hesabın var mı? giriş yap

  • galatasaray'in golcüsüdür. ama gol atmasi icin belli sartlarin olusmasi gerekmektedir.
    -top defansin arkasina sarkacak,
    -burak ofsaytta olmayacak,
    - kaleyi direk karsidan görecek,
    - top ayagindan acilmayacak,
    -gününde olacak.

    bütün bu sartlar olusursa, %50 ihtimalle golu atabilir kendisi.

  • “ülkece kafayı yedik” cümlesi kadar sinirlerimi bozan başka bir cümle yok. sabah akşam ucube tipleri takip edip, sonra onları sözlüğe taşıyıp “sonorom ölköcö kofoyo yödök” diyen 10 iq insanlar sinirimi bozuyor.

    milyonlarca sosyal medya kullanıcısı var, senin seviyen bu olduğu için bunları takip ediyorsun. ayrıca milyonlarca insan arasında illa birileri kafayı yemiş olabilir. biz buna dahil değiliz, sen dahil olabilirsin.

  • %100 çalışan bir tekniği açıklıyorum.

    kız denizde yüzüyor diyelim hemen ağzınıza bir sigara koyup sigarayı ıslatmadan suya girin. çenenize kadar suya batın, kıza usulca yaklaşıp

    -pardon ateşiniz var mı diyin

    kız o dakka size vermezse gelin beni bulun

    (bkz: at fav'a bekle)

  • artık halkın arasında olmaması, sokak jargonundan, gençlerin esprilerinden uzak olması nedeniyle eskisi kadar güldürmüyor. kendi kısıtlı arkadaş çevresinde, elit zevklerin içinde yaşarken halka inmesi zorlaşıyor. onun işinde üretkenlik için gözlem şart ama artık o şansı pek yok.

  • gezi parkında ilk gün polisin yüzüne gaz sıktığı kırmızılı eylemci kadın, tomanın önüne geçip kollarını açan eylemci kadın, başbakana "soru soran" muhabir kadın, başbakana gezi toplantısında hesap soran sendikacı kadın, göstericilerle eylemcilerin arasına girenler kadın, gazdan gözümü açamazken elindeki sütle yanımda bitiverip "ister misin?" diye soran kadın, kadın, kadın.

    diğer yandan, başbakan erkek, içişleri bakanı erkek, vali erkek, yiğit bulut erkek, rok erkek, fatih altaylı erkek...

    delikanlı edebiyatı parçalayan çok tırt var, bir sorunumuz da bu.

    buradan pembeye, çiçeğe, gözyaşına, ana kucağı şefkatine bin selam olsun! gelecekte yeşerecek filizin tohumu sizden toprağa serpilecek.

  • yukarıda parça parça yazılmış. ben birleştireyim.

    soğuk sıkım tanım olarak tek bahçeden, erken hasat zeytinin yere düşmeden, beklemeden toplanarak taş değirmende çekirdekleri ile birlikte öğütülerek daha sonra hasır çuvallarda ezildiği bir yöntemdir. bu yöntem kullanılırken verilen su 27 dereceyi geçmez. geçerse soğuk sıkım olmaz. bu yöntemle üretilen yağ hasırların arasından sızdığı içi sızma zeytin yağı olarak da adlandırılır.

    bu yöntem fabrika üretimine uygun değildir. zira soğuk sıkım ilk mahsüldür ve bu kadar mahsülü toplayıp bundan endüstriyel olarak yağ üretecek bir yöntem yoktur. soğuk sıkım ancak geleneksel ve küçük çaplı üreticilerin gerçekleştirebileceği bir yöntemdir. şöyle ki: soğuk sıkım bir mahsülün başka mahsül ile karışmadan üretildiği, hemen sıkıldığı bir yöntemdir. dolayısıyla birçok mahsülün karıştığı, bekletildiği ve seri olarak üretildiği bir sistem soğuk sıkım değildir. ürünün nefaseti değişmektedir.

