• bu adamları dinlemek için param ve zamanım olunca özel olarak karadenizde yaylalara çıkıp trene binip trenin yanından çilli ve kızılımsı saçlı bir çocuğun bisikletle yanımdan geçip bana yuvarlak ve büyük ön dişleriyle gülümsemesini sağlayacağım, o esnada kafamı camdan çıkarıp yukarıya baktığımda gökyüzünde içinde 4 kız çocuğu ve 2 adam bulunan kırmızı bir balon uçtuğunu göreceğim, sonra tekrar kırlara baktığımda bir koyun sürüsü göreceğim, beyaz koyunların arasında bir tane siyah kuzucuk olacak zıplayarak koşacak, herkes mutlu ve pür neş'e..sonra kondüktör beni dürtüp uyandıracak, kulağımda the state i am in çalıyor olacak..
  • benim tanışmam çok özeldi onlarla. belki o kadar da değildi..

    depremden sonraydı biz yine taşınıyorduk. radyo açıktı – ki bu depremden çıkmış bir bölgede yabancı müzik yayını yapmaya cüret eden yerel bir radyoydu. onca hengamenin arasında şu sözler yankılanıyordu beynimde. "there's a lot to be done while your head is still young"… sesini açtım, daha da güçlüydü artık ses,

    “then you go to the place where you've finally found
    you can look at yourself sleep the clock around”

    kimdi bunlar, neyin nesiydi böyle? o zamanlar adları bilinmeyen taş gibi şarkılar diye bir başlıktan da haberdar değildim sevgili sözlük. hep o çok konuşmalarından şikayet ettiğimiz dj’ler bile söylememişti ismini şarkının ve grubun. belki yeniden çalar umuduyla radyo akşama kadar açık kaldı. daha sonra dinleyicilerin istedikleri şarkıları çalan bir yayın başladı ki, hayatımda ilk defa canlı bir yayına bağlanmıştım bu vesileyle. * fakat problem şuydu ki, ne şarkının adını biliyordum ne de söyleyeni. dj’le aramızda saçma sapan bir diyalog gelişmişti:

    - ee ben bugün sabah 10 sularında radyoda çalan bir şarkıyı tekrar çalmanızı istiyorum
    + hmm adını bilmiyor musunuz şarkının?
    - ?! bilsem böyle demezdim heralde
    + nasıl bileyim ki şimdi, biraz söylemeye çalışsanız belki anlayabilirim
    - eöö sözlerini tam bilemiyorum ama, bir kısımını söyleyebilirsem melodisinden çıkarabilirsiniz belki
    ……there's a lot to be done ……..head is still young…

    birkaç başarısız denemeden sonra dj “belle and sebastian bu” dedi ve çaldı şarkıyı. hemen record düğmesine basıldı tabi ve daha fazlasını bulmak için çalışmalar başladı. o gün bu gündür de devam ediyor. eğer o yayını dinlemiş olanlar varsa, evet o bet sesli kişi bendim!

    entrye anı serpiştirmek de bu olsa gerek ama bu onlarla olan anılardan oluşan buzdağının sadece görünen kısmı..
  • az once konserlerindeydim bu adamlarin, uzerimdeki garip nese gitmeden sozluge aktarayim diyorum.

    dunyanin en kotu alt grubunu sectikleri icin onlari kinarken ben, birden karsimda gorunce butun negatif duygularim dagildi. hatta o kadar kotu ve bayik muzigin ardindan onlar bu kadar sahane olmasa da tanri gibi gelebilirlerdi bana.

    sahnede 12 kisi caldilar. konser degil sovdu zaten, solist stuart murdoch konserle es zamanli kendi kendine stand up yapti. muzigi duymasak, performansi sallamasak isik gosterisi delirtirdi zaten insani, cok cok guzeldi, cok renkliydi.

