• diyen ne güzel demiş diye düşünürüm her aklıma geldiğinde, hay ulan ağzına sağlık.

    aha size bir de hikaye:

    günlerden cuma. pazartesi günü uzun zamandır bana sıkıntı veren bir olgudan yapılacak bir ameliyatla kurtulmaya hazırlanıyorum. meslek eczacı, görev yedek subay, yer gata ankara. dolayısıyla hem terminolojiye, hem alete edevata iyice aşinayız. operasyonun adını da öğrendik, gözü kör olası internet'ten nedir bu işin aslı diye araştırıyoruz.

    şimdi kafamdaki ameliyat planı, koluma bağlanacak bir iğneden verilecek genel anestezi eşliğinde ondan geriye sayamadan dalmak şeklinde. gayet güzel, temiz... lakin bana yapılacak operasyon hakkında araştırma yaparken, bu operasyonda bir de spinal anestezi adı verilen farklı bir anestezi şeklinin uygulandığını gördüm. merak ettim okudum, adamın sırtından omuriliğine iğne batırılarak belden aşağıyı felç eden ve hasta bilincini açık tutan bir yöntemmiş. lan dedim, ne kadar korkunç bir şey. düşünsenize sırtından iğne girecek omuriliğe doğru kayacak. ıyyy...

    pazartesi sabah erkenden ameliyat odasına alındım. yatırdılar beni, bileğime kateter parmağıma kalp ölçüm cihazları tansiyon monitörleri vs her şey bağlandı. hah dedim şimdi kateterden verecekler genel anesteziyi, güzelce sızıcaz. ama işte laf olsun torba dolsun, biraz da işi biliyoruz ya. sordum:

    - genel anestezide hangi ilacı kullanıyorsunuz?
    - genel değil spinal yapıcaz.

    bu lafı duyunca bir anda kendimi kaybettim. vücuduma bağlı tüm monitörler ekranlara salak salak işaretler vermeye başladı. kalp atışlarım düzensizleşti, tansiyon düştü, adamlar neredeyse yaşam destek ünitesine taşıyacaklar beni. hay anasını satayım bir insan bir şeyden böyle mi tırsar arkadaş! biliyoruz da bok oluyor işte.

    neyse, aradan 5 dakika kadar geçtikten sonra sakinleşmeyi başardım. dediler otur yatağa, sırtını dışarı çıkaracak biçimde gövdeni eğ bacaklarını topla. dediklerini de yaptık, bekliyoruz. bu defa da şöyle bir laf edilmez mi arkamda:

    - sarı iğneyi uzatsana ordan.

    bilmeyenler için açıklayayım, hastalarda kullanılan iğne uçlarının kalınlığı renk kodlarıyla belirtilir. iğne inceldikçe hastaya verdiği zahmet azalır ama her şey de ince uçlu iğneyle olmaz. siyah uçlu olanlar en incesidir, yeşil normal olarak kabul edilir ve genelde bu kullanılır. sarı iğne ise tabiri caizse kamaşullah gibidir, atlara falan iğne bununla vurulur.

    spinal anestezi muhabbetinin ardından bir de sarı iğne lafını duyunca iyice kendimden geçmişim artık. bunlar baktı bu iş olmayacak, sakinleştiriciyi dayadılar bana. ötesini pek hatırlamıyorum zaten.

    sözün özü, bazen gereğinden fazlasını bilmek gerçekten iyi değil.
  • her şey zamanla oldu:

    koca koca amcalar ve teyzeler konu ne olursa olsun sürekli " mirim bu dünya böyle; yalnız geldik, yalnız gideceğiz. " diyordu. dünyaya yalnız geldiğimizi ben de çoktan öğrenmiştim. kendi gelişimi hatırlamasam da, kardeşim yalnız gelmişti mesela... nereden geldiğini bilmiyordum. ama annemle babam onu hastane denilen yerde yalnız olarak bulmuşlardı. yanında başka biriyle gelmemişti, düpedüz yalnızdı işte. dünyadan gitmenin ölmek demek olduğunu da öğrendim sonra. ölenler de mezara tek tek konuluyordu. demek ki giderken de yalnızdık. bunları öğrenmem çok zamanımı almadı. bilmediğim ve öğrenmemin uzun zamanımı aldığı kısmıysa, doğumla ölüm arasında kalan ve adına hayat dedikleri yolculukta yalnız olacağımızdı. bu büyükler gerçekten tuhaftı. böylesi kalabalık bir dünyada nasıl mümkün olabilirdi ki bu?

