hesabın var mı? giriş yap

  • yaşım 27, boy 178 kilo 78.

    meslek:genel cerrah

    gidilecek tatil yeri: doğu karadeniz

    aranan özellikler: bol su tüketmesi, daha önce böbrek rahatsızlığı geçirmemiş olması, pek kimsesi olmaması.

  • ingiliz satranç ustası nigel short'un cinsiyetçi söylemi.

    yalnız londra’daki casual satranç kulübünün işletmeciliğini yapan amanda ross, nigel'e iyi ayar vermiş:

    “kadınlar eski satranç şampiyonu judit polgar, klasik oyunlarda nigel short’u beş kez yenip, üç kez mağlup olmuştu. beş kez de berabere kalmışlardı. polgar o karşılaşmalara erkek beynini getirmiş olmalı. umarım o günlerde nigel otomobilini park etmeye çalışırken kaza yapmamıştır”

    haber linki

    debeci geldi: manyak mısınız la? gazete haberinden debe mi olur? cinsiyet ayrımcıları sizi.**

  • eskiden ne kadar pis oldugunuzu gosterir. nedendir bilinmez ama bir toren seklinde pazar gunleri anne sinirli bir sekilde eline gelen herseyi bir daha yikar, banyoya girilir, daha gunes batmadan isik acilir; ki igrenc bir duygudur, banyodan cikilir, kardesl/abla ile kavga edilir, sonra "olacak o kadar" izlenir ailecek, gulunur. ne aciklidir bunlar simdi dusununce, biraz da ic kararticidir. (bkz: anılar)

  • her şey bir yana, şunu yazmadan geçmek istemedim:

    saha içinden izledim konseri; sanırım toplamda otuz bine yakın insan katıldı. genç bir kadın olarak ne girişteki sırada, ne içerdeyken herhangi bir anda, ne de dönüş yolunda bir an bile normal şartlarda artık gece taksim’e çıktığımda yaşadığım güvensizlik ve tedirginlik hissini yaşamadım. sadece kadın olmakla ilgili bile değil; insanların dip dibe müzik dinlediği o ortamda acaba cebimin kenarından cüzdanım, telefonum çalınır mı vs gibi şeyleri bile hiç düşünmediğimi fark ettim.

    yanımdaki insanlarla sohbet edebilmek kolaydı, millet birbirine yanından geçerken gülümsüyordu, sıra beklerken kimse kimseyi sıkıntıya sokmaya, ezmeye vs çalışmadı. öne geçmeye çalışan çakalları bir kenara bırakırsak (o kadar da olsun), epeydir hissetmediğim bir iyilik ve medeniyet dalgasının içindeydim.

    öyle güzel bir kalabalık, öyle ışıklı bir topluluktu.

    umarım haklısındır harun, umarım bu ülkenin yarını artık bizlerizdir. içimiz umut doldu, emeklerinize sağlık.

    debe editi: çok güzel insanlarsınız yahu, hayallerimiz umutlarımız ortak. şukulayan elleriniz dert görmesin. çok teşekkürler :)

  • zenginler için üretilen hiç bir ürünün fakirler icin mantıklı açıklaması yok zaten.

    yani senin termos ihtiyacın varsa 100-150 tl lik olanlara bakacaksın; bim'den decathlon'dan falan.
    bunu da zenginler alacak.

    reno, fiat varken bmw veya mercedes almanın mantıklı açıklamasını da sorgulayamayız mesela.

  • [ilk fularsız tavsiyem bu şahane bilimkurgu]

    insanın ömrünü uzatan şeylerden ilki zeytinyağı, ikincisi de blade runnerı sevmeyenlerle film tartışmamak. diktatör olsam, vize başvurularında bu filmden sahneler sorardım, o kadar seviyorum. dolayısıyla esinlendiği kitabı okumam farzdı.

    do androids dream of electric sheep, filmden epey farklı olduğu için, kıyas yapmak yerine kitaptaki ilginç fikirlere odaklanayım:

    1) insanların çoğunun mars'a göçtüğü, hayvanların çoğunun da soylarının tükendiği radyoaktif bir dünyadayız. kültür, geride kalan az miktardaki "hayatı" koruma üzerine gelişmiş. bunu empatiyi yücelterek yapıyor. mesela en yaygın dini ibadet, sanal gerçeklik yoluyla isa benzeri bir figürle birleşmek ve acısına ortak olmak.

    hayvan beslemek bu yüzden teşvik edilen bir şey. empatinizi göstermenin bir yolu. fakat gerçek canlı hayvanlar çok pahalı olduklarından, çoğunluk sentetik-robotik hayvan besliyor. esas oğlan deckard'ın da böyle bir koyunu var (electric sheep).