    ilk once ilk sarkida oturmali mi bu salon boyle, bu ne ayol diye herkesi ayaga kaldirdi stuart murdoch, tum konser de oyle gitti rahat ettik. cunku bu amerikalilar anlamiyor konserden monserden, biraksan oylece otururlar. sonra kadinlarin makyaj malzemelerine soylendi, ozellikle de maskaraya. siradaki sarkida da asagidan bi kizi tutup sahneye cikardi, o sarki soylerken kizcagiz onun gozlerine maskara surdu gozunu cikarma korkusuyla da olsa. sonra dun burda maraton vardi di mi deyip arka taraftan beyzbol toplari cikardi, cocuk var mi cocuk diye hepsini tespit edip balkon katlarina top firlatti, sonra bi daha sonra bi daha... siz benim sizi gormedigimi mi saniyorsunuz diye gordugu herkese hop naber falan dedi. sahneden asagi atlayip salonun heryerini gezdi ve 6 tiple birlikte sahneye dondu. hepsi de neseli ergen, o kadar sirinlerdi ki sanki ozellikle secilmis. bir sarki boyunca onlar sahnede dansetti, grup arkada caldi. ama sanirsiniz grubu degil onlari izlemeye geldik, resmen azdilar, cok cok neseli bi andi, nese diye ben buna derim. sonra hepsini yanina cagirip boyunlarina tek tek madalya takti. super de dansediyor, erlend oye dansi gibi ama onun biraz daha normali. ondan da surda bahsetmistim: #19344478

    bunlari belle and sebastian'in nasil neseli, renkli, enerjik, mutluluk verici oldugunu vurgulamak icin anlattim tabii. muzik, sound, performans zaten hepimizin bekleyecegi uzere inanilmazdi. ama konserde her sey muzik degildir ya, her konser cok ozel olsun istersiniz ya, belle and sebastian konseri oyle iste.

    hem tam zamaninda, taptazeyken i want the world to stop dinlemis oldum , daha ne olsun.

    konserde o kadar alistim ki adamlara, biterken 'eee ben simdi sizinle arkadas oldum gayet, yarin gorusmeyecek miyiz yani?' diye dusundum. bazen konserlerden sonra gercek hayata donmek zor oluyor. bu gece resmen uzerimden gitmesini hic istemedigim bir nese aldim bunyeye, sirf bu yuzden bile tesekkur ederim onlara.
  • genel olarak son albüm the life pursuit hakkında yazdığım bir yazı olsa da buraya koymakta fayda görüyorum.
    biri bana gelip belle & sebastian’ı tek cümleyle tarif etmemi isterse eğer şu uzun cümleyi kurardım; 'bütün kötülüklerle ve zalimliklerle bezenmiş bu sorunlu dünyada,daha ruhunda ve bedeninde kötülüğün izi bulunmayan,saf ve naif olan ve böyle kalmak isteyen;içinde mutlu bir hüzün barındıran küçük bir çocuğun hissettikleri' derdim.

    evet, belle & sebasitan bende sürekli şu sorunun cevabını aramaya iten bir ruh hali oluşturmuştur; 'bu müzikte mutlu bir hüzün mü var, yoksa hüzünlü bir mutluluk mu?'.-bir nevi mona lisa tablosunun müzik hali-. sanırım bunun cevabını bulunca ben de belle & sebastian dinlemeyi bırakacağım.şu an eğer onları hala dinlemeye devam ediyorsam, tahmin edeceğiniz üzere; grubun son albümünde de bu sorunun cevabını bulamadım demektir. ve evet; "the life pursuit" karşımızda.

