• biden liderliğinde ab ve abd'nin sert önlem aldığı ülke.

    bunlar güzel haberler. her gün haberlerde trump devrinden kalma ab-abd anlaşmazlıklarının çözüldüğünü okuyorum. bugün de abd ve ab'nin ortak teknoloji ve ticaret konseyi kurduğunu okudum. geçen gün boeing-airbus anlaşmazlığının tatlıya bağlandığın okudum.

    çok geç olmadan çin'in hizaya çekilmesi ve küresel sistemden yararlanmak istiyorsa küreselci sisteme adapte olarak demokratikleşmesi, liberalleşmesi gerektiğini öğrenmesi lazım.

    bu yaklaşım ayrıca batı'daki sol'a "çin ajanı" diyen yükselişte olan sağ için de iyi bir cevap. çin'in gelecekte nasıl bir ülke olacağı bütün dünya için çok büyük önem atfediyor. şu anki haliyle çok büyük ve etkin bir güç olursa bizim ülkemizdeki gibi otoriter, hukuk-dışı cirit atan oligarklı demokrasi karşıtı dinci-milliyetçi rejimler çok yüz bulacak.

    bugün erdoğan hala biden'nın gözüne girmek için kendini paralıyorsa bu eşik aşılmadığı içindir. batı'ya hesap vermeyen bir türkiye, otoriter ve geri bir türkiye'dir. maalesef biz de hala bu eşiği geçemedik. kendi kendimize bırak dünyayı kendi yurdumuzda bile olumlu bir etki yayamıyoruz.

    diğer yandan çin gibi muazzam bir gücün küresel insanlık davasına katkı yapan kural-bazlı sisteme uyan demokratik bir ülke olması bütün dünya için harika bir gelişme olur. 1 milyarın üzerinde beyin ve muazzam bir ekonomik kaynağın bütün insanlığın ortak yararına çalışacağı günler dileği ile.
  • çin, ilk bakışta öyleymiş gibi görünse de sadece bir ülke değildir. dünya gezegeninin iki ağırlık merkezinden biridir.

    umberto eco, foucault sarkacı kitabında yayıncılık işiyle uğraşan casaubon ve belbo karakterlerini şöyle konuşturur.

    “ -bütün bir bilgi evrenine madenler açısından bakılabilir. kitaba nasıl bir başlık koymaya karar vermiştik, belbo?
    -tamam, buldum. madenlerin evrensel tarihi. çinliler de var mı içinde?
    -evet, var.
    -öyleyse evrensel diyebiliriz'”

    bu diyalog rastgele hazırlanmış değildir. eco'nun bakışında bir nişi, bir izleği evrensel yapan unsuru belirlerleyen çizgi neden aztek ya da bantu ülkesi değil de çin sınırından çekiliyor diye sorabilirsiniz? üstadın avrupa kültünde kusursuz dil arayışı adlı kitabında kolonyalizmin şafağında avrupalı beyaz adamın antik mısır, çin ve aztek uygarlıklarına bakış açısını şöyle tasvir eder:

    “mısır artık yoktur.(avrupa da mısır'ı henüz fetih toprağı olarak düşünmez). jeopolitik tutarsızlığı içinde saygı duyulan mısır, hermetik hayalet olarak seçilir ve bu niteliği ile batı hıristiyan bilgeliği onu kendisinin en eskilere uzanan kökeni olarak alır. oysa çin iletişimde bulunulacak bir ötekidir; saygı uyandıran siyasal bir güç, ciddi bir kültürel alternatiftir. çinliler pagan olmakla birlikte ahlaklı ve erdemlidirler. amerika fetih toprağıdır ve yazılarını bunca az geliştirmiş olan putperestlerle iletişime girmek söz konusu değildir: onları, onulmaz bir biçimde putperestlik çağrışımlarıyla kirlenmiş olan başlangıçtaki kültürlerinin bütün izlerini yok ederek, hıristiyanlaştırmak gerekir."

    eco bu tespitinde yalnız değildir. insanlığın tüm kültürel mirasını doğu ve batı yarım küre olarak iki kompartımana ayırmak birçok sosyal bilimci tarafından benimsenmiş bir yaklaşımdır. batı dünyası medeniyetinin lokomotifini avrupa alırsak bunun doğudaki karşılığı çin'dir. bu anlamda çin bir kıtadır. nüfusu bir buçuk milyar, yüz ölçümü on milyon kilometre kare olan, çok dilli, çok etnisiteli, çok kültürlü bir kıta. avrupa'dan fazlası var eksiği yok. çin tarih boyunca iyi kötü bir siyasal birlik içinde ömür sürdüğünden yeknesak bir bütün gibi düşünmeye eğilimliyiz. fakat çin kendi içinde farklı gelişmişlik seviyelerinde, farklı kültürleri barındıran bir coğrafyadır. o sebeple üstünkörü ve yüzeysel bir değerlendirme ile tekil örneklerden yola çıkıp genellemelere varmak yanıltıcıdır. çin’in hem doğu batı, hem de kuzey güney yönünde farklı bölgeleri arnavutluk ve danimarka’nın benzediği kadar birbirine benzer.

    çin uygarlık kubbesinin sınırları, çin ülkesinin sınırları ile sınırlı değildir. japonya, kore, filipinler, malezya, endonezya ile çinhindi ülkeleri (vietnam, laos, kamboçya, myanmar, tayland) tarih boyunca yoğun şekilde çin'in kültürel etkisine maruz kalmışlardır. japonların kullandığı kanji alfabesinin kökeni çin'in hanzi yazı sistemidir. japon edebiyatının en meşhur şiir formu haikunun temelinde antik bir çin inanç sistemi olan taoizm yatar. hatta çince bir dönem için japonya’da yüksek kültürü temsil etmesi bakımından saray dili olmuştur. bütün doğu asya'nın din öğretmeni çinlilerdir. biz türklerin islam'ı doğrudan araplardan değil de iranlılardan öğrenmiş olmamız gibi, uzak doğu ülkelerinde benimsenen budizm de çin üzerinden yayılmıştır. misal kore ya da vietnam gibi ülkelerdeki budist pratikler, hindistan yorumundan çok tang hanedanı döneminde yayılan chan okulunun etkisindedir. çin yazılı kültürü akranı tüm uygarlıkların çok ilerisindedir. meşhur bir taş bilimcimiz var biliyorsunuz, her konuda boş dolu demeden sallayan. matbaayı çinliler keşfetmiştir ama avrupa'ya gelene kadar hepi topu 800 kitap basmışlardır kabilinden bir beyanı var. şöyle bir veriyi paylaşayım, gerisini siz hesap edin. 17. yüzyılda tüm dünyada basılmış her dört kitaptan üçü çin'dedir ve çincedir. martavala itibar etmeyiniz.

    bonpourlorient tarzına aşina olanların tahmin edebilecekleri gibi entrimiz tarihsel olay ve olguları bağlamıyla, iklimiyle ele almak gerekliliğinden yola çıkan bir metin olacak. tarih kuramcısı marc bloch’un bize öğrettiği gibi, ya birbirine yakın toplumlar arasındaki farklılıklar ya da birbirine uzak toplumlar arasındaki benzerlikleri inceleyerek bir tarih görüsü kazanabiliriz. demek ki çin’i muadili ülkelerle mukayese edip büyük resimde bir yere koymamız gerekiyor. konu biraz dağılıyormuş gibi görünecek çünkü çin’in etkisini roma, osmanlı, ingiltere ve abd üzerinden açıklamaya çalışacağım. ama endişeye mahal yok. sonunda bağlayacağım. başlayalım öyleyse.