    mümkünmüş...
    tutunduğum her dal kırıldığında anladım.

    o zaman da dünyada açlık, hastalık, savaş gibi kötü şeyler vardı. oysaki ben henüz çocuktum, elimden bir şey gelmiyordu. ama bir gün büyüdüğümde hepsini yok edebilir, dünyayı cennet dedikleri o güzel yerden daha da güzel yapabilirdim. bu süper bir fikirdi ve neden şimdiye kadar kimsenin aklına gelmemişti hayret... nasıl olur da insanoğlu dünyayı güzelleştirme hayallerini bir kenara bırakıp, kendi yüzünü güzelleştirmekten başka bir şey düşünemeyecek hale gelirdi? dünyanın ve insanlığın geleceğinden önce kendi geleceğini düşünmek için ne menem bir kafa gerekirdi? bir çocuğun büyümesine izin vermek için avucunda sakladığı hayal bilyelerini tek tek elinden almak şart mıydı? ütülmeden büyümek mümkün değil miydi?

    değilmiş...
    avucumda hiç bilye kalmadığında anladım.

    artık kaba kuvvetin ve cehaletin değil, bilginin egemen olacağı yeni bir bin yılın öncesinde doğmuştuk. çok şey bilirsek her şey mümkün olacaktı. bize söylenen buydu. bütün bir çocukluk ansiklopedilerden yere düşmüş herhangi bir kağıt parçasına kadar, yazılı olan ne varsa okuyarak geçti. her şey araştırıldı, sorgulandı, onlarca süzgeçten geçirildi. ama ne gam? gün geldi insanoğlu iki lafı bir araya getiremeyenlerin tv'lerde dolar milyarderi sıfatıyla zenginliğini gözlerine sokmasını garipsemedi, aksine ağzının suyu akarak izledi. kimsenin üstüne vazife olmayan özel hayatları öğrenmeye çalışıp, bir halta derman olmamış hikayeleri kulaktan kulağa anlatıp efsaneleştirdi. ve gördük ki; biz tek tek kaybettiğimiz bilyelerimize ağlarken kimi çocuklar o bilyeleri kimselerle paylaşmayıp ileride gözümüze gözümüze sokmak için direkt ceplerine atmışlar. insanoğlu nasıl olur da kendi için saklanılmaya çalışılan bilyeleri unutup gözüne sokulmaya hazır bilyeleri tercih ederdi ki?

    edermiş...
    herkesin bir fiyatı var dendiğinden anladım.

    yaşadığın şartlar ne olursa olsun çocuk olmak mutlu olmakmış. çünkü çocukluk cehaletmiş, cehaletse mutluluk...
    ve bunu fark ettiğinizde sizin için artık çok geç demekmiş.
  • the matrix filminde geçen bir sözdür. cehalet içindeki bireyin mutluluğunu tanımlar. dayatılan dogmalara inanmayarak aklı öne alıp, bilimin ışığı altında akıl ile yolalarak nihayetinde yaşamın sorgulanması sonucu elde edilen bilgi, gerçeğin çölüne adım atmayı ve elbette sorumluluğu da beraberinde getirir. ilaveten insanların aldatılmasından kaynaklı huzursuzluğu. ve öfkeyi.
    sorgulayarak yol alan; öğrenen; bilen ve gerçeğe ulaşan özgür bir zihin, huzursuzluk -ya da başka bir anlatımla ruhunun açlığını gidermenin verdiği huzur- içindedir, ki baştan aşağıya erdem denizidir.
    yine aynı yolda ilerleyen ancak edinilen bilgiyi taşıyacak fazileti olmayanlar, bedensel arzularını ruhununkininin önüne almayı ve cehalet içinde mutlu kalmayı tercih ederler, ki inanmaya razı oldukları yalanları aslında çürümüş bir ağacın kurumuş dallarıdır.