    --- spoiler ---

    2) burada ilginç bir ikiyüzlülük gözüküyor: empati ambalajının içinde, gerçek hayvan sahibi olmanın kazandırdığı sosyal statü saklı. deckard bu yüzden koyununun gerçek olmadığını herkesten saklıyor. ona "bakıyor" ama ondan nefret ediyor; tek derdi gerçek bir hayvan alabilmek. bizim gibi belli bir köpeğe veya bal porsuğuna empati duymuyor, onun yerine genel olarak "hayvan sahibi olma" fikrine hayran.

    3) deckard'ın koyunuyla olan ilişkisi, bir kelle avcısı olarak avladığı ("emekli ettiği") kaçak androidlerle olan ilişkisine paralel: androidler empati duymayı beceremedikleri için, o da onlara karşı empati duymuyor ve onları kolayca öldürebiliyor. kullandığı turing testi benzeri test, aradaki bu empati uçurumunu ölçüyor.

    fakat uçurum sandığı kadar geniş değil, kendi de sandığı kadar insan değil. yeni nesil androidlerle karşılaştığında bunu anlıyor. onlar da hayatta benzer bir anlam arayışı içindeler, aynı soruları soruyorlar. belki onlar da bir hayvan sahibi olup ona bakmayı düşlüyorlar (do androids dream of electric sheep?)

    ***

    4) kitabın ortalarında, filmde olmayan mükemmel bir sahne var. deckard'ın ikinci polis istasyonuna gittiği sahne bu. birkaç satırda tüm gerçeklik alt üst oluyor. buradaki bir karakter üzerinden, sadece androidlerin insanlara giderek benzemediği, empati yoksunu olan insanların da androidlere benzedikleri işleniyor. blade runner'daki android şirketinin sloganını hatırlayın: more human than human

    5) deckard'ın bu noktada düştüğü kimlik bunalımının, toplumsal bir paraleli de var. ikinci ana karakter olan isidore, radyoaktivite yüzünden aptala dönmüş (chickenhead). bunun gibi tipler toplumda bir alt kast oluşturuyorlar. mars'a göç edip oranın gen havuzunu kirletmeleri yasak. sadece dünya'daki ayak işlerini yapmalarına izin var. sözde empatiyi yücelten kültür, bu insanlara köpek muamelesi yapıyor.

    6) burada çift katlı bir ironi var: isidore'un arkadaşlık kurabildiği tek kişi kaçak bir android. zor bir arkadaşlık bu ama isidore yalnız olmamaktan o kadar memnun ki, hikayedeki en empatik ve yardımsever karakter o. bu "eksik" insan, deckard'dan daha insan.

    7) giderek belirsizleşen insan-android ayrımına paralel olarak, organik-inorganik ayrımı da anlamsızlaşıyor. hikaye bunu "kipple" dediği, giderek artan çöp yığını kavramı üstünden işlemiş. bu çöp, önceleri, dünyanın terkedilmişliğini ve ölümünü sembolize ediyor gibi gelmişti bana. ama sanki canlı birşeymiş gibi, bir ekosistemmiş gibi sunuluyor giderek. çöpün arasında "evrim" devam ediyor, canlılık yeni formlar alıyor. en sonda, "doğada" bulunan kurbağanın mekanik çıkması, bu değişimin sembolü. işin ilginç tarafı, deckard hayvanın organik olmamasını umursamıyor. eskiden robot koyunundan nefret eden bu adam, artık bu kurbağaya samimi olarak bakmak istiyor.

    9) bu değişimin anlamını görmek için, yaygın din olan mercerism'in geçirdiği değişimi de düşünmek lazım:

    bu dinin uydurma olduğu, mercer'in bir sahte peygamber olduğu, bir noktada tartışmasız biçimde kanıtlanıyor. fakat insanlar yine de dinden soğumuyorlar. aksine, deckard hem hala mercer'le ruhsal birleşme gerçekleştirebiliyor, hem de bunu eskisinden çok daha derin biçimde yapabiliyor (sanal gerçeklikle gerçek arasındaki duvarı yıkacak kadar derin bir bağ). bu, insanın ruhsal ihtiyacının ve empati yeteneğinin derinliğini gösteren bir alt-hikaye.

    gri tonlarıyla dolu bu yolculuğu, deckard daha önce hiç olmadığı kadar insan olarak bitiriyor.
    --- spoiler ---

    ***

    not: alacak parası veya indirecek bilgisi olmayanlar sözlükten erişsinler. çaylaklarsa da emailden (immanuel.tolstoyevski at gmail) veya twitterdan veya blogdan mesaj atsınlar, epub formatında yollayabilirim ingilizcesini.