    bir diğer unsur ise ısıdır. 27 derece üstü ısıtılarak üretimi yapılan zeytin yağları antioksidan özelliğini yitirir ve aslında zeytinyağı olmaktan çıkar. soğuk sıkım zeytinden daha az yağ almak anlamına gelmektedir. ısı yükseldikçe mahsülden alınan yağın oranı artar. kalitesi düşer. soğuk sıkım ilk mahsülden sıkma ile yağ çıkarmak olduğu için, bir fabrikanın soğuk sıkım yapabilmesi için binlerce bölgeden tek tek ilk mahsülü alması, bunu da geleneksel yöntemlerle soğuk olarak sıkması gerekmektedir. bu maliyet açısından mümkün değildir. dolayısıyla sızma zeytinyağı endüstriyel bir ürün değildir. üretimi buna müsade etmez.

    zeytinyağı aslında bir meyve suyudur. taze sıkılmış portakal suyunu market raflarında görebilir misiniz? göremezsiniz! işte market raflarında gördüğünüz sızma natürel 0.5 asitli zeytinyağları da aslen soğuk sıkım natürel sızma zeytinyağı değildir. karışık mahsülden elde edilen, fabrikada 200+ derecelerde ısıtılarak hacmi arttırılmış ve asidi düşürülmüş yağlardır. zeytinyağının faydalı özelliklerini taşımazlar.

    ne yapmalı?

    küçük, yerel, bildik ve geleneksel yöntemler kullanarak üretim yapan üreticiden almalı. bunu yaparken de hijyen koşulları iyi araştırılmalı. plastik, açık bidonlardan uzak durulmalı, yol kenarı, güneş altı satıcılarından uzak durulmalı. mümkünse kapalı tenekelenmiş temiz ürünler tercih edilmeli.

    ayrıca (bkz: #71440011)

    not: ayvalık. hamdibey - çınarlıcami - yenihamamyanıspor.

  • şak diye yapıştırdı tokadı.helal olsun bu kızlara.

    bizim ülkemizin en güzel ışığı kadınlarımız.birbirimize böyle destek olup yücelttikçe kimse türk kadınını yıkamayacak.

  • 1982 yılına göre oldukça etkileyici efektler içeren john carpenter klasiği. carpenter, klasik korku filmlerindeki "sıradaki kim" sorusu yerine "hangisi insan değil" sorusu ile zihinleri meşgul eder ve sürekli olarak seyirciyi de tırstırmayı ihmal etmez. finali biraz zayıf kalsa de kesinlikle görülmesi gereken bir film.

  • diziyle ilgili eklemek istediğim bir bilgi:
    dizinin sonlarında harmon'ın, kiliseden gelen parayı reddettiği bir bölüm var. izlerken, 'niye böyle bir şey oldu ki?' diye kendime sordum, 'jolene'yi yüceltmek için' desek, değil. 'böyle bir açıklamanın altına imza atmıyor' desek, harmon'ın dizinin geri kalanında bununla ilgili bir derdini izlemedik ama peki karakterinden kaynaklı diyelim. yine de tam olarak oturmuyor. bunun nedenini diziyi bitirdikten birkaç gün sonra öğrendim.

    harmon'ın gerçek hayattaki karşılığı bobby fischer, rusyadaki turnuvaya giderken kilise desteğini alıyor ve turnuvaya yanında bir papazla gidiyor. fischer, harmon'a sunulan 'komunizm ve ateizmle savaşıyoruz' bildirisine inanıyor, rusları canavar ve düşman olarak görüyor. turnuva başlıyor, finalde fischer ve spassky karşılaşıyor, fischer, spassky'i yeniyor, hem de baya bi geriden gelerek yeniyor. spassky bunun üzerine, ayağa kalkıp fischer'ı alkışlamaya başlıyor, seyirci de spassky ile beraber alkışa katılıyor. fischer, bu durumdan o kadar etkileniyor ki, sahnede kalamıyor ve dışarı kaçıyor. daha sonra kendisine bu an sorulduğunda 'düşmanım olarak gördüğüm birinin bu davranışı bana çok fazla geldi' diyor. satrançta daha önce yaşanmamış bir an bu 'alkışlama anı'. fischer, bu andan sonra kendisinin de aslında amerikan hükümeti tarafından kullanılan bir piyon olduğunu anlıyor. hayatı boyunca satranç oynayan, master olan bir adam, piyon olduğunu fark ediyor. bu aydınlanma ona ağır geliyor ve şampiyonluğunu reddediyor, göz önünde olmaktan kaçıyor, en sonunda da yurt dışına çıkıyor, 64 yaşında izlanda'da vefaat ediyor. queens gambit'te, harmon'a kilise teklif yaptığında, harmon'