• bundan 9 yıl önce izlediğimde, en çok siyasiyabend'li kısımları sevmiş, en çok orhan gencebay'ın sazının kuvvetine şaşırmıştım. 80'lik müzeyyen'in "günah benim kime ne" deyip rakıyı devirmesini hayranlıkla izlemiştim. duman'lı kısımda "istanbul" çalması güzeldi. baba zula, replikas, mercan dede iyi seçimlerdi.

    geçen hafta 3. kez yeniden izlediğimde alexander hacke'nin, "ud parmakla çekilerek çalınan tüm telli enstrümanların anasıdır" dediği sahnede zil zurna sarhoş olduğunu fark ettim; gerek anekdotun kendisiyle, gerek hacke'nin onu anlatış şekliyle epey eğlendim. hatasız kul olmaz'ın kontrbaslı, bağlama sololu, darbukalı düzenlemesine bayıldım. brenna maccrimmon'lı kısım ilk izlediğimde de ilginç gelmişti, bu defa selim sesler ile olan müzikal birlikteliğinin samimiyeti bilhassa ilgimi çekti. sadece "rap" bölümünün fazla uzun olduğunu düşündüm.

    crossing the bridge; play store'da, mubi'de, netflix'te yok. youtube'a konmuş versiyonunun görüntü kalitesi çok çok düşük. aslında orijinalinin bile bir remastering ihtiyacı var. 15 yıl öncesinin istanbul music scene'ini ve dolayısı ile istanbul'unu anlatan bağımsız bir yapım; küçük, hoş ve -artık- nostaljik bir fatih akın belgeseli.

    3 yıl sonra gelen edit: 4k dijital remastering'i yapılmış. mubi'de izlenebilecekmiş.
  • insanı akşam akşam nostaljiye sürükledi namussuz. nostalji sevdiğim ve inandığım bir hal değildir, geçmişi o zamanın şimdisinde olduğundan daha bir parlak daha bir cafcaflı gösterip yanılgıya sürükleyebilir. ama fatih akın'ın bu işini izlerken buna kapılmamak hakikaten zor. avrupa birliği uyum yasalarına uymaya çalışan, derviş paketini uygulayıp ekonomisini yavaş yavaş rayına sokan, ırak tezkeresini reddeden, kürt sorununu ele almaya çaba sarf eden, beyoğlu'nu henüz vülger islamcı ideolojiye teslim etmemiş, babylon'un ve asmalımescit'in altın çağlarını yaşadığı bir türkiye ve istanbul mazisinden kesitlerle bir anda üniversite zamanlarına ışınladı vallahi yeniden izlediğimde (bu arada youtube'daki videolardan birini, vatanı kurtarmanın aynur'un olduğu sahneleri silmekten geçtiğini düşünen bir arkadaş yüklemiş, mümkünse yolunuz o videoya düşmesin). gören de 30-40 sene geçti zanneder, halbuki altı üstü 15 sene. öyle bir memleket ki bizimkisi 15 senede bir asırlık dönüşümler meydana gelebiliyor. mazinizde yer etmiş ve bir nevi kimliğinizi oluşturmuş mekanlar ve muhitler yerle bir olup sizi tarihsizleştiriyor, kimliksiz bırakabiliyor.

    belgeselin ilginç bir başka özelliği de kafası güzel kayıt vermiş sanatçı çokluğu. duman'dan kaan'ın mesela gözleri net bir şekilde ben biraz önce iki nefes pafküf çektim diye bakıyor. siya siyabend'in ekipte de gözleri kalbinin aynası olan arkadaşlar var. rakıcı tayfayı söylemeye zaten gerek yok. hepsinin helali hoş olsun.
  • müzeyyen senarhaydar haydar diyip rakıyı fondiplerken, orhan gencebay'ı canlı canlı hatasız kul olmaz söylerken, selim sesler'i göbeğini hoplatırken, sezen aksu'yu istanbul hatırası'yla içlenirken görmek için, yaşadığı şehrin kıymetini bilmeyenler için, "müzik görülür mü" diyenler için şahane bir fatih akın hediyesi. alexander hacke'nin katkılarıyla...
  • filmle ilgili soylemek istedigim cok sey olsa da;