    not 2: ingilizcesi burada. dili zor değil, az biraz biliyorsanız pratik olmuş olur. cikletsakiz isimli yazar sağolsun, türkçesi de burada

  • benim çok sevdiğim arkadaşımdır.

    turgut özal zamanında bulgaristan'dan ailesiyle birlikte göçüp gelmiştir buralara.

    maddi imkansızlıklardan dolayı liseye başlayamaz ve kaynakçı çırağı olarak bmc'ye girer. bir kaç sene sonra sonra bmc'de kaynakçı olarak çalışırken liseyi açıktan okumaya başlar. liseyi bitirdikten sonra üniversite sınavına girer ve 2 yıllık makine bölümünü kazanır. ailesi "sen artık çalışma, okuluna odaklan. biz seni okuturuz" diyerek ellerinden gelebilecek en büyük desteği verirler.

    2 yıllık makine bölümünü başarıyla bitirdikten sonra, dikey geçiş sınavına girer ve dokuz eylül üniversitesi makine mühendisliği bölümünü kazanır. işte üniversiteye girdiği sene 25 yaşındadır bu ellerinden öpülesi arkadaş.

    peki sonra ne mi oldu? mezun olduktan sonra askere gidip geldi ve kaynakçı olarak girdiği bmc'ye mühendis olarak geri döndü. daha sonra isveç'te yaşayan başka bir bulgaristan göçmeni kız bulup evlendi. şimdi isveç'te ikamet etmekte olup volvo'da çalışmaktadır.

    aklıma suriye göçmenleriyle bulgaristan göçmenlerini kıyaslamaya çalışan şorololar geldi de... neyse lan gülüp geçiyorum.

    edit:başlıktaki yeniden yazısını anca farkettim. neyse dursun şu ibretlik hayat hikayesi.

  • gittim kıtaya teslim oldum. kıta dediğim de askeri hastane. verdiler nizamiyeye takılıyorum. haftada bir de nöbet tutuyorum. nöbetlerde gazete dergi ne varsa yığıyorum masaya. ammde ömer diye bir çocuk var. gündüz uyuyup gece sabaha kadar nöbet tutuyorlar. alarm verilirse gidip müdahale ediyorlar falan fıstık. ömer gazeteyi katlayıp kenara koymamı bekliyor. koyar koymaz şıp diye damlıyor. "komtanım gazeteyi alabilir miyim?"
    ulan diyorum arka sayfa güzeline bakıp attıracaklar.
    sonra fark ettim ki ömer parmağıyla takip ederek manşetleri okumaya çalışıyor. çağırdım ömer'i. anlattı hikayesini. diyarbakırda yaşıyormuş. ana baba yok. halası büyütmüş. dağda çobanlık yaparmış. köyünden ilk defa askerlik için çıkmış. bizim insan sarrafı bölük komutanı da nizamiyeden girmeden anlamış ömer'in halini. gerekli tedbirleri de alıp ali mektebine yazdırmış. ömer gündüzleri okulda geceleri nöbette. okul öyle çok yoğun değil ama çat pat okumayı öğretmiş. o günden sonra ben de ömer'i her nöbette çalıştırmaya başladım. kâh okuyoruz kah matematik çalışıyoruz. günler gelip geçiyor. bir gün yine nöbette ömer benim kupaya 3ü bir arada kahve koymuş getirdi. bıraktı önüme. "komtanım bugün er maaşımı aldım da".
    kendine neden yapmadın lan dedim. "borcum vardı onu ödedim, bi paket sigara aldım. kalan param da ancak buna yetti"demesin mi? çekmeceden bir tane çıkarttım verdim buna. sittir git kendine bi kahve yap da gel dedim. o sıcak suya gidince toparladım kendimi. aldı geldi kahvesini. sohbet ettik. kahve bitince gazeteyi aldı gitti.
    bizim komutan bunu kalorifer kazancısı yaptı sonra. en son sivilde de kapıcılık yapıyordu ömer. 3 çocuğu vardı. sonra görüşemez olduk. kardeşim benim.

  • daha birinci sınıfın ikinci haftasında önündeki kıza "sevgilim" diyen çocuğu kızın öğretmene şikayet etmesi, öğretmenin öğrenciyi çok feci dövmesi akabinde çocuğun "sevmek günah mı?" diye bağırarak ağlaması.

  • duygularımızı ifade edebilmemizi sağlayan merkez. buraya hasar verildiğinde karar verme mekanizmasının da bozulduğunu ve doğru kararlar verilemediğini bulmuşlar (fareler ve doğumda beyni zarar gören çocuklar üzerinde yapılmış çalışmaların sonuçları).