• suyun üşümesi
  • bir zamanlar luks sayilan, simdi ise kovalarla kafaya dokulen bir sey.

    200 yıl önce, sıcak yaz aylarında bir bardak soğuk su içmek isterseniz, çok zengin olmanız gerekiyordu. çünkü zengin insanlar, kış aylarında, arka bahçelerinde buz tutan gölcüklerdeki buzları kırar, kırdığı buz kalıplarını daha önceden kazıp, saman ile kapladıkları çukurlarda saklar ve yazın sıcak günlerinde, bu çukurlardan birini kazarak, sakladıkları buz ile soğuk içeceklerini içerlerdi.

    ak saçlı, kurt adam sakallı, frederic tudor, bu olayi bir iş fırsatı olarak gördü. frederic, buz konusunu bir iş modeli haline getirip, yalnızca çok zenginlerin değil, herkesin satın alabileceği bir ürün haline getirmeyi başardı. frederic tudor, bugün tamamen unutulmuş, fakat 19. yüzyılın en önemli iş kollarından biri olan buz sektörünün lider ismi oldu. amerika'da birçok kişinin "buz kralı" ismini verdiği, frederic tudor, yalnızca boston çevresinde buz ticareti yapmıyor; dünyanın her bir köşesine, boston’dan çıkardığı buzları ihraç ediyordu. bombay, singapur, jamaika, hong kong gibi yerlerde, frederic tudor'un buzları, etleri, biraları soğutuyor, hastanelerde kullanılıyor, sebzeleri taze tutuyor, yazın kavurucu sıcaklığında dondurma yapılmasına yarıyordu. frederic tudor'un 1805'de başlattığı buz sektörü öylesine büyüdü ki, 1886 yılında, boston çevresinde yaklaşık 25 milyon ton buz toplandı ve satıldı.

    ama frederic’in yenilikçiliği, bulunduğu sektörü iyi anlamaması ile sonlandı. 19. yüzyılın sonralarına doğru, temiz traşlı, kaymak suratlı dr. john gorrie, florida eyaletinin bir hastanesinde çalışıyordu. aynı zamanda, aynı hastanede tropikal hastalıklar konusunda araştırma yapıyordu. dr. gorrie’ye göre, sıcak ve nemli hava, tropikal hastalıkların çok hızlı yayılmasının nedeniydi. mühendis arkadaşlarının sayesinde, hastane için soğutma tesisatını icat etti. yani günümüzün kliması. bu buluş, buzdolabının icadı için ilk adımlardı. çok zaman geçmeden, general elektrik (ge) şirketi, fabrikalarında buzdolabı üretmeye başladı. buzdolabının icadı ile, artık herkes, kendi buzunu evinde kendi yapabiliyor, soğutmak için, dışarıdan buz almaya gereksinimi duymuyordu. yani bir bakıma, buzdolabının icadı, “soğutmanın demokrasisi” demekti.

    işin en ilginç yanı ise, o dönemde buz satan hiç bir şirket buzdolabı işine girmedi ya da girmeyi akıl bile edemedi. buz satmaktan, buzdolabı üretmeye olan geçişi gerçekleştiremedi. bir başka değişle frederic tudor ve diğer buz satıcıları, “soğutma” işinde olduklarını kavrayamadılar. onlar “buz satma” işindeydiler!

    frederic tudor, hayata kustu, kendini dikis, nakisa verdi.. saka lan! ne bileyim n'oldu. buzdolabi icat olunca, adam unutuldu.
  • soner sarıkabadayı şarkısı olanı türkiye sınırları içinde en çok dinlenen parçalardan biridir. emin olun eminim buna.
  • şaşkınlık içindeyim, biraz önce arkadaşımdan öğrendiğim kadarıyla buz bir isimmiş! evet, ciddiyim. iki çocuğunun ismini "su" ve "buz" koyan bir insan varmış. artık insanlar isim konusunda orijinal olmak için kendilerini tamamen kaybettiler. çocuğu "buz" diye çağırdığınızı hayal eder misiniz rica etsem? ya şunlara ne demeli: buz bey, buz abi, buz amca. pes diyorum ve kendimi eski kafalılığımla baş başa bırakıyorum.
  • soner sarıkabadayı'nın olağanüstü şarkısı.
  • soner sarikabadayinin son günlerdeki sikca dinledigim sarkisi.
  • ben bu buzla ilgili birkaç bi'şey söylemek istiyorum.