    arkeolog ian morris, iki yarım kürenin gelişim seyrini taş devrinden bu yana karşılaştırmalı olarak incelediği eserinde avrupa, kolomb sonrası amerika, kuzey afrika ve (islam kültürünü de kapsamak üzere) yakın doğu coğrafyasını tek bir uygarlık kubbesinin altındaki toplumlar olarak kabul ederken, terazinin karşı kefesine çin'i koyar. gerçekten de kahire ve roma şehirleri, iki kenti birbirinden ayıran tüm farklılıklara rağmen aynı tarihin parçasıdır. ama çin, alternatif bir hatta ilerleyen, batı dünyası kronolojisinden bağlantısız bir tarihe sahiptir. umberto eco veya ian morris değilsem de bir veciz söz de ben söyleyeyim. dünya tarihi ikiye ayrılır: çin tarihi ve geriye kalan dünyanın tarihi.

    dünyayı etkileme gücü bakımından en önemli ayırt edici nitelik çin’in ekonomik ağırlığıdır. yalnızca hinterlandındaki çinhindi coğrafyasını değil küresel ölçekte tüm iktisadi sistemi etkileyen bir yapısı vardır. ve bu tespit yalnızca bugüne içkin değil neredeyse insanlık tarihi boyunca böyledir.

    çin, huangho (sarı ırmak) ve yangtze (uzun ırmak) nehirlerinin suladığı çok verimli topraklarda, doğal kaynak zengini bir coğrafyadır ve nüfusu dünyanın geri kalanına göre her zaman daha kalabalık olmuştur. bu iki unsur çin’i birkaç bin yıldır dünyanın fabrikası haline getirmiştir. sanayi devrimiyle birlikte avrupa’nın, eksepsiyonel bir şekilde dünyanın geri kalanına fark açmasına kadar endüstri devrimi öncesi endüstriyel üretimin merkezi çin’dir. kağıt, barut, pusula. matbaa, banknot sistemi gibi birçok icat çin’den çıkmıştır. porselen, baharat, ipek, yeşim taşı gibi lüks emtia ihracatı hem çok erken dönemlere tarihlenir hem de çok uzak mesafelere ulaşmıştır. antik çağda avrasya’nın en batısında roma imparatorluğu en doğrusunda han hanedanının iktidarda olduğu çin ülkesi, uzun mesafeli ticaret hattının iki ucudur. arkeologlar çin’de yapılan kazılarda maximianus sikkelerine ve roma cam eşyalarına, avrupa’da ise çin seramiklerine rastlamışlardır. iki destinasyon arasında part ve kuşan imparatorlukları ticareti mümkün kılan ağı yönete gelmişlerdir. tabii ki hiçbir tüccar pekin’den yola çıkıp roma’ya kadar gidemezdi.(tam tersi de geçerli). ancak mallar her seferinde bir sonraki ticaret merkezinde satılarak elden ele iki çekirdek arasında gidip gelirdi. kahraman şakul hocanın teşbihiyle sogdlar bu mekanizmanın yağıydı. öyle ki batıya doğru seyahat eden çin’li diplomat gan ying’i basra körfezinden sonrasına gitmekten caydıran onlardı. roma’yı merak eden general ban chao’nun emriyle yola çıkan seyyaha bundan sonrası tehlikelidir diyerek geri döndüren tüccarların asıl meramı ticaret gelirlerini paylaşmak konusundaki isteksizlikleriydi. roma’da ise filozof seneca çin mallarını boykot ediyor, roma kültürünü yozlaştırdığından bahsediyordu. çağdaşı bir başka düşünür plinius secundus roma altın ve gümüşlerinin çin’e doğru akmasından rahatsızlığını dile getiriyordu. sanki daha o çağdan zengin doğuyla fakir batının asimetrik ticaretinin, servetin doğu yarımküreye transferi ile sonuçlandığının farkında idi. çatlak seslere rağmen çin malları, özellikle ipek ve porselen batı yarımkürede yüzyıllar boyunca talep görmeye devam edecekti. ingilizcede china sözcüğünün bir karşılığı da porselen anlamına gelir. aslında bizdeki çini sözcüğü de aynı şekilde çin referanslıdır. topkapı saray müzesine gidenler ming hanedanı döneminden porselenleri görebilirler. çünkü osmanlı imparatorluğu’nda da roma ve bizans’ta olduğu gibi çin malları talep görüyordu.

    osmanlı imparatorluğu demişken burada bir parantez açalım. osmanlı fatih dönemine kadar ağırlıkla balkan devletiydi. fatih döneminde anadolu’daki toprağı balkanlar ile aşağı yukarı aynı yüzölçümüne ulaştı; fakat osmanlı mülkünün idari ve iktisadi ağırlık merkezi bir müddet daha balkanlarda kalmaya devam etti. imparatorluğun yönetici elitleri (özellikle erken döneminde) hem kurumsal yapılarını bizans mirası üzerine bina ettiğinden hem de fetihlerin yönü batıya doğru olduğundan asya'dan çok avrupalı sayılırlardı. osmanlı ekonomisi de avrupa ekonomisine eklemlenmiş durumdaydı. yavuz sultan selim’e geldiğimizde ise tüm doğu birkaç yıl içinde osmanlı’nın hakimiyetine girdi. gözükara padişah osmanlı topraklarını 2 buçuk kattan fazla büyütmüştü ama sadece doğu yönünde.

    burada biraz duralım. şimdi tam yeri geldiği için ekonomik bir terimi açıklayayım. arbitraj piyasalar arasındaki fiyat farklılığından faydalanıp para değiş değiş tokuşu ile gelir etmeye denir. iktisat tarihçisi mehmet kuru hoca bu şekilde anlattığı için biz de aynı yöntemi izleyelim. diyelim ki dünyada sadece iki para birimi olsun. dolar ve euro. 1 euro istanbul’da 2 dolar olsun, atina’da ise 3 dolar. bu durumda birçok tüccar istanbul’dan euro toplayıp atina’da bozdurur. herhangi bir emtia ticareti olmasa bile değerli para yüksek fiyatlandığı yere kaçma eğilimi gösterir. yani aslında paranın kendisi ticarete konu bir emtia gibi iş görür. bu durum piyasasından para çekilen devlet için bir nevi dış ticaret açığı gibidir. hem fiskalizm (maliye politikası) hem de monetarizm (para politikası) açısından bazı sorunlar getirir.

