimde sonuna kadar buluyorum...

    construction time againde bu kez köylünün orağının yerini album kapağında işçinin çekici almıştır...ha keza love in itself single’ının kapağında aynı işçiyi yukarılara tırmanırken görürüz...pipeline gibi de robin hood kılıklı bir tuhaf(bol teneke boru sesi barındıran) şarkı bir daha yapılır mı merak içindeyim... tabii ki 101de efsaneleşen everything countsu,shamei ve diğerlerini de unutmamalı...

    81-85 döneminde depeche mode ilerlemeye sürekli devam etmiş 1984’de some great reward ı çıkarmış,ha keza some great reward’da içinde öncekilere göre daha mükemmel şarkılar çıkarmış,o şarkılar da gelip bizi baştan çıkarmıştır...hele tanrının hastalıklı espri anlayışına kafayı takan,”allaha kitaba bu kadar güzel küfredilir mi be kardeşim?” diye bize sorduran blasphemous rumours vardır ki “ölürken cenazemde bunu çalın ulan” dedirtecek cinsten bir şarkıdır... bu arada singles 81-85’in kaset kapağında bulunan orak-çekiç’i nasıl açıklamalı? bir sonraki entrymde satır aralarında açıklıycam mutlaka...

    black celebration’la birlikte hafiften angaje depeche mode gitti yerine “perfect pop” geldi...bu tanımlamayı da tırnaklarıyla kazıyarak aldılar... zaman ve istek meselelerini bir tarafa bırakıp sokaklara mikrofonlar koydular...”herkes bizi dinlesin” dönemi never let me down’la,little 15’le,pleasure little treasure’la,sacred’la başarıyla geçirildi...herkes tarafından kolaylıkla dinlenebilen,dünyası kararmış avrupa gençliğini de,dar t-shirt giymiş tombul memeli amerikalı kızları da hayranları arasına kattılar bu dönemde...türkiyeyide bu dönemlerde iyice etkilemeye başladıklarını söylemek gerekli...kolejlerde little 15’in çok populer olduğunu çocukluk hafızama kaydetmişim çünkü...perfect pop ama madonna,britney,u2,limp bizkit popu değil bu...haysiyetli,herkese benzeyen ama herkesden farklı yerde duran bir pop...bir daha bizi asla hayal kırıklığına uğratmayacaklardı,sözlerini tuttular...

    dar beyaz kot,seksi hareketler,utangaç bakışlar,”klavyelerin sesi iyi miydi?” diye tonmaisterla muhabbetler ve “senin ne işin var ulan orda?” yorumlarıyla 101... tüm zamanların en iyi konser kayıtlarından biri...73000 kişi,pasadenada hayatın durması,malı götüren organizatorler,avrupadan gelen çılgın gençler ve yaş ve baş yetmezliği nedeniyle orada olamayan bizler... hayatımda en çok dinlediğim ve daha önemlisi depeche mode dinlemeye başladığım albüm... her saniyesi ayrı güzel,her yorumu ayrı leziz... gahan “hepimiz ordaydık,anlatacak bir şey yok,sadece yaşadık” diyor... 2 şarkıya ayrı parantez açmak lazım...martin somebodyyi,73000 kişi hep bir ağızdan èverything countsu parçalamış...(grabbing hands grab all they can everything counts in large amounts) artık servet,şan,şöhret yani yıkım zamanı...yani hafif bir violation herkese iyi gelecek...

    violator 1990 yılında çıktığında dünyayı nasıl sarsmamış discovery channelda araştırılması gereken bir sır bence...gerçi personal jesus’la bir para tezgahı kurulmuş ve telefonla arayanlara kişisel mesih şarkısını söylemişti,ama içinde barındırdıklarına nispeten bence bu da ufak bir olay... istanbulda “good evening turkey”i halo’da patlatmış hepimizi mutlu etmişti gahan...kapkara bir album,tüm zamanların en seksi çiçeği,anton corbijn in ağırlığını koyması ve gahan’ı enjoy the silence klibi için deli danalar gibi dolaştırması... biz tek bir kral tanırız o da kilometrelerce mesafede karın içinde tek başına tahtında oturan kraldır...