    mesela buzluktan buz kalıbını aldık. içinden birkaç buz alacağız, içkimize koyacağız ya da ateşimiz var, bi' beze sarıp alnımıza koyacağız, buz kalıbını buzları almak için şöyle bi' eğip büküyoruz ya hani, buzların o küçük küplerdeki rahatını bozuyoruz, yerinden oynatıyoruz, sonra buz kalıbına şöyle hafifçe dokununca gerçekten de birkaç buz düşüyor ya, işte o buzlar bana çok karaktersiz geliyor. batan gemiyi ilk terk eden pisliklermiş gibi geliyor. hatta titanik filmindeki rose'un sevmediği zengin piçi gibi geliyor o buzlar bana. ne kadar uğraşırsak uğraşalım düşmeyen buz da gemiyi asla terk etmeyen onurlu kaptan gibi geliyor. bu buzların en karaktersizi de buz kalıbından canhıraş atlayıp buzluğa çarptıktan sonra yere düşendir. nasıl bi' can derdine düşmüşse götü kurtarayım diye filikalara koşarken ayağı kayıp güverteden okyanusa düşüyor geri zekâlı.

    sonra bi' de şey var. buzlarımızı aldık hani, yerine yenileri olsun diye su dolduruyoruz. buz kalbının bi' kısmında buz, bi' kısmında su oluyor da, o sular da buz olana kadar buz almak istesek de alamıyoruz ya hani. işte o sular bana çok bencil geliyor. ben olamadım, olanlar da benim olmamı beklesin diyen pislik buzlar onlar. içten pazarlıklılar. ama daha da kötü olan böyle dışı buz gibi olup da içi su gibi olanlar. ben işte o buz gibi görünen ama aslında su olan buzumsulardan çok korkuyorum. çok kötüler bence onlar.