    imparatorluk tarihinin ilk iki asrında, osmanlı akçesinin avrupa’nın iktisadi merkezlerindeki para birimleriyle arasında büyük arbitraj farkları yoktu. paranın bir yerde toplanıp başka bir yerde bozdurulması da bir maliyet gerektirdiğinden, bu işlemlerdeki karlılık, senyoraj ve nakliye payını hesaba katınca oluşan değişim maliyetininin altında kaldığı takdirde paranın kendisinin ticaretini yapmak anlamsızdır. bu durumda para simsarları için kambiyo işlemlerinin cezbediciliği kalmaz, paradan para kazanan rantiye sınıfı geriler, ikame olarak sermaye fiziksel emtia ticaretinde yoğunlaşır. 16. yüzyılın başına kadar osmanlı imparatorluğu, avrupa para sisteminde bir oyuncuydu. gayet de stabil bir para piyasasına sahipti ve hissedilen bir enflasyon da yoktu. üstelik ekonomik bir bütünlük içinde olduğumuz avrupa’ya karşı ticaret fazlası veriyorduk. aslında beyliklerle çevrili doğu sınırı osmanlı’ya bir tampon bölge sağlıyordu. iktisadi açıdan bu şekliyle bir izolasyon her zaman kötü olmayabilir çünkü. avrasya’nın yüksek üretim kapasitesine sahip ülkelerine ve merkezi ticaret yollarına, aradaki parçalanmış siyasi yapılar ve yol güvenliği sebebiyle sınırlı erişimin olması bugün kendi sanayisinin serpilmesini sağlamak için, gümrük vergisi duvarlarıyla dış ticareti sınırlayan ithal ikameci ülkelerin izlediği politikaya benzer bir etki yaratmış olmalı. eğer osmanlı aynı ritmde bir gelişim seyri gösterebilseydi erken sanayileşen toplumlardan olabilirmiş gibi geliyor bana. o çağda bursa’nın bir tekstil atölyesi yahut kütahya’nın bir seramik endüstrisi merkezi olması birmingham ya da liverpool’dan daha uzak değildi.

    sonra yavuz sultan selim döneminde sınırlar bir anda doğuda iran’a ve güneyde basra körfezi aracılığı ile hindistan’a dayanıyor. yani avrasya ticaret yollarıyla kesişiyor. işte bu durum çin’in muazzam parasal vakum gücüyle tanışmamızın başlangıcı sayılır. geleneksel anlatıda sultan selim’in fetihleri yükseliş döneminin şahikası olarak anlatılır. mısır’dan getirilen ganimet ile devlet hazinesinin tıka basa dolduğundan bahsedilir. aslında yeni sınırlar osmanlı için (en azından ekonomik anlamda) sonun başlangıcı sayılır. tabii ki sultan selim doğuracağı sonuçları öngöremezdi ama doğudaki fetihleri, hazineyi doldurarak geçici ve yüzeysel olumlu etkiler sağlamışken, imparatorluk idaresinin ilerideki yüzyıllar boyunca başa çıkamayacağı yapısal sorunlara sebep olacaktı.

    çin o yıllarda da bin yıl önce olduğu ya da beş yüz yıl sonra olacağı gibi tüm dünyaya karşı ticaret fazlası veren bir ülkeydi. avrupalı yöneticilerin gözünde zenginliğin ve lüksün kaynağı orasıydı. yine batıya doğru uzanan ticaret yolu üzerindeki hindistan ve iran da avrupa ile kıyaslanınca çok yüksek kapasiteli imalat ve finans merkezlerinden ikisiydi. osmanlı bu iki dünyanın çeperinde ne tam avrupa ülkelerine benziyordu ne de çin ya da hindistan’a. italya yarımadası’ndaki venedik, ceneviz, ancona gibi şehir devletler ya da almanya’daki küçük prenslikler ile kıyaslayınca osmanlı imparatorluğu bir devdi. fakat 16. yüzyılın ortasına doğru, aşağı yukarı 20 milyonluk nüfusuyla, aynı yıllarda 150 milyon nüfus besleyen ming hanedanı çin’inin asla dengi değildi.

    1500 lerin başında imparatorluğun sırbistan eyaletinin madenlerinden çıkarılıp, yine oradaki darphanede basılan sikkeler için altın ve gümüş arasındaki kur paritesi bire on iki civarıdır. bu oranlar iran’a doğru gidince bire on, hindistan’da bire sekiz, çin’de ise bire altı yaklaşık değerlerindedir. çin’de gümüşün bu bu kadar değerli olması paranın o ekonomiye doğru çekilmesine meyil vermektedir. bu arada gümüş herhangi bir değerli maden değildir. uzun mesafeli ticareti mümkün kılan, bilinen dünyanın heryerinde kullanılan evrensel bir değerleme aracıdır.

    zaten ticaret emtiası hareketliliğin genel karakteristiği doğuya karşı ticaret açığı veren batı şeklinde seyrettiğinden cihanşümul konvertibiliteye sahip gümüş paranın yoğunlukla çin'e akması batı yarım küre için bir sorundu. osmanlı imparatorluğu yavuz döneminde, ortadoğu’da siyasal birliği sağlayarak iran ve hindistan’a komşu olduğunda, avrasya ticaret hattı, para trafiği önündeki son kösteklerinden de kurtuldu. arbitraj işlemlerindeki yüksek kar motivasyonu, batı yarım kürede tedavüldeki gümüşlerin emtia ticaretinden bağımsız şekilde de çin’e kaçmasını hızlandırdı. osmanlı maliyesi bu durumla başa çıkabilmek ve en azından iran'a sınır doğu vilayetlerinde, sirkülasyondaki paranın kaçmasını önlemek için, balkanlar’da ve doğu anadolu’da farklı oranlarda gümüş içeren sikkeler kestirmiştir. bu da imparatorluk içinde aynı değeri imleyen ama farklı tutarda fiyatlanan iki farklı para talebine yol açmıştır. şahi akçesi denilen doğu parası değişim aracı için kullanılırken batı akçeleri yastık altına kaçmış, bir nevi tasarruf fonksiyonu değişim fonksiyonunun önüne geçmiştir. bu da başka sorunlara sebep olarak zincirleme bir iktisadi bozulmanın önü açılmıştır. şevket pamuk’un çalışmaları gösterdi ki muhteşem ve zirve denilen kanuni sultan süleyman döneminin ekonomik verileri o kadar da muhteşem değilmiş. hatta reel ücretlerde istanbul, avrupa’nın neredeyse bütün merkezlerinden gerisinde kalmış.

    çin için alternatif bir hatta ilerleyen, batı dünyası kronolojisinden bağlantısız bir tarih dedim. aslında biliyoruz ki çin, tarih boyunca batı ile o kadar da bağlantısız değildi. başlarda, kore sınırından ukrayna'ya kadar uzanan bozkır otoyolu üzerindeki pastoralist nomadik topluluklar sayesinde her daim batı dünyası ve çin'in dirsek teması vardı. bu nomadik toplulukların başında da türkler gelir. göçebeler çin ile avrupa (ve aradaki iran ve hindistan) arasında, yerel bitkilerden, yeni tekniklere, hastalıklardan, dinlere maddi manevi bir çok öğenin taşıyıcısıydılar. bu açıdan kolomb öncesi amerika yerlileri veya sahra altı afrika kabilelerinde olduğu gibi büyük oranda temassızlık söz konusu değildi. çin uzakta da olsa batı tarafından biliniyordu. zenginliğin, rafine zevklerin, teknolojik bilginin kaynağı idi. sonra avrupalı kaşifler doğunun efsanevi zenginliklerine ulaşmak için kendi yollarını aramaya çıktılar.

    üstelik çin’in bu gümüş açlığından sadece osmanlı maliyesi değil, avrupa da muzdaripti. böylece on altıncı yüzyılın başında uzak doğuya yelken açan portekizli kaşifler, çin'de alçakgönüllülükle karşılandılar. ama çin kendi kendine yetiyordu, hiçbir eksiği yoktu. çinliler altın ve gümüş karşılığında ipek, çay ve porselen satmaktan memnun olmalarına karşın, avrupa'nın mamul mallarına ilgi göstermediler. aslında dert sadece ticari ürünlerin talebindeki asimetrik eğilim değildi. çinliler beyaz adamı ve kültürünü küçümsüyordu.