    1994de yayınlanan inanç ve bağlılık şarkıları “naifiz ama istediğimiz zaman sert de oluruz” şeklinde muhteşem i feel youlu,walking in my shoes’lu , condemnation’lı, judas’lı,rush’lı,one caress’li hah tabii ki in your room’lu sert ama kendine değil bize sert bir albumdu... uyuşturucu,parlak yaşamın yan etkileri,delirmenin eşiği ve yapay(aslında doğuştan) rock star dave gahan...(o dönem kaç kez overdose olduğunu hatırlayan var mı?) uzun saçlı hali,devotional turnesindeki boyun damarları pek çok dişiye hala seksi gelmektedir...bir de süper top sakalını eklemeli listeye...ama yolun sonu sadece onun için yakın değildi o dönem...
    martin alkolikti(kendisi hala alkolik olabilir,istanbulda da şarapları deviriyordu hiç durmadan),fletch depresifti ve içlerindeki tek normal adam alan wilder bu kadar anormalliğe dayanamayacak hale gelmişti... o da “half way mark” dedi,bu depeche mode tarihinin en kötü anlarından biriydi(hala öyledir).. hala yaşlı gözlerle “döner mi döner” diye alan’ı bekliyoruz...

    ölümden ve karanlıktan geçen depeche mode’un karanlığın içinde tünelin ucundaki ışığı gördüğü albüm ultra’ydı... artık abiler biraz gevşemişler ama geçmişin etkisinden tam olarak da kurtulamamışlardı... son dönem depeche mode fanlarının ve bir grup eski devotee’nin en favori albümü olması birkaç yıl sürdü...ee gerçekten iyi şeylerin değeri bazen geç anlaşılır...

    farketmişsinizdir yazmaktan yoruldum... singles 86-98 sonrasi turkiye için en önemli depeche mode albümü olan “exciter”ı çıkardılar... ve 30 ekim 2001’de gözlerimizin önüne geldiler(aman allaam 3 sene olmuş) exciter tam anlamıyla süt liman bir olgunluk albümüydü... ama biraz zayıf mıydı ne? hayır normalde zayıf değildi ama depeche mode için zayıftı işte...kubrick diskografisindeki barry lydon gibiydi bi nevi... ama olsun “istanbul is excited”ı biz bu albumle yaşadık,bu albüm sayesinde geriye saydık günleri..şimdi 2005te yeni albüm geliyor,ölmezsek onları bir kez daha göreceğiz...çünkü gahan giderken şöyle demişti “see you next time”............

    “ulan bu kadar tarihsel ne anlatıyosun ki bana” demiş olabilirsiniz... ama dostlar başlangıcından bu yana yıllar biraz kaymış olsa da onların anlattıkları,yaşadıkları benim de hikayem... martin’in şarkı sözleri sürekli hayatımdaki olayları açıklamama,daha net görmeme yardımcı oluyor,gahan’ın sesi,siniri,tutkusu,öfkesi beni de sarıyor... ve işin ilginci galiba onlar benden kaçsa da ben onları yakaladım genç yaşta ve şimdi haddim olmasa da onlardan bir adim öne geçicem...işte böyle depeche mode denince hem sözün bittiği hem de çenemin kapanmadığı yerdeyim...bu cümleyi yazan biri olarak da bahsettiğim conflict’i almışsanız bu kadar şeyi boşa yazmamışım demektir....
  • mirror´un bir arastirmasina göre bütün ingiliz müzik gruplari arasinda en zeki sarki sözlerine sahip grupmus. sözlerini anlamak icin yaklasik 10 okul yili gerekliymis, bu da ortalama 15 (16) yasimiza denk geliyor.

    arastirmadaki en aptal sarki sözlerine sahip grup icin:

    (bkz: led zepellin)
  • bakın! benim parolam sevgidir ama açık konuşuyorum. en büyük fanı benim diyene de meydan okurum. en büyük fanıyım diyorsan bulunduğun her sosyal platformda nick' in depeche mode ile alakalı olacak. o yüzden kimse burada en büyük fanlarından biri olabilirim filan diye konuşmasın. patlamaya hazırım. bıçak kemiğe dayandı. her gece yeminler ediyorum. her gece...

    peşin edit: şaka yapıyorum tabi. büyük küçük farketmez depeche mode seven herkesi severiz depeche mode' dan ötürü. depeche mode bir tutkudur. tutkunu olmayan anlayamaz.
  • (bkz: ben 6 yaşımdan beri depeche mode dinliyorum ulan)

    hayır şaka değil. toplanın size çocukluğumu anlatıcam.