    hatta candan bir şarkıcı yazının burasında dile gelerek "çok mu dertsiz duruyorum uzaktan bakınca" diye de sorar.*

    insanlara ihanet ederek sahte dünyaya, matrix'e dönmek isteyen cypher, şöyle der:
    - "bu bifteğin var olmadığını biliyorum. ağzıma götürdüğüm zaman matrix'in beynime onun sulu ve lezzetli olduğunu söylediğini biliyorum. dokuz yıl sonra neyi fark ettim biliyor musun? cehalet mutluluktur!"
  • zamanında birileri demişti ki "sosyal bilimler okuyanlar mutsuz olur." zaman içinde "ee sayısal okuyanlar da mutsuz, hatta belki daha mutsuz" yönermesi geldi yapıştı.

    eskiden boğazdan geçen gemilere bakmaktaydım, mutlu ve sakin akıyorlar, geçiyorlar, geçiriliyorlar diye. zaman içerisinde dış ticaret işlemlerini öğrenmek zorunda kaldım, şimdi tadı tuzu yok gemilerin. zira arkadan ne belgeler dönüyor, kim kime ne yolladı, hangi teslim terimi kullanılıyor, hangi konşimento var acaba diye diye... öküzün trene bakması gibi boş ve sakin bakacağıma düşünceli bir bakış geldi yapıştı gözüme.

    en iyisi bakmamak.
  • bu aforizmayı kendine şiar edinen insanlara bir ömür boyu mutluluklar dilerim. bilmek bilmek bilmek istemiyle yola çıkıp mutsuzluğu göze alan insanlara selam olsun.
  • kesinlikle doğru olan önerme. . insanlık tarihi, dinler tarihi, dünya tarihi, evrim derken zaten sağlam olmayan inancım sadece bir tanrının olduğu ama insanlarla pek ilgilenmediği ancak belki ilerde diriltip hesaba çekeceği, ruhumun ölmeyecegi vs gibi bir seviyeye gelmişti. . yani kesinlikle tanrı var olmalıydı o noktanin patlamasini, big bangi, evrimin böyle şekillenmesini de tanrı sağlamıştı.. ama orospu çocukları durmuyor araştırıyor.. lan neyi araştırıyorsun daha işte hiç birşey yokken tanrı vardı ol dedi oldu.. zaten yoktan hiçbişey varolmaz dimi.. öyle değilmiş dostlar. inançlarımın son kalesine de saldiriyor bu cerndeki orospu çocukları.. neymiş higgs diye bi parçacık varmis.. neymiş atom altı boyutta parçacıklar bir yerde varolup yok oluyor sonra baska bir yerde yoktan varoluyormus. bu demek oluyormuski yoktan kendiliginden var olabilerler.. yani buyuk patlama için birinin ol demesine ihtiyaç yokmuş.. bu parcaciklar yokken zamanda yok yani patlamadan öncesi yok.. birde karanlik enerjimi ne sikimse bosluk varmış falan filan deli saçması şeyler. biz orda o deneyi gözlemleyemiyoruz ya uydurun a.q.

    sizin ben aminiza koyum yok olup gidecemmi lan ben.. sizin yapacağınız deneyi sikeyim, arastiracak baska konu bulamadinizmi a.q sizi bilim adami yapanı sikeyim.. tutunacak yeni bir dal bulmam lazım. ölümden bile daha korkutucu bu.. cehenneme raziydim ben.. o parcaciklarin nasil yoktan var oldugunuda açıklayın sizin ananızı sikeyim.. bence bu cern denen yer kapatilmali a.q
  • (bkz: ignorance is bliss)

    ignorance is bliss olarak bilinen ingilizce deyimin turkceye direkt tercumesidir.*
  • gereken bilgi miktarina sahip olunmadan anlasilamayacak ve soylenemeyecek soz.

    kendi icinde bir sarmal. (bkz: le bon sauvage)
  • cehalet cesarettir.cehalet erdemdir.cehalet mutluluktur.cehalet ne güzel seydir öyle.kaybetmesi de bekaret gibi 5 dakikalik birsey degildir, zordur.siz siz olun onu koruyun çünkü bir kere kaybederseniz asla bir daha elde edemezsiniz.
  • doğrudur.
hesabın var mı? giriş yap