    16. yüzyılda yaşayan bir çinlinin bakış açısından, çin, dünyanın en büyük ve en kalabalık ülkesiydi, avrupa'daki her kültürden çok daha eski ve dayanıklı bir uygarlığı vardı. bilindiği şekliyle, göksel imparatorluk, sakinleri tarafından evrenin merkezi kabul ediliyordu. hiç kimse onun kültürel ve entelektüel başarısıyla yarışamazdı. dışarıdan gelen yabancılar çin'i taklit etmek isteyen, fakat yozlaşma etkilerinden uzak durulması gereken barbarlardı. neredeyse her alanda avrupalıların ilerisinde olan çinliler, zamanın avrupa teknolojisine de yabancı değillerdi. avrupa gemilerindeki "yenilikler"; manyetik pusula, barut ve basılı kitaplar aslında çin yenilikleriydi. yüzyıllar boyunca ipek yolu aracılığıyla buradan batıya taşınmıştı.

    1557' de çinliler, portekizlilere macao yarımadasında kanton ırmağının ağzında her türlü mal sevkiyatının yapılacağı bir ticaret noktası kurma izni verdiler. bu durum çinlilere vergi koyma ve yabancılarla ticareti kontrol altında tutma olanağı veriyordu. diğer avrupalıların çin'le doğrudan ticaret yapmaları yasaktı. on altıncı yüzyılın sonuna doğru hollandalılar doğu hint adaları'na ulaştıklarında, çin mallarını bölgedeki aracılara komisyon ödeyerek satın almak zorunda kaldılar.

    on sekizinci yüzyılda dünya ticaretinde ingiltere'nin dominasyonu sağlanınca işin rengi değişti. ingiltere önceki yüzyılların sömürgeci güçlerine benzemiyordu. imparatorluğu kelimenin gerçek anlamıyla küreseldi. ticaret söz konusu olduğunda rakamlar, ölçekler, tutarlar; ingiliz şirketleriyle birlikte her şey katlanarak büyüyordu. misal 1699 da çin'den avrupa'ya doğru çay ihracatı sadece 6 ton iken, ingiliz tüccarlarının işe el attıkları bir yüzyılın sonunda 11.000 tona çıktı. çay avrupa'da özellikle ingiltere'de önce soylular arasında yayıldı, sonra burjuva sınıfı arisokratları takip etti. çay ithalat hacmi büyüdükçe ve fiyatlar düştükçe işçiler ve yoksul kesimin de baş içeceği haline geldi.

    çay tüketimi ve ve buna bağlı çin kültürü ingiltere'de o kadar moda oldu ki, çay bilgisi ve çayın kibar ortamlarda törensel tüketimi, gelişmişliği göstermenin bir aracı haline geldi. ayrıntılı çay partileri, çin ve japon çay törenlerinin ingiliz eşdeğeri olarak doğdu. bu partilerde çay, çin'den ithal edilen porselen fincanlarda ikram edilirdi. (çay töreni yüzyıllar önce japonya'ya da çin'den yayılmıştı. japonlar bu seremoniyi zen budizm ritüellerinin bir parçası haline getirmişler. ruhu aydınlatmanın sanatsal bir formu olarak geliştirmişlerdir)

    1800 lerin sonuna doğru dengeler avrupa'nın sanayi devrimini tamamlamış güçleri lehine değişmekteydi. batılı beyaz adam artık iki buçuk asır önce ticaret izni için göklerin imparatorunun kapısında bekleyen o ilk kaşiflere benzemiyordu. avrupa teknolojisi birçok alanda çin'in önüne geçmişti. dünyanın en yeni imparatorluğu ingiltere ise çıkarlarının dünyanın en eski imparatorluğu tarafından tehdit edildiğini düşünüyordu.

    ingiliz bakış açısına göre sorun, çinlilerin sattıkları ürünler karşılığında avrupa malları almaya ilgi göstermemeleriydi. ingiliz ticaret kumpanyası aldıklarının bedelini gümüş biçiminde nakit parayla ödemek zorundaydı. gerekli miktarda gümüşü elde tutmak zordu; daha da kötüsü, gümüşün fiyatı baş ithalat ürünleri çayın fiyatından daha hızlı artıyordu. böylece ingilizler çinli tüccarlara ödeme yapmak için gümüş yerine kullanmak üzere hindistan'daki tarlalarında afyon üretmeye başladılar.

    afyon bengal'de üretilip kalküta'da açık artırmayla satılıyordu. afyonu satın alan doğu hindistan şirketin'nin taşeronu taşra firmaları afyonu gemilerle kanton deltasına nakleder, orada gümüşle takas edip lintin adası'nda gemileri boşaltırlardı. çinli gümrük memurları rüşvetle satın alınıp sisteme dahil edilmişlerdi. çin'e afyon ihracı birkaç on yıl içinde 250 kat artıp 1830 yılında 1500 tona ulaştı. sırf ingiltere'ye çin mallarının arzını sürdürmek için milyonlarca bağımlı yaratan ve sayısız yaşamı mahveden devlet onaylı uyuşturucu ticaretiydi bu.

    gümüş daha dolambaçlı bir yol izliyordu: taşra firmaları gümüşü hindistan'a geri gönderiyor ve doğu hindistan şirketi londra'da çekilen banka havalesiyle satın alıyordu. bu havaleler nakit para gibiydi. sonra gümüş londra'ya gönderilip şirket temsilcilerine ulaştırılıyor, onlar da alıp çin ile ticaretlerinde kullanmak üzere tekrar kanton'a getiriyorlardı.

    imparator daoguang milyonlarca çinlinin uyuşturucu yüzünden sefil bir hale düşmesini kaygıyla izliyordu. 1838 de bu işe bir çözüm bulmak istedi. kaçakçılara karşı amansız bir savaşa girişti. hem çinli kaçakçıları hem de rüşvet yiyen memurları tutuklattı, ingiliz kaçakçılar da bu operasyondan nasibini aldı. yeni durum londra'da öfkeyle karşılandı. ingilizler serbest ticaret hakkını savunma bahanesiyle savaş ilan ettiler. savaş avrupa silahlarının üstünlüğü nedeniyle kısa ve tek taraflı oldu. çinliler, hong kong'u ingilizlere bırakan, beş limanı tüm malların serbest ticaretine açan ve yok edilen afyonun bedeli de dahil olmak üzere, ingilizlere gümüş para cinsinden savaş tazminatı ödenmesini içeren onur kırıcı bir barış antlaşması imzalamak zorunda kaldılar.