    sene 98 civarı ilkokula gidiyorum. biz dayımla aynı evde yaşıyorduk. üst kat çatı katı alt kat ananemle dedemin eviydi. dayım o dönem bir fabrikada müdür olarak çalışıyordu. aynı zamanda serbest olarak mühendislikle alakalı bazı işler yapıyordu. geliri iyiydi. eve o döneme göre en iyi müzik sistemini kurmuştu çatıya. görünce korktuğum kocaman kocaman kolon şeklinde hoparlörler vardı. bir de hamak kurmuştu çatıya. ne zamanki elinde cips, bira ile gelir, çaktırmadan beni annemden çalıp çatıya atardı. su bardağıyla bira verir kalanını kendi içerdi. o sırada ben hamakta sallanır o da serbest olarak yaptığı elektronikle alakalı işlerle ilgilenirdi.
    ve hep depeche mode çalardı. o kadar çok çalardı ki hafızama, ezberime kazınmıştı tüm şarkılar.
    dayım masa lambası altında çalışır, ben cips yerim hamakta.
    ama hep depeche mode çalar. bazen sting bazen duran duran ama hep depeche mode.
    dedem bağıra bağıra çıkardı bazen, evi yıktınız ulan diye.
    dayıma kağıt verirdim şarkıların adını yazsın da büyüyünce kendi bilgisayarım olunca dinlerim diye.

    o kağıdı buldum bugün evde :/
    keşke türkiye'ye gelseler de bu sefer ben bilet alıp götürsem dayımı.
    yalnız bu adamın düğününde de mustafa ceceli çaldı ya. aklıma geldikçe gülüyom. *

    bu da böyle anımdır tadında oldu idare edin.

    o kadar dedik dedik, bıyrın.
  • konserin üzerinden uzun zaman geçmeden, hislerimi yazmaya geldim ben de.

    kendimi bu sefer eski turnelere kıyasla, açılışa konan yeni albüm şarkılarını** daha fazla yadırgarken buldum. acaba onları en son canlı seyrettiğim yıl olan 2018’den beri hayatımda çok fazla şey değişti diye mi o beklediğim coşkuyu hissedemedim dedim kendi kendime. otuzlu yaşlar, gitgide artan sorumluluklarla birlikte o büyük hisleri kaybetmeye, donuklaşmaya mı başlamıştım? yalnızca eski şarkıları seven ve değişimi kabul etmeyen, muhafazakar hayranlardan mı olmuştum? bana ne olmuştu? peki ya onlara? andy’nin yokluğuna mı takılmalı, dave’in beyazlayan saçlarına mı? böyle geçti herhalde ilk on dakika.

    sonra walking in my shoes başladı. bu çok sevdiğim şarkı, elbette o tanıdık dünyaya çağırıyordu beni. ancak saat daha erkendi, hava aydınlıktı. karanlık gerekiyordu daha fazla belli ki. üzerine gelen it’s no good ise, başka zamanlarda dinlemeyi her ne kadar sevsem bile, beni o karanlığın içine alamadı.

    derken sister of night her şeyi değiştirdi. öyle ki daha önce şarkının hakkını tam olarak verememiş olduğumu hissettim. martin’in dehasını ne de güzel yansıtıyormuş halbuki. bir güzel kucakladı beni, vadettiği gibi. ve bu sefer bu şarkının esasen ölümle ilgili olabileceğini (hatta iddialı konuşayım, “olduğunu”) idrak ettim. sonsuzluğa yapılan vurgunun bir anlamı olmalıydı. bu sefer ortada bir ölüm de vardı üstelik. andy’nin yokluğunu yüzüme vuran şarkı bu oldu.

    ardından gelen in your room da geçenlerde hissedip yazdığım her şeyi pekiştirdi zihnimde. (bkz: #152810071).

    etrafımdaki insanlar genellikle 50 üzeriydi ve kimilerinin depeche mode’un daha ilk performanslarını bile canlı canlı izlemiş olabileceğini düşündüm. everything counts ile ortam daha da canlandı, parlayan gözlerden anladım ki birçok devotee’nin gençliğine gittik. orada durup düşündüm, zamanında o duyguları tüm gücüyle yaşayan insanlar şimdi burada geçmişi yad ediyordu. zaten bir konserin anlamı neydi ki? hislerinle, deneyimlerinle ilişkilendirdiğin şarkıları, onlara seninle benzer şeyler atfetmiş olabilecek insanlarla birlikte, adeta bir kabileymişçesine söyleyip dans etmek. bir çeşit vecd hali.