    zaten bu buz dediğimiz pisliğin yoğunluğu da sudan falan düşük. bilemiyorum. ben galiba buzu hiç sevmiyorum.
  • insanın içindeki gizli balerin/balet'i ortaya çıkartan kışlık zemin malzemesi. buz tutmuş merdivenlerden kayıp* dört (rakamla 4) şekline girene kadar bu kadar esnek olduğumun farkında değildim. acaba tan sağtürk özel ders veriyor mudur.
  • nefretim kederimden isimli o zamanlar / o yaşta müthiş gelen bir şarkıları vardı.
    müziğini popa döndürmeyen her şahane 2000'ler rock grubu gibi yok oldular.
  • profesyonel yan kesici ve yarı profesyonel konuşma balonları çalıştıran mekan. öyle ki göztepe ışıklarda ki şubesinde resmen aksaray'ın puslu pavyonlarında yaşanabilecek ve yaşandığında ağızda acı bir çocukluktan gençliğe geçiş imgesi dışında bin bir türlü kırmızı ışık barındırabilecek hafıza şeritlerine sahip bir an saklı. yoksa gerçekten iyi bir gizli kamera şakası mı?--önce altı arkadaşın oturduğu masadan bir cep telefonu çalınıyor. hadi bu konuda iddiacı olmayalım; telefonun camın kenarında ki bir boşluktan kayıp bağdat caddesinde ki bir kanalizasyona düşüp fareler için; gelecekten gelen herhangi bir şey gibi algılanması ve yeni nesil bir fare algısına yol açacak ilahi bir devrim olduğunu varsayalım. ilk etapta mesele zaten yok olan telefon değil; insanların mallarına gelen bu tür zararlar, her yerde, her şart altında gerçekleşiyor ne yazık ki. oysa hırsızlık buzun tınısında, müşterisine ulaşan dış sesin buğuluğunda, kırmızı neon ışıkları altında ki niyette...bir müddet aranıyor telefon, başka telefonların ışıkları, çakmaklar...sonra meşgule düşüyor ve nihayet kapanıyor. zaman yılbaşı ertesi, o sırada bir arkadaşımız bir ev kazası geçirmiş; telefonu unutup/hesabı toparlayıp çıkıyoruz. sorun çözülünce; bu işletmede numaramız yok, mekan gecenin sonunda temizlenirken belki bulunmuştur varsayımıyla mekana uğruyorum. bu arada telefonu farelerin egemenliğinde ki yeni bir galaksinin oluşturulmasına katkıda bulunan arkadaş benden daha fazla alkollü olduğu için beni aşağıda bekliyor.
    -merhaba
    -merhaba
    -şöyle bir problem vardı....
    -ha ...'beyin problemimi? biz de onu arıyorduk çünkü o masanın hesabı ödenmemiş.
    şimdi burası ilginç. çünkü böyle bir şeyin olamayacağını güzelce açıklamaya başladığım an. önce komik gömlekli işletmeci arkadaş paranın söz konusu garsona verilmediğini söylüyor. bende onlara adisyonsuz, elden, sözle gelişen hesap fikriyle mi ticaret yaptıklarını soruyorum. çünkü mekanın iddiası hesabın elden verildiği; oysa ben siyah kaplı defteri ve adisyonu gördüm. mekan adisyon olmadığını söylüyor. yani 340 milyonluk bir hesabın varlığını değerlendirebilecek kadar bedellere aşikar olmayan biri için çok tehlikeli bir açıklık var burada. düşünsene turistsin ve garson kulağına eğilip sana bir fiyat söylüyor-peki bu fiyat hangi tüketilen malların bileşkesinden oluşmuş-bunu dile getiren yok. şimdi aksaray'da iki biraya 150 milyon ödemekle, ödediğin bir bedelin ödenmediğinin sana bildirilmesi bir coğrafya sorunu. bu sırada araba da beklemekten sıkılmış arkadaşta yanımıza çıkıyor, bununla birlikte iki bodyguard ve mekanın sahibi olduğunu düşündüğüm kovboy kılıklı bir adam yanımıza geliyor. saat 03.30 am ve çember tamamlandı. yine de gözlerim bir kaç saniyeliğine darth vader'ı arıyor. ve dınındıdın. bu yukarıda yazdığım her şeyin bir açılış, bir tür prolog olduğu an. yani bundan sonra olabilecekler zaten kafamda canlı. örneklenmiş. işletmeci telefonu kaybolan arkadaşın mekandan intikam almak için toplanan hesabı cebe indirdiğini iddia ediyor. bir yerde 700ytl'lik bir