    çin'in sonraki yüzyılı emperyalist güçlerin anavatanda keyfince at oynattıkları bir süreçti. gerçi hiçbir zaman mısır ya da hindistan gibi koloni toprağı olmadı. tıpkı osmanlı imparatorluğu gibi eli kolu bağlanmış bir yarı sömürge olarak şeklen bağımsızlığını korumasına izin verildi. osmanlı imparatorluğu'nda iktisadi acziyetimizin alameti farikası duyunu umumiye cenderesine benzer şekilde ingiltere çin'de de gümrük hizmetlerinin denetimini eline aldı. mançu hanedanı mücadele etmeye çalıştıkça daha çok battı. çinlilerin her yenilgisi, yabancı güçlerin ticari amaçlarına ek ödünleri beraberinde getirdi. özetle batı, vaktiyle bağımsız olan doğu çekirdeğini batı'nın yeni çeper bölgesine dönüştürdü.

    yaklaşık bir asır süren bu can çekişme ve çırpınışlar sonucu göklerin hakimiyeti meşruiyetini artık tamamıyla yitirdi. 1912 de bir anayasal devrimle, qing hanedanının son imparatoru puyi tahtından indirildi ve cumhuriyet ilan edildi. devrimin lideri sun yat sen başkanlığa seçildi. fakat sun yat sen iktidarı kazandığı kadar hızlı kaybetti. onun öğrencilerinden çan kay şek, milliyetçi devrimin önderi olurken bir diğer takipçisi mao zedung ise çin komünizminin babası oldu. iki lider japon işgali sırasında ortak düşmana karşı ittifak etse de sonunda milliyetçiler ve komünistler iç savaşa tutuştular. galip çıkan mao zedung çin’i eski ihtişamına kavuşturmak için sosyalizmi bir araç olarak kullandı. çin’in katı sosyalist politikaları çok uzun sürmedi. 1970 lerden itibaren kontrollü bir şekilde kapitalist uygulamalara geçilmeye başlandı. ismen çin komünist partisi titri korunsa da düşük ücretler ve yüksek iş gücü sömürüsü ile vahşi kapitalist ülkelerden bile daha kapitalist bir kalkınma modeli benimsendi. aslında mao döneminin akıl dışı politikaları sebebiyle sistem bir çıkmaz sokağa girmişti. 1978 den sonra pazar ekonomisine tedrici geçişi ön gören bir dizi ekonomik ve siyasi reform başlatıldı.

    1978 de deng xiaoping'in de facto iktidarı ele geçirmesinden bu yana yabancı yatırımcı, özel mülkiyet hususlarında oldukça esnek davranmasına rağmen devlet girişimlerini ve kontrollerini de hepten elden bırakmamıştır. aslında genel olarak stratejisi, kamu teşebbüsleri üzerinden ucuz ve yüksek kalitede girdi temini vasıtasıyla iyi bir ekonomik çevre yaratarak, özel sektöre imkan sağlamak ve özelleştirme konusunu çok fazla dert etmemek olmuştur. maoist komünizm döneminde, bütün sınai teşebbüsler devlet mülkiyetinde iken reform sürecinin sonunda, kamu iktisadi teşebbüsleri sektörü ülkenin endüstriyel üretiminin yaklaşık % 40'ını karşılar duruma düşmüştür. zhuada fangxiao (büyüğü tutmak, küçüğün gitmesine izin vermek) sloganıyla küçük ölçekli işletmelerin özelleştirilmesi sağlanmıştır.

    1990 lara gelindiğinde çin düşük maliyetli mallarını batıya satma konusunda artık iyiden iyiye uzmanlaşmıştı. ucuz emek ve doğal kaynak avantajlarını zengin batı çekirdeğiyle alışverişlerinde kullandı. çin fabrika ayarlarına geri dönüyordu. yüzyıllar boyunca mamul karşılığı dünyanın gümüşünü toplamış olan çin şimdi de dolara aynı muameleyi yapıyordu. bir noktada çin’deki imalatçılar en zengin ülkeler bile olsa batı yarımkürenin, potansiyel olarak ihraç edebilecekleri her şeyi satın alamayacağını fark ettiler. 2000 den sonra bu sorunun çözümü için alışılmadık bir yola girdiler. çin, doğu'nun mallarını satın almaya devam etmeleri için fiilen batılılara borç vermeye başladı. bunu bir nevi borçlanma kağıdı olan abd hazine bonoları satın alarak yapıyordu. bir yandan yaklaşık 800 milyar dolarlık rezerviyle para birimini yapay olarak abd'ninkine göre ucuz tutarak, çin mallarının batılılar için daha da ucuz olmasını sağlarken diğer yandan ise cari hesap fazlasıyla tahvil piyasası üzerinden batılı ülkeleri borçlandırmaya devam ediyordu. bu simbiyotik ilişki, bir eşin tasarruf ve yatırım yaparken diğerinin sürekli harcadığı ve her iki tarafın da boşanmayı kaldıramayacağı türden bir evliliğe dönüştü. çin ekonomisinin ayakta kalması batılı zengin ülkelerin çin mallarını satın almaya devam etmelerine bağlı hale geldi. çin dolar satın almayı bırakır ise amerikan para birimi çökebileceği yeni durumu, tarihçi niall ferguson ve iktisatçı moritz schularick (chimeica) çimerika olarak adlandırdı. asya araştırmaları literatüründe buna karşılıklı ekonomik bağımlılık teorisi denir.

    2008 yılındaki kapitalizm krizinde batıdaki hasar çok ağırken çin'in ekonomik büyümesi %7,5 ile, batı çekirdeğindeki ekonomilerinin ancak en iyi yıllarında umut edebilecekleri bir düzeyde seyretti. pekin bir teşvik paketi için 586 milyar dolar bulmak zorunda kaldı, ama en azından bunu karşılayacak rezerve sahipti. kapitalist sistemin motoru bu sayede soğumadı. 1990 larda artık yürümeyen sosyalizm rejimi çin'i krize sokmuşken kapitalizm çin’i kurtardı. birkaç on yıl sonra ise çin, büyük bir buhranın eşiğindeki kapitalizmi kurtardı.

    çin günümüzde, abd den sonra dünyanın en büyük ikinci ekonomisidir. asya’nın dört kaplanı denilen kalkınmış dört ticaret ve finans merkezinin. güney kore dışındaki hong kong, singapur ve tayvan'ın nüfusu da büyük oranda çinlilerden oluşur. ideolojik katılığı geride bıraktıkça bu ekonomilerle bütünleşme şansı artmaktadır. şimdiden hong kong ve macao gibi eski ingiliz ve portekiz kolonilerini özel idari bölgeler aracılığıyla çin anakarasına entegre etmeyi başarmıştır. tayvan ile başlattığı siyasi temasları ve ticaret anlaşmaları zaman içinde, gerilimi işbirliğine belki de birleşmeye götürecek gibi görünüyor. şu an hükümet eden başkan şi cinping ‘in 2013 de duyurduğu kuşak ve yol girişimi bir nevi modern ipek yolu projesidir. bütün avrasya’yı saran bu ticaret ağının 2049’a kadar tamamlanması bekleniyor. projenin bir ayağı da kuşak üzerinde kalan ülkelerin ve işbirliği içindeki komşuların kalkınmaları için hibe ve kredi programları hazırlamak. bu yardımlar tıpkı abd nin ikinci dünya savaşı sonrasındaki marshall yardımlarına benziyor. ve motivasyonu “eğer afganistan gibi bir ülke kalkınırsa daha az tehlikeli bir komşu ve daha iyi bir müşteri olur” haklı mantığına dayanıyor.

    intansif yurt dışı yatırımlarına rağmen çin kendine has dış politikası sebebiyle yabancı ülkelerin içişlerine karışmaya pek istekli değildir. genelde sharp power yerine soft power rolüne taliptir. aslında başat güç modeli dünya hakimiyeti için önümüzdeki on yılların adayı olarak çin’i işaret ediyor. fakat 2000 sonrası dünya geçen son birkaç yüzyıldan çok farklı bir yer artık. o sebeple model hala çalışır mı bilinmez? entrinin sonlarına gelirken başat güç teorisi nedir, onu da anlatalım.