    ceza'nin babasi [ bu nasil bir tanimlama ise artik] "turkiye'nin ihtiyaci olan muzik hip hop'tur" dedikten sonra suratindaki ifade tam olarak "ulan birsey soyledim, ben bile inanmadim.. maksat cocugun kalbi kirilmasin".
  • siyasiyabend in içimi burkan ve sokak müziğini sokak kültürünü anlatmak adına, aslında ne zorluklar yaşandığını derinden hissettiren bir bölümü vardı.
    --- spoiler ---

    ama diğer taraftanda sokak çok aslında ağır bir yozlaşmadır yani taam mı, buna karşı koymak.. sokağın belleğinden bahsedemeyiz yani taşın belleğinden; erkin koray işte ankara sokaklarından falan bahsederken taam mı, kaldırımlardan falan filan bahsederken bu bir... çok romatik bir şey yani taam mı, bunu yaşayan adam taam mı, bilir yani taam mı.. taşın abi.. taş taştır yani taam mı?
    [uzun bir sessizlik ve göz dolması]
    orayı kafayı koyduğun zaman anlarsın taşın taşlığını taam mı?...

    --- spoiler ---
  • 7.1 iken almıştım. sayesinde çok fena kara geçtim.

    pazartesiyi beklemeden satsam mi acaba?

    aha saat beş oldu!
  • "duvara karsi" yönetmeni fatih akin'in istanbul'la ilgili, müzik agirlikli belgeselinin adi.
    300 saatlik materyalden 100 dakikalik bir film olacakmis.
  • dün gece filmde yer alan müzisyenlerin çoğunun katılımıyla emek sinemasında galası gerçekleşmiş filmdir...

    fatih akın bu filmde; istanbul'un müzikal sırlarının peşine düşmüş alman bir müzisyenin günlüğünü sunuyor... bu müzisyen, einsturzende neubauten'ın bas gitaristi olan alexander hacke'dir...

    ilk görüntülerde alexander hacke, boğazın tam ortasında bir teknede baba zula'yla çalmaya başlar... orhan abimizden erkin baba'ya, duman'dan siyasiyabend'e derken filmin nasıl bittiğini anlamazsınız...

    istanbul'un sesi dünyaya hiç bu kadar yüksek sesle duyurulmamıştı... fatih akın'ı, eli öpülesi bir adam olarak tarihe geçirmiş bir çalışmadır...

    filmin ardından babylon'da gerçekleşen bir partide, filmde gördüklerimiz yetmiyormuş gibi bir de aynur'u replikası, baba zula'yı, seslim sesler'i ve ceza'yı da canlı canlı dinledikten sonra oynamadık yerimiz kalmamıştır...
  • bana 'fatih’in taşı' başlıklı aşağıdaki yazıyı yazdırtan son zamanlarda çok beğendiğim film.
    "geçen hafta yıldırım türker ‘istanbul hatırası’nın doğduğu topraklarda gösterime girmesiyle birlikte, ‘fatih akın’ sarhoşluğundan bahsetti; yazısından (bkz: fatih akın)’ın sinemasının ‘çocuk gücünden’ çok etkilendiği anlaşılıyor. ama filmi izleyince -belki türker’in coşkusundan unuttuğu- bir kaç noktanın üzerinden bugünün politik gündemine dalmadan edemiyor insan...

    oralara gelmek için hızla toparlarsam, film fatih akın’ın sinemayla kurduğu en oyunsuz ilişkinin en en oyunsuz ürünü. gerek ‘solino’daki ‘kopma’ gerek ‘temmuzda’daki ‘uçma’sahneleri gerekse ‘duvara karşı’ efkarı düşünüldüğünde yönetmen bu kez diğer filmlerinden daha damar bir şekilde ‘kafayı bulmuş.’ güzel... ama tam da bu nedenle, yani gerçek, düz ve içgüdüsel bakışı sayesinde en doğru adreslerden en doğru sesleri toplayarak, istanbul’a dair, büyük bir gürültüden müthiş dokunaklı işitsel bir resim yapıyor. buna da eyvallah. ama asıl kilit nokta fatih akın’ın mekan(lar)ı nasıl bir aura yaratarak konumladığı. çünkü sesleri yoğunluk, hacim ve fiziksel bir varlık olarak düşündüğümüzde, aslında çizdikleri politik / kültürel / ideolojik ‘zone’ları da fark ediyoruz. bu yüzden de bize sesleri kullanarak, son derece politik tartışmalar içeren mekanlar yaratıyor / gösteriyor. bu ilişkileri kuruyor. yani sesin hacmiyle yeniden yarattığı / yeniden tanımladığı mekanın tam da bu şekilde nasıl politik bir açı / kimlik / tanım kazandığından bahsediyorum. sesin çizdiği ve aslında bizzat ses olarak varolduğu sınırlardan. ne bunlar... film üzerinden düşününce, rap-çiler, break-dansçılar, romanlar, kürtler, sokak müzisyenleri... roman’ları izlerken, o kadar gerçek ki her şey, yer yer akın’ın filmde hissedilen sübjektivitesi sadece yok oluyor ortalıktan... ya da aynur’u dinlerken... her şey, ses de her şeyle birlikte, buharlaşıyor... karşımda gerçekler kalıyor.