    precious’a geldiğimizde, martin’in kendi boşanma sürecinde çocuklarına yaşattıklarına dair yazdığı, iç hesaplaşmayla dolu bu şarkıyı dave’in söylemesine izin verecek kadar ona güvendiğini hatırladım. bir grup, hem de bu kadar eski bir grup olmak nasıl bir şeydir, grup üyeleri arasındaki dinamik nasıldır, zaman geçtikçe ve kişiler değişip olgunlaştıkça neler değişiyordur acaba diye düşündüm bu kez de.

    a question of lust, martin’den canlı dinlediğim en güzel performanslardan biri oldu kuşkusuz. sesi her zamankinden çok daha güçlü geldi bana. dave’siz bir depeche mode nasıl olurdu diye düşündüm (zaten 4’ten 3’e, 3’ten de 2’ye inmelerini seyrettik yıllar içinde. bakalım son kalan kim olacak?) yine de dave’in de martin’in de solo albümlerine o kadar da bayılmadığımı, onlardan birini değil depeche mode’u sevdiğimi hatırladım. bu adamların bir araya gelmesi, depeche mode’u oluşturan o mucizevi tesadüfler dizisi için kendimce şükrettim.

    görünürde world in my eyes ile veda etmiş olsak da andy’ye (arkada kendisinin o pek yakışıklı göründüğü gençlik resmini gördük şarkı boyunca), asıl veda dave ile martin’in birlikte seyircilerin en yakınına giderek söylediği waiting for the night’a saklanmıştı bana kalırsa. gözümde daha önce o kadar da eşit şekilde dev olmamışlardı hiç. bir üçüncü olmayınca bu ikilik öne çıktı. iç burkan ama aynı zamanda muhteşem anlardı.

    stripped, benim için yılların hiç ama hiç eskitemediği, her seferinde kalbimi yerinden oynatan yegane şarkı herhalde (tüm klişeleri sıralıyorum burada, çünkü tam da o kadar klişe hislerim). “bir kez daha canlı duyabildim ya, ne kadar şanslıyım” dedim kendime. enjoy the silence ise hiçbir konserde üzmediği gibi, aynı şekilde görkemliydi. ölüm temasına uygun olarak kurukafalar eşlik etti bize bu sefer.

    sonlara doğru just can’t get enough ile elbette coşkuyu artırıp 80’lerin başının gözü kapalı iyimserliğini hatırladık (bana kalırsa kapanış şarkısı olmalıydı yine tabii). sonra never let me down again ile de zirveye ulaştık. en az 100 bin el havada bir sağa bir sola sallanırken, depeche mode’u olağanüstü yapan şeyi hatırladım bir kez daha ve konserin ilk 10 dakikasındaki hislerimden utandım. hayattayım ve hayatta olduğum sürece bundan zevk almanın bir yolunu bulacağım dedim kendime. sonrasında da personal jesus ve kapanış.

    memento mori turnesi, adının hakkını veriyor hiç şüphesiz. reddit’te üyelerin enerjisinin düşük olduğunu okumuştum ancak ben düşük diyemem buna, “farklı” diyebilirim yalnızca. ölüm her şeyi değiştirirken, hiçbir şey olmamış gibi olmasını bekleyemezdik elbette. ama “bir sonraki sefer görüşmek üzere” gibi bir şey diyerek bitirdi dave. “ya sizden biri ya da ben ölmemiş olursak” diye geçirdim içimden. dört sene mi beklemeli? belki yine beş? yine de bu bir veda değil diye düşünmek beni rahatlattı. henüz hazır değilim, evet. ölümlü olduğumuzu hatırlarım, hiç aklımdan çıkarmam, merak etmeyiniz. yine de veda etmeyelim, ne olur.

    edit: daha bugün aklıma geldi, çok önemli bir detayı atladığım. never let me down again çalarken yağmur bastırdı bir de. bunun için daha iyi bir an olabilir miydi konserde, bilmiyorum.
  • insanlarla ilişkilerimde beni etkileyen gruptur. misal, çocuğum bu grubu beğenmezse yatılı okula gönderirim, eşim beğenmezse boşarım, annem beğemezse bir daha dinlemesini tavsiye ederim. anaya gene de saygısızlık olmaz.
  • müzik hayatlarına başladıkları zamandan beri toplam 1020 konser vermişler. bu 1022 olabilirdi.
hesabın var mı? giriş yap