    16. yüzyıldan önceki imparatorlukların hiçbiri küresel çapta bir hakimiyet alanı tesis edememiş ancak bölgesel güç olarak sivrilmişlerdir. portekiz ise brezilya’dan afrika’ya oradan hindistan’a ve japonya’ya uzanan ticaret merkezleri ve kolonileri ile küresel ölçekte ilk süper güçtür (dominant power). her zaman bu başat güce meydan okuyan, onunla çekişmeye giren bir siyasi güç olur (challenger) 16. yüzyılda bu devlet ispanya’dır. bu iki dev enerjilerini aralarındaki rekabet için harcarken üçüncü bir devlet aradan sıyrılıp dünya hakimiyetine talip olur. portekiz ve ispanya rekabeti sırasında yükselen güç hollanda’dır. hollanda’ya meydan okuyan fransa yeni bir rekabet sahası açar. aradan sıyrılıp dominant power olan ülke ingiltere’dir. almanya ingiltere’ye meydan okur. iki devlet birbirlerinin gücünü tüketirken abd yeni süper güç olarak sivrilir. abd’ye meydan okuyan devlet rusya’dır. bu rekabet sırasında iktisadi ve askeri sahada en hızlı kalkınan devlet olarak yeni aday çin gibi duruyor.

    tabii ki model çok fazla şablonik ve determinist. tarihsel süreçte geçişler çok daha grift ve tedricen gerçekleşir. üstelik bu modelde dünya hakimiyeti kurmuş tüm devletler batılıdır. bu da 500 yıllık kültürel hegemonya demek. sadece iktisadi ve askeri güçle bu dominans kırılamaz gibi geliyor bana.

    yine de çin için tarihindeki üçüncü büyük açılımın kıyısında diyebiliriz. ilki orta asya üzerinden ticaret yollarını ele geçirmeyi denediği tang dönemi fetihleriydi. araplarla yapılan talas savaşında aldıkları yenilgi o atılımın sonunu hazırlayan dönüm noktası oldu. aynı yıllarda islam da altın çağını yaşıyordu ve doğunun zengin ipek yolu ticaretinde hakim konum edinmek üzere orta asya’ya açılmışlardı. o çağın dünyasının merkezinde avrasya ve türkler vardı. avrupa ise haritalarda kıyıda köşede kalmış tali bir coğrafya parçasıydı. islam orduları yakındoğuda daha etkin varlık göstererek çin hegemonyasının önünü kesti.

    ikinci atılım veya açılım ming hanedanı döneminde deniz seferleriyle hasıl oldu. özellikle amiral zheng he hint okyanusunda ve doğu afrika sahillerinde otuzdan fazla ülkeyi ziyaret etmiştir. ekonomik ve kültürel temas bakımından avrupalı fatihlerin dengi belki üstüdür. tarihçi gavin menzies’e göre amiral, kolomb’tan önce amerika kıtasına ulaşmış hatta orada koloni kurma girişiminde bulunmuştur. venedikli kartograf fra mauro’nun zheng’in gemilerinde seyahat eden niccolo de conti’den aldığı bilgilerle 1457 tarihinde çizdiği haritada amerika ve antartika kıyılarını göstermesi dikkat şayandır. çin’in bu ikinci önemli dünyaya açılma girişimi ispanya, portekiz ve hollanda gibi ülkelerin saldırısına uğramasıyla akim kalmıştır. bu kez de batının dizginlerinden boşanmış kolonizasyon politikaları çin’in dünya hegemonyası hevesine darbe vurdu diyebiliriz.

    söz gereğinden fazla uzadı ve henüz çin tarihine dair doğru düzgün bir şey söyleyemedim. aslında bu entri için klavyenin başına oturma nedenim çin tarihinin mihenk noktalarından bahsederek son 4000 yılın özetini geçmekti. birbirleri peşi sıra çin’i yönetmiş xia, shang ve zhou hanedanlerı. yani sinologların üç hanedan kronolojisi projesi dedikleri efsane ile gerçek tarihin iç içe geçtiği masalsı dönem. çin’de heredot’un karşılığı sayılan büyük tarihçi sima qian. asya hunlar’ı ile ilişkiler. bahar ve güz periyodu, savaşan krallıklar dönemi, edebiyata li bai ve du fu gibi şairleri hediye etmiş altın çağ tang dönemi, dünya nüfusunu altıda bir azaltan ve 13 yıl süren an lushan isyanı, song hanedanlığı, çin rönesansının leonardo da vinci’si, shen kuo’nun dehası, moğolların çin’i yönettikleri yuan hanedanı dönemi, mingler sonra mançular, yukarıda biraz bahsettiğim afyon savaşları, imparatoriçe cixi’nin mutlak iktidarı, boxer ayaklanması, son imparator puyi’nin öyküsü, japon işgali ve devrim.

    bahsedilecek çok konu vardı. ama bunlar da başka entrilerin konusu olsun.
  • batılılar ile ilişkilerindeki mesafeli tavrının temelinde kendilerini üstün gören yaklaşımları vardır. bu yaklaşım öylesine ileri düzeydedir ki 1424 yılında ming hanedanına mensup imparator hung-hsi, biz yeterince geliştik, artık fazlasına gerek yok diyip dış dünyaya yapılacak keşif gezilerini yasaklamıştır. bu dönemde çin, gerçekten de en gelişmiş medeniyet haline gelmiştir. bunun temelinde ise roma imparatorluğundan çine doğru gerçekleşen tek yönlü para akışı yatar. diğer bir değişle çin, ipek yolu üzerinden tüm batı dünyasına satabildiği kadar mal satmış, batıdan ise hiç mal satın almamıştır. win-win niteliğindeki bir uluslararası ticarete olan bu niyetsizlik o kadar ileri düzeyde olmuştur ki ticaret teklifleri çoğu kez küçük düşürücü bir şekilde reddedilmiş olan moğollar "eh yetti" diyip çin köylerini yağmalamışlardır. böylelikle başta roma olmak üzere batının gümüşleri üzerine oturmuş ve gelişimi bu inanılmaz dış ticaret fazlası ile hızlandırmış bir medeniyet ortaya çıkmıştır.

    çin medeniyetinin, bilerek ve isteyerek frene basmadan önce, gelişmede geldiği nokta çok ciddidir. bunu açıklamak için kuzey kutbuna biraz değinmek gerekir.

    kutuplardaki buzullar oluştukları zamanın atmosferik özelliklerini kayıt altına alabilir niteliktedir. yani bir buzuldan alınan dikey bir kesit aslında tarih boyunca nelerin olup bittiği hakkında bir fikir verebilir. yapılan incelemelerde, büyük bir adım atmaya hazırlanan gelişmiş bir medeniyetin varlığının bakırın atmosferdeki yoğunluğu ile ilişkili olduğu görülmüştür. atmosferdeki bu bakır kirlenme zirvelerinin tarih boyunca 3 medeniyetin varlığı boyunca gerçekleştiği görülmüştür. bunlar sırası ile roma imparatorluğu, çin ve son olarak sanayi devrimi öncesi ingilteresidir.

    burdan çıkarılacak sonuç roma ve çin imparatorluklarının neredeyse ingilteredeki sanayi devriminden yüzyıllar önce bir sanayileşme adımı atmaya çok yakın olduklarıdır. şöyle olsa böyle olurdu demek pek işlevsel olmasa da kuyuya bir taş atmak adına şunu yazasım var ; şayet çin gelişimini "biz olduk, artık yok icatla, keşif gezileriyle uğraşmak, bırakın" diyerek durdurmasaydı, sanayileşmenin ilk adımının çinde atıldığı bambaşka bir dünyada yaşıyor olabilirdik.

    tarihin bu öğrettikleri çinin bugünü ile bir ilişki kurabilmemize izin veriyor. bugün çinin ihracatının yine yüksek ve ithalatının düşük olması aynı senaryoyu akla getiriyor. şüphesiz bu durumda roma gümüşlerinin yerini amerikan dolarları alıyor. batı ise çinin eski win-lose trade alışkanlığına dönmemesi için ejderhayı dizginlemeye çalıyor.

    bu dizgin için;

    (bkz: wto)
  • artik temelli bir daha donmemek niyetiyle tasindigima gore yazabilirim: rezalet bir ulke, rezaletin daniskasi pakistan falan bundan iyiydi.