    fatih akın’ın da bunları (zamanın bir diğer yeniden yaratıcısı-gerçeğin kurgucusu kutluğ ataman’ın aksine) bir ‘intellect’ten yola çıkarak yapmadığı / bulmadığı / yakalamadığı o kadar belli ki. ona yapılacak en anlamlı iltifat herhalde şu olurdu: fatih akın’ın kamerayla hayvani bir bağı ve ilişkisi var, hatta sinemayla. yani, o kadar doğuştan, doğasıyla bu işi yapıyor ki, yakaladığı anlardan yarattığı anlara her seferinde iç güdülerinin peşinden koştuğunu, aslında içgüdüleriyle ‘gördüğünü’ ve hatta kokladığını düşünüyorum. o nedenle ben onu bir çocuk gözü ya da bir yabancı açısı olarak filan tanımlamam.

    zaten filmin alman bas gitarcı alexander hacke üzerinden hikayeleşmesini de hem fatih akın’ın –belgesel yaparken dahi- bir şekilde hala ‘sinemacı’ olduğunu / kaldığını görüyoruz,ama hacke’nin daha önemli bir işlevi var. yönetmenin içindeki ‘yabancıyı’ ortaya rahatça salıvermesini sağlıyor, böylece içindeki yabancıya, yani uzak büyüdüğü türkiye’ye yabancı oluşuna karşı da mesafeli bakabiliyor. iyi çözüm. üstelik basçının müzisyenliğinden de, bir klişe olarak ‘alman metalci abi’ hadisesinden de –istanbul’la batı’nın arasındaki uçurumu iyice açarak – faydalanıyor. zaman zaman. (bkz: nizam pidecisi)

    işte tam da harala gürele, ‘olaya dalan’ bir adam olarak da dünü bugüne bağlayan durumlar yakalıyor. bir çok araştırmacının, akıl fikir sahibi akademisyenin bulamayacağı bağlantılar... filmi izlerken mesela hiç düşünmediğim bir şeyi düşündüm. orhan gencebay’ın (hani ‘geleneksel müziğimizi batı formlarıyla modernize ediyorum, arabesk yapmıyorum’ duruşunu) aslında nasıl da bir zamanın ‘ceza’sı olduğunu... ceza’nın da içerlediği ‘amerikan müziği bu!’ laflar karşısında ‘sound var tamam ama ben sosyal konuları, bizle ilgili hadiseleri işliyorum’ demesi... denize dalışı, saçı sakalı... yani ‘dolmuş müziği’ olarak yıllarca aşağılanan arabesksin köyden kente göç meselesiyle arşınlandığı yıllarda gözden kaçan da şuydu: bu müzik sadece müzik olmadı hiç bir zaman; kültürel olarak da ideolojik olarak da varoldu hep. ses aslında mekanla ve kimlikle birlikte var olan, anlam kazanan bir kod, tam da bu yüzden. ceza da, yakın yerlerde durduğu ‘orhan abi’si gibi, hiçbir zaman vaat ettiği, istediği dediği gibi muhalif bir noktada politik olamayacak... babaları ‘orhan’ dinleyenlerin çocukları ‘ceza’ dinler tezi değil ortaya attığım, ki zaten bir anda bunu yıkan yine ‘ceza’nın babası / babanın ceza’sı’ olacaktır zaten de... şu: replikas’ın da dediği gibi, buralarında bir müzik geleneği, bu geleneğin de bir devamlılığı ve değişimi var. onlarla erkin koray’ın; müzeyyen senar’la sezen aksu’nun ve diğer bir çok müzisyenin aralarındaki bağ(lar) gibi...
    fatih akın bunu sağlıyor: sanki kübalı’ları seyreder gibi ‘aman’ oluyoruz. biziz izlediğimiz, hakikaten de ‘güzeliz.’ böyle. tahmin ettiğimizden de çoğuz, zenginiz...