    ismini fransa'da gösterilen bir çocuk dizisindeki; çocuk ve köpeğinden alan belle & sebastian tam bir müzik ordusu. solist ve aynı zamanda o güzel şarkı sözlerinin sahibi stuart murdoch’ın lideliğinde ilerleyen bu yedi kişilik grubun müziğinde popun yanı sıra, yer yer folk rock ve soul etkisi de hissedilmekte. belle & sebastian’in dikkat çeken yönlerinden biri de şarkı sözlerindeki ayrıntılı anlatım. bir söyleşide; inancım ve şarkı yazmak benim hayattaki en büyük desteğim diyen stuart murdoch, aynı anda hem duygusal, hem de komik şarkı sözleri yazabilme yeteneğine sahip. her şarkıda bizlere başka başka karakterlerin kısa hayat hikayelerini, bol tasvirli bir şekilde anlatıyor. geçtiğimiz sene bir müzik dergisi tarafından düzenlenen ve müzikseverlerin oylarıyla belirlenen iskoçya’nın en iyi grubu anketinde birinci olan belle & sebastian son 10 yılın en iyi pop-chamber pop,alternatif pop- gruplarından biri. daha sonra çıkacak benzer pop gruplarına da ilham kaynağı olmuş ve olmaya devam ediyor.

    grubun hikayesi solist stuart murdoch’ın 90 ların başında glasgow'dan londra'ya gittikten sonra umduğunu bulamayıp,tekrar glasgow’a döndükten sonra kendini bulmasıyla başlıyor.üniversiteye başladıktan sonra şarkı sözleri yazmaya başlayan stuart’ı ve grubun diğer altı üyesini biraraya getiren yer ve tarih ise; 1995,glasgow’daki bir cafe. grubun kurulumasıyla başlayan bu süreçte grup elemanlarının düşüncesi fazla popüler olmadan ufak bir proje olarak ilerlemek ve grubun kendi hayatlarını engellemesine izin vermemekti. zaten içten içe hepsi bir iki albüm yapıp dağılacaklarını düşünmektelerdi. fakat debutları "tigermilk" in çıktığı 1996 da, ingiltere’de bir anda patlaması; bunun basit bir okul projesi olarak kalmasını engelledi. öncelikli olarak ”the state i am in” ve “she’s losing it” gibi harikulade iki şarkıyı barındıran albümün tüm kopyaları tükendiği için 3 sene sonra tekrar basılacaktı. ardından aynı yıl çıkarttıkları "if you're feeling sinister" in atlantiğin öteki yakası birleşik devletler tarafından da iyi tepkiler alması onlara amerika turnesi bile yaptırtmıştı.bu ilgiyi de fazlasıyla haketmekteydi, zira ben dahil bir çok insana göre bu, grubun en iyi albümü olarak nitelendiriliyor.10 şarkıdan oluşan ve hepsi de birer hit olma potansiyeli taşıyan albüm,biz müzikseverleri “get me away from here i’m dying” dinleyerek bulutuların üzerine çıkarttıktan sonra ağlatıp, gözyaşlarımızın yağmurla birlikte yeryüzüne inme şansını vermiştir. bir yıl sonra; çıkartıkları "dog on wheels","lazy line painter jane" ve "3.. 6.. 9 seconds of light" ep'leri grubun eski kayıtlarından oluşmaktaydı ve müzik otoriteleri tarafından oldukça iyi yorumlar almışlardı. belle & sebastian hızını kesmiyordu ve 98'de grubun en iyi albümlerinden "the boy with the arab strap" i müzik piyasasına kazandırdılar. oldukça elektronik etkileşimli olan ”a space boy dream”, ilk albümdeki “electronic renaissance” ile birlikte, şu ana kadar belle & sebastian’ın yaptığı en farklı şarkılardan biri olarak dikkati çeker. bir diğer öne çıkan şarkı ise “sleep the clock around” dur. 2000 de grubun kısmen vasat kayıtlarından "fold your hands child, you walk like a peasant" ın yayınlanmasıyla ufak da olsa bir hayal kırıklıgı yaşanmıştır, zira “i fought in a war” dışında pek de dikkat çeken şarkı yoktur albümde. tüm bunların ardından grubun bassisti stuart david’in solo projesi looper’la ilgilenmek için grubtan ayrılmasından sonra kan kaybına uğrayan belle & sebastian, 2001 de;"jonathan david" ve "i'm waking up to us" adlı iki ep ve 2002 de todd solondz filmi olan "storytelling" için yaptıkları soundtrack albümünü yayınladılar. bu albüm için çıktıkları kuzey amerika turnesinde gruptan ayrılan biri daha vardı; viyolonsel çalan isobel campbell. grubun kurucularından stuart david’in vedasından sonra gelen bu ayrılık da grubun sonraki albümlerinde fark edilir derecede hissettirir kendini. 2003 e gelindiğinde ise grubun ‘orta ayar’ olarak nitelendirebileceğim kayıtlarından, 6. stüdyo albümleri "dear catastrophe waitress" piyasadaydı. o dönemde popüler olan tatu’nun prodüktörü trevor horn ile çalışan grup, aynı yıl dünya turnesine çıktı.