telefon var, sonra 340ytl'lik bir hesap-ve bu hesabı ödemediğini, mekana kazık attığını bile, bile kapanış zamanında mekana giren ve insanca problemini anlatan iki insan. işletmeci bunun üzerine farklı bir strateji deneyip cep telefonunu aynı masada bulunduğumuz bayan arkadaşlarımızın çaldığını iddia ediyor "şimdi biliyorsunuz, sosyete kızlarıdır, tuhaf ortamlar, gece hayatı." tarzı kelimelerden cümle yapmaya uğraştığı bu bir kaç saniye içinde zamana yaslanıyorum-şimdi sıradan bir insan için üç seçenek, bizim için iki seçenek var. işletmeci mahlukun büzük bir bilgelikle söz ettiği, kızlar: karınız, kız kardeşiniz, sevgiliniz, suç ortağınız, hayatınızı borçlu olduğunuz biri veya sadece bir insan olabilir. bu nokta da bardan bir şişe kırıp, alt sağ uzantısıyla karşınızdaki insanı öldürmeye çalışabilirsiniz. alkollüsünüz, şaşkınsınız ve bugüne kadar gazetelerin ikinci sayfasında hiç boy göstermediniz. bir dostoyevski inceliği saklı bu akışta "yaşamayı hakketmeyen bir insan için kendi yirmi yılını feda eden başka bir insan." şiir gibi bir istanbul gecesi...şimdi burada kesip, üslupta ki buz tutmuş mecazdan yola çıkarak hayali bir hikaye oluşturalım, bir senaryo, sıfırdan yaratılmış karakterler, gerçekten uzaktan, yakından alakası olmayan bir olay örgüsü [ bad astronaut xx5 adında ki hayali bir mekanda eğleniyor, telefonu kayboluyor ama aynı zamanda bir yere gitmesi lazım, gidiyor, yapması gerekeni yapıyor ve bir ihtimal telefonda bulunmuştur belki deyip yol üstünde ki mekana uğruyor. işletmeci suçun kendisinde olduğunu söylüyor. bad astronaut bunu anlaşılır buluyor çünkü içkili ve malına sahip çıkamayacak kadar dağınık kafası. bu ona da mantıklı geliyor fakat oraya dönmesindeki amaç özünde bir ihtimali değerlendirmek. mekanı veya çalışanları suçlamak değil. sonra işletmeci ona birden bire hesabı ödemediğini söylüyor, bir kaç kişi gelip etrafını sarıyor. bad astronaut "devrem, devrem" diye konuşan ama devresi olmayan orta yaşlı mekan sahibine küfür ediyor, soldaki bodyguard, astronaut'un üzerine çullanıyor, sonra herkes çullanıyor. insanlar yavaş, yavaş kalktığında astronaut'un boynunun kesilmiş olduğunu görüyorlar. ben öldüm-hürriyet ikinci sayfa-garsonlar yerde ki kanı temizliyor. cesedimi tuvalet kabinine taşıyıp beni orada bırakıyorlar, sonra polisi arayıp tuvalette bir ceset bulduklarını söylüyorlar. polis çalışanları sorguya çekiyor fakat çalışanlar anasının gözü olduğu için şüphe duyulacak bir durum oluşmuyor. mekan bir aylığına mühürleniyor. sonra mekan sahibi tanınmışlığına ve başka insanları dolandırarak kazandığı parasına güvenip mekanı yeniden açtırıyor. ve sen orada içkini içiyorsun. sol tarafında ki bir kız sana doğru bakıyor. hayır, aslında o kız senin arkanda ki camda unutulmaya yüz tutmuş gerçek dünyaya bakmakta.] şimdi bu hayali hikayeyi unutup gecemize ve ikinci seçeneğe dönelim. bu iddialar ve devamlı "paramız nerde?" nidalarından ve gecenin her halinden bunalan arkadaş; daha önce ödenmiş olan 340ytl'lik hesabı, bu sefer 500ytl halinde mekanın yüzüne çarpıyor. arkamızdan şok olan; mekanın ‘akıl’ dışında bir çok şeye sahip olan sahibi. kekeleyerek "zate, zateen, bu hareketi yapı, bu, bir daha buraya gelmeyin." tarzı pek amerikan sayılmayacak kelime gurupları oluşturuyor. bunun üzerine ben telefonun kaybolmadığından, hesabı çalan garson, işletmeci, müdür, imparator-herkimse onun tarafından cebe indirildiğinden emin oluyorum.
    -tamam; şimdi!

    buz, bu ülkede ki neo klasik işletme mantığının yüz karası bir organizmadır.
    kılıçla yaşayan kılıçla ölür.
hesabın var mı? giriş yap