    fatih akın bu cümleyi çok da kritik bir zamanda söyletti bize aslında. filmde görüyoruz nasıl kürtler küskün aslında, yıllarca kendi şarkısını, türküsünü söyleyememek gibi bir ‘ayrımcılığa’ maruz kalıp, sonra avrupa’ya ‘uyum sürecinde’ bu haklara sahip olmak... hasan saltık’ın dediği gibi, ‘keşke hükümetler bu yasaları daha önce kendi halkı için çıkarsaydı...’ oradan ‘siyasibend’ adlı sokak müzisyenlerine ve aslında yarattığı iklimle bizon’a gelirsek... adamlar diyor ya, ‘kaç zamandır beyoğlu’nun başından tünel’e doğru atılıyoruz, geriye doğru sıkıştırılıyoruz; bir taraftan da sokak müzisyeniyiz ya, avrupalı olmak açısından.’ işte orada film sertleşiyor, sadece orada belki de. “sokak bir zemin, tinercinin elinde ‘laptop’la dolaşanın... buluştuğu... biz aradan çekiliyoruz...onlar hesaplaşıyorlar... bir de şu var... sokağın diğer yüzü... anlıyorsun işte o zaman taşın ne olduğunu, taş taştır... başını yasladığında anlarsın... tamam mı?”

    her şeyin ağır aksak bir ritimde ilerlediği, rock’tan rap’e, alaturkadan türküye kimliğin ‘seslendirildiği’ film aslında bugün içinde yaşadığımız kimlik krizlerimizi algılamak / tartışmak için bize önemli bir platform sağlıyor. zemin. doğu-batı arasında kendini (nerede) tanımlamak, aidiyet bunalımları ve modernleşme sancırlı çekmek, modernizmi post-modernizmle birlikte yaşamak...’ orient expressions’ grubundan richard hamer filmde ‘batı’nın los angeles’le yunanistan, ‘doğu’nun istanbul’la çin arasında tanımlanamayacağını; doğunun, doğulu olmanın nasıl da yaratıldığını, kurgulandığını söylüyor. edward w. said’i vurgusuyla paslaşıyor dedikleri... yaşadığımız dönemde kültürler arasındaki çizgilerin nasıl kalınlaştığı, bir kültürün diğerinden nasıl ayrımcılıkla ‘ayrıldığı’ ve kültür meselesindeki asıl tanımlayıcı baskıcı gücün otorite ve iktidar olduğu konusunda...

    akla jens haaning adlı güncel sanatçının bir işi geliyor; kopenhag’da yaşayan türkler’in anlattığı fıkraları şehrin -kamusal alanın- bir yerinde hoparlörden duyurarak nasılda azınlığın orada toplanmasını sağlamış, oralılara azınlığın dilini kullanarak bir tür ‘yabancılık’ hissi yaşatmış ve görünmez iktidarın ayrımcılığını tersten görünür kılmıştı. cesurca. 1994’te. bugün avrupa birliği ve ermeni meselesi gibi başlıklarda kıvrandığımızda, bir üniversitede akademik bir tartışmaya bile belli bir mesafeyle bakamadığımız bir yerde belki de en çok ‘öğrenmemiz / yaşamamız gereken’e işaret ediyordu o. dışlayarak içine de alabilirsin, içine alarak dışlayabilirsin de... o yüzden, asıl kendini bırakalım herkes kendi tanımlasın. taş taştır. bırakalım fatih’in taşı kafamızı yarsın..."
  • bir kere gayet sağlam, taş gibi film olmuş. onu diyeyim. bir de buradaki yorumlarda dikkatimi çeken noktaya değineyim. alman bir müzisyenin istanbul'un müziğini keşfetmesi esprisindeki bir filmi, büyük bir keşif yapmışcasına "oryantalizm lan bu" sözleriyle değerlendiren arkadaşlara, bravo, süpersin, akşama gel de madalyanı verelim demek isterim.
hesabın var mı? giriş yap