    - dunya capinda 100 kusur ulkede ofisi olan, binlerce patent sahibi olan bir sirkette calisiyorum. en rezil ofisimiz cin. adamlar komunizmden kalma aliskanlikla memur gibi, saat doldurmak icin hep beraber oturup wechat’e bakiyorlar. 10’dan fazla fabrikamiz var bu arada, yani 3-5 kisilik bir satis ofisinden bahsetmiyorum. asip kesmeden hic bir is yaptiramazsiniz, hele acil is imkansiz. inek kosar cinli kosmaz o derece. araplarla 1 ayda, hintlilerle 1 haftada, kafadar turklerle 1 gunde yapacagim isi 1 yilda yaptim. kendimden tiksindirdiler. onlerine ne komut verirsen o kadarini yapiyorlar, direktoru muduru bile fikir uretmiyor. olani uygulamasina dahi raziyim. bu yuzden yabanci sirketlerin cogunda yonetim kadrolari avrupa’dan geliyor zaten.

    - machine learning'le rontgen sonucu okunuyor falan diye bir seyler anlatilmis, sabah sabah kahkaha attim :) arkadasimla yasadigimiz yerdeki en iyi devlet hastanesine doktora gittik, ikimizin bogazina ayni spatulu soktu doktor. yasadigim 8 milyonluk sehirde 1 tane ingilizce konusan koreli doktor vardi, klinigi kapaninca caresizlikten pediatriste gitmeye basladim en azindan ingilizce konusuyor diye. hasta oldum 3 ay shanghai'in en iyi hastanesi ne virusu kaptigimi bulamadi, kendi kendime iyilestim karacigerim acidi sanirim halime. gida zehirlenmesi gecirdim tabi ki pislikten, sakin yogurt yeme bagirsaklarin dugumlenir dedi doktor. onun da suratina kahkaha attim. urettikleri asilari test edecek kapasite olmadigi icin her sene defalarca sahte asi skandali yasiyorlar, devlet ayni cocuklara 2 tur sahte karma asi vurdu gecen yil. bu 2 de gazetelerin haber yapabildigi kadari, asli kim bilir kac kez. yuz binlerce sahte kuduz asisi yapilmis insanlara, kac kisinin oldugu bilinmiyor. daha fazla saglik konusunu uzatmak istemiyorum. bi ara usenmesem de cin tibbi yazsam, migrenim tuttu diye doktora gittim, sirtima kutu koyup icinde tutsu yaktilar.

    - egitim sistemi tamamen cokuk, sistematik sekilde bilim uretmesinin cok mumkun oldugunu dusunmuyorum. kalabaliktan yararlanip kupon okullarda yapiyorlar ne oluyorsa onu da iyi reklam ediyorlar hepsi bu. onun disinda devlet okullarinda cocuklar tatil gunleri dahil her gun belli saate kadar odev teslim etmek zorunda, 365 gun boyle bu. veliler o odevleri okuyup kontrol edip onaylamak duzelttirmek zorunda. beden dersi dahil buna. cocuklarin bu yuzden ogrendigini sindirmeye, recover etmeye, bir seyler dusunmeye, sorgulamaya, bu dogru mu diye dusunmeye asla zamani yok. velilerin de yok. calisan bir annenin hayati 5'te kalkis, cocugu okula yollama, 8'de isinin basinda olma, 5'e kadar wechat'e bakma, eve gidip wechat'e bakarak cocugun odevlerini bitirmesini bekleme, gece 1-2'ye kadar odev kontrolu seklinde. o yuzden neden komunist parti uyesi olmayan kimse secimlerde oy kullanamiyor oyle sacma sey mi olur diyecek vakitleri de olmuyor hic.

    - kisin cayir cayir kar yagan bir sehirde yasadim. bu teknolojinin besigi, roket atan uzaya giden cin'de isitma icin bir cozum yok. izolasyon da yok. evlerde soba yasak, kalorifer yok. hep beraber sicagin zararli olduguna inanmislar (beyin yikamada cinli gibi olmak lazim) evde, ofiste, hastanede, kuaforde paltoyla oturuyorlar. hatta hastane kadar cok usudugum bir yer hatirlamiyorum neyse. kiraci oldugumuz ev 2 milyon yen civarina satiliyordu, ama isitmasi yoktu. biz butun evi klimayla isitmaya calisip iyi ki cinli degiliz diye dua ederek 1 beyaz yakali cinli maasini elektrik faturasina verdik, ona ragmen kedi bile usuyordu kisin. haa fakat elektrikli sumen var. dedenizin yazihanesindeki gibi sumen, altina kagitlarini koyuyorsun ama elektrikli isitmali. herkesin masasinda ondan oluyor. isitma cozumu olarak bunu bulmuslar simdi yalan olmasin. kuzeyde isitma var, onu da pekin'i isitmak icin devlet kapatabiliyor. bununla ilgili makale vardi, devlet tabi ki kapattigini asla kabul etmiyor ama sosyal medyadaki isitma calismiyor mesajlarini toplayip maplemislerdi, pekin civarini biraz isitip gerisini 3-4 ay siktiretmisler gecen sene falan. tekrar bulursam eklerim.

    - ulkede metro agi yok, tier 1 ve bazi tier 2 buyuk sehirlerde var. tier 1 olmayan sehirler de cankiri gibi degil yine 5-6 milyon nufustan bahsediyoruz. metro olan bir sehirde yasiyordum ben cok sukur, o sarimsak, tofu, ve sigara kokusundan mahrum kalmiyordum. genelde hizli tren var, cok da guzel isliyor. yanindaki tabletten kulakliksiz dizi izleyen adam tirnaklarini falan kesene kadar da oldukca konforlu diyebilirim, hem de saatinde kalkiyor. ben bir kere biletimi evde unuttum, o arada yeniden bileti almaya calisirken treni kacirdim haliyle bir sonraki trene bilet aldim. korkunc bir halt yemisim ben meger. biletimi nasil unuttugumu aciklayip zimmet defteri gibi bir deftere imza attim, trene polis gelip sizi bulucak sakin baska yere oturmayin dediler (neden oturayim ki?) sonra polis gelip trene bindigimden emin oldu, neden onceki trene binmedin diye tekrar sorguladi, tekrar ifademi imzalatti. insan cok olunca israfi da onemsiz oluyor tabi.