    çıktıkları günden itibaren fazla göz önünde bulunmayı sevmeyen ve sadık bir fan kitlesine sahip olduklarını sık sık dile getiren grup, bünyesinde röportajlar ve konser görüntüleri de içeren dvdleri “fans only”yi de işte bu müptelalıları için hazırladılar. müzik piyasasına adım attıklarından itibaren bizi kendine mahkum eden belle & sebastian, stüdyo albümü çıkartmak için ilk kez bu kadar uzun süre beklediler. geçen seneyi de,yine gözlerden uzak bir şekilde, 25 şarkılık derlemelerini yayınlayarak geçiren belle & sebastian yaklaşık 3 sene sonra yedinci albümleri "the life pursuit" le bizi selamlıyor. aynı zamanda beck’in de prodüktörü olan tony hoffer’le birlikte los angeles’ta kaydedilen albüm, ”dear catasrophe waitress” albümünün rough trade’den çıkmasından sonra, diğer albümleri gibi tekrar matador records etiketiyle piyasaya sürüldü. albümde yine aynı alışık olduğumuz belle & sebastian sound uyla karşılaşıyoruz,fakat bu sefer sanki duyduklarımız biraz daha neşeli ve net geliyor kulaklarımıza. yani en azından şunu söyleyebilirim; ”high fidelity” de agresif ve komik adamımız jack black’in, belle & sebastian şarkısı “seymour stein” için yaptığı ‘iç karartıcı’ yorumu ,bu albümde fazla hissedilmemekte. kimileri grubun çıktığı günden beri sürekli benzer albümler yapmasından pek hoşnut olmasalar da yukarıda sorduğum sorunun cevabını bulana kadar bu müziği dinlemeye devam edeceğim. tamam, başlarda "tigermilk" veya "if you're feeling sinister" tadı vermiyor ama dinledikçe bizi de içine alarak ilerleyen ve bahar havası yaşatan bir albüm.

    albüm kısmen sakin "act of the apostle" ile açılışını yapıyor. stuart murdoch’ın sakin ve huzurlu vokalini duyduğumuzda yine anlamsız bir gülümseme buluyoruz yüz ifademizde. ardından gelen ve hafiften country havası hissettiren "another sunny day" de grubun bayan üyesi sarah martin’in yaptığı geri vokallerin katılmasıyla bu huzur katlanarak devam ediyor ve iki sevgilinin hikayesini dinliyoruz. albümün dikkat çeken şarkılarından olan "white collar boy" ve "blues are still blue" geliyor ardından."the blues are still blue" nın komik sözleriyle karşılaşıyoruz bakın neler diyor;
    well look at the kid from school/ he's teaching mamas and papas how to be a little cool/
    he's changing fashion, the way he dress/ the tracksuits are old, and the hoody's way too moody/
    for the kid with the will to funk/ he dances in secret; he's a part-time punk.