    - genel olarak cin cok gelismis diye anlatilan seyler 4 tane tier 1 sehirle sinirli. 8-10 milyon nufuslu sehirlerde tuvaletsiz, lazimlik kullanilan mahalleler bulmak garip degil yoksa. hatta pekin'in gobeginde bile su ve tuvalet altyapisi hala olmayan mahalleler var. mahallenin ortak su kulubesi gibi bisey var, ordan gidip suyunu aliyorsun. haftada 1 yen veriyorsun, senden bile daha fakir biri gelip sabahlari kapi onlerindeki lazimliklari bosaltip yerine birakiyor. anksiyetem kanalizasyonsuz bir mahallede, ortak tuvalete cis yapmak zorunda kalmakla basladi. her zamanki gibi kapi yoktu tuvalette. ama metro gercekten guzel evet qr kodla biniliyor.

    egitim, ulasim, barinma, saglik ilk aklima gelen konular oldu. bir sonraki bolumde kamu gorevlilerini anlatmayi dusunuyorum. xinjiangli misin diye tren istasyonunda pesimden kosan polis, dogum yerin neden uskudar diye soran, turkum diye beni 40 dakika sorgu odasinda bekleten havaalani polisi, sizin kiracinin evraklari yokmus kacakmis diye ev sahibimi arayip taciz eden polis (tabii ki vardi, hatta polisin ta kendisindeydi), siz blacklisted'siniz bankamiz size hesap acamaz diye vezneyi kapatip kacan banka memuru (tabii ki blacklisted falan degildim, turkleri sistematik olarak bezdirmeye calisiyorlar, onu yapacak ingilizceleri de yok aksi gibi) coming up next.
  • yenilecek şeyleri dolaştırıp, dolaştırılabilecek şeyleri yiyen gerzo barınağı. lan oğlum marulu ye, köpeği gezdir.
  • milyonlarca insan işsiz kalacak, dünya genelinde.

    borçlarını ödeyemez hale gelecek insanlar, kirayı nasıl öderim derdine düşecek.

    pek çok şirket ücretsiz izin vermeye başladı, insanlara. bunun hesabını kim verecek?

    sevdiğini yakınlarını kaybeden binlerce insan var neden? orospu cocugu çinliler yüzünden.

    eti yumuşak olsun diye köpekleri döve döve öldüren, hayvanları canlı canlı yiyen bu lanet insanlara aşırı kinliyim.
  • hemen hemen dünyayla hiç bağlantısı olmayan ülkedir... devlet insanlara dünyayla ilgili ne kadar isterse o kadar bilgi veriyor ve facebook youtube şu bu yasak...

    ayrıca çin in pratik zekalı insanları yok ve bunun da bir devlet politikası olduğuna inanıyorum...
    ve her ne kadar ucuz gibi tanınsada türkiye ye göre pahalı olduğunu eklemem gerekir.
    yemeklerinden hiç bahsetmicem zira mideniz kalkmasın.

    he bide manyak kalabalık falan yok öyle bi arazi var ki o kadar adam az kalmış,yollar ulaşım zaten almış başını gitmiş... tamam kalabalık yerleri var ama öyle metre kareye beş adam falan düşmüyor.
    buraya gelince türklerin zamanında bu topraklar için neden savaştığını çok iyi anlıyorsunuz dümdüz arazi sulak ve bereketli... petrol kaynakları da mevcut maşallah daha ne olsun...
  • yürüttüğü ekonomik büyüme programıyla abd ile yarışa girip gezegeni bir kıyamete götüren kapitalist ülkelerden biri.

    köleleştirilmiş milyonlar, sömürülen yer altı ve yer üstü kaynakları, çok düşük maliyetlerle üretilen muazzam artı değerin dünya finans piyasalarında her türlü manipülasyona zemin hazırlaması, dünyayı cehenneme çeviren sera etkisi, işçilerin çok düşük ücretlerle çalıştırılmasıyla dünyadaki yerel ve(ya) küçük girişimlerin yok edilmesi... bütün bunlar, dünyanın, uçurumun kenarına doğru, freni patlamış kamyon gibi gitmesine neden olan vahşi kapitalizmin, bir ölçüde de çin'in eseri.

    tüketim çılgınlığını körükleyen, ekolojik dengeyi umursamayan kapitalizm çin, abd, rusya, ingiltere gibi ülkelerin öncülüğünde dünyayı bir yok oluşa sürüklüyor.
  • nihayet wikipedia'yı da yasaklamış olan ülke. ha benim koçlarıma.

    abd'den ölesiye nefret eden birisi olarak söylüyorum ki dünyanın en korkunç ve tehlikeli ülkesi şu an çin. önümüzdeki yıllarda nüfuzlarını arttırdıkça daha da canavarlaşacaklarını kestirmek güç değil. umarım yanılırım ama hiç zannetmiyorum. ben bu kadar mide bulandırıcı, despot bir iktidarı hiçbir yerde görmedim. rusya, türkiye falan diyen liseliler saçmalamasın. bak biliyorsunuz işte putin'i, erdoğan'ı. bu adamların yönettiği ülkeler çin'in yanında çıplaklar plajı kalır serbestlik açısından, o kadar diyorum. bu ülkelerde en azından iktidarla uğraşmadığınız sürece bulaşanınız pek olmaz. çin'de ise herhangi bir şekilde "iyi ve yararlı" olmadığınıza kanaat getirilirse (sosyal skor sistemi) uçak ya da tren bileti dahi alamayabilirsiniz. çoğu çinlinin hangi şartlar altında çalıştığını yazmaya sanırım gerek yok.

    ben inanılmaz korkuyorum bu ülkeden. orospu çocuğu terörist amerikanlar en azından şov işini iyi biliyor. kola var, şeker var, bok olsa bile güzel bi' paketle kaplıyorlar en azından... ulan çin'de o da yok. isterse dünyanın en zengin ve müreffeh ülkesi olsun, ben hayatımda bir tane adamın da "çok tatlı yaaa, orada yaşayabilmek isterdim" dediğini duymadım bu ülke hakkında.

    bugün doğan çocuklar, hatta çocukları geçtim ulan bugün 25-30 yaşında olup da 70-80'ine kadar yaşayabilecek olanlar bu çin'in elinden büyük zulüm görecekler diye düşünüyorum. umarım yanılırım. lütfen yanılayım. yoksa yolumuz yol değil. bizim gibi "haftada 40 saat çalışalım, ek mesai ücreti alalım, sosyal haklarımız olsun, demokrasiye sahip çıkalım"cı ılık götlülerin tek yumrukta canını alır olum bu mutantlar. eskiden "batılı devletlerin ekonomisi güçlü. ekonomisi kuvvetli olanı kimse yıkamaz" denirdi de avrupa birliği'nin yaş ortalaması 604 falan oldu aq. gençlerin de alayı göçmen, bir kısmı iyi niyetle çalışırken diğer kısmı nargile içiyor. çin 25-30 yıla kalmaz hepsini siker atar. yazık olacak.
  • yön radyo'da verilen habere göre çin seddi'nden sonra ülkede en çok ziyaret edilen yer beijing ipek pazarıymış. fiyatı 900 yuan olan malı pazarlıkla 70 yuana almak mümkünmüş. bu yine de çinlilerin 40 yuanlık malı 70 yuana aldığımız için bizimle dalga geçmelerine mani değilmiş. sahtecilikte kat çıkmış adamlar, in in bitmiyor.
hesabın var mı? giriş yap