    albümün melankolik şarkılarından "dress up in you" da stuart ın ve sarah’ın vokaline trompet ve klavye uyumlu bir şekilde eşlik etmekte. "the blues are still blue" tadında "sukie in the graveyard" da da komik satırlar dikkatimizi çekiyor. şarkı,mezarlıkta takılan küçük bir özgür kız çocuğunun evden kaçmasından bahsediyor ve oldukça melodik bir yapısı mevcut. ”song for shine” da ise funky klavsen karşılıyor bizi.

    albümün kanımca en iyi şarkısı-ki single olarak da bunu seçmişler-"funny litlle frog". albümde stuart ın vokalinin en net geldiği şarkı olmasının ve gitar riff inin payı büyük bunda. tutkulu bir aşkı anlatan şarkıda, aklımızın ucuna gelmeyecek övgüler sıralanmış sevgiliye.
    "to be myself completely" de ise bu kez stuart murdoch geri vokallerde eşlik ediyor gitarist stevie jackson'a. kemanlardaki hüzün de ayrı bir güzellik katıyor şarkının gidişatına. gayet güzel bir bass line üzerinde ilerleyen ve flütle ayrı bir hava alan "for the price of a cup of tea", bir fincan çay fiyatına neler alabileceğimize değiniyor. bizi yine günlük sıradan sorunlarımızdan koparıp, ayrı bir boyuta sokan albümün kapanışı, stuart murdoch in ekolu vokalleriyle süslenen ve adını londra’daki bir istasyondan alan "mornington crescent" ile oluyor. belle & sebastian yine aşırı hassas ve kırılgan, lütfen onları incitmeyelim.

    11 seneye 7 albüm ve birçok ep sığdıran ve yoluna emin adımlarla devam eden belle & sebastian, durum onu gösteriyor ki bu albümüyle de uzun süre kulaklarımıza ve ruhlarımıza iyi gelecek. türkiye'ye gelmek istediklerini söyleyen fakat bu güne kadar teklif eden olmadığı için gelemeyen belle & sebastian’ı en yakın zamanda ülkemiz topraklarında görmek istiyoruz,yüzümüzde ağlamaklı bir tebessüm bırakmaları için.
  • sahneye 14 kişi cıkan,insanlarla devamlı muhabbet halinde,elemanlarının hepsinin herseyi calabildigi bir grup..bi bakıyorsun piyano calıyo bi bakıyorsun flutu kapmis sonra da ayaklanmıs gitar calıyo..arada sarki soyluyo..sahnede hep bir hareket,kalabalıktan kaybolan enstrumanlar,sarkı sozlerini unutup bi dakka neydi diyip sarkıyı durduran elemanlar,sozlerini bilmedikleri sarkıları cover yapmalar..komik ve eglenceli grup belle and sebastian
  • 28 haziran 2013 tarihinde istanbul'da konser verecek olan grup.

    http://www.belleandsebastian.com/…l-escape-to-music
  • bazı insanlar vardır, yüzünde hafif bir tebessüm ama en fazla tebessüm, olması gerektiği kadar mutluluk. hep baharın ılık rüzgarları eser saçlarında. belle and sebastian tam da böyle bir gruptur işte. hiçbir şeyin en iyisi değil belki, en zengini ya da en güçlüsü değil ama en mutlusu olan. dinleyebilmek bizler adına bir şans.
  • yagmurlu gunlerde dinlendikce daha da sevilen sarkilari yaratan grup.
    ozellikle 'don't leave the light on baby' insani hem gulumsetir hem uzer.
    kimi sarkilari da dehset eglenceli olur.
    'a space boy dream'deki iskoc aksani bile insani hayran etmeye yeter.

    'it's been a bloody stupid day
    my baby called me up to say
    don't call me love, don't call me
    it's not all she said'
  • gok yuzunden cilek yagiyor, krem santi bulutlarin arkasinda ki gunes teletubbies gunesi.
hesabın var mı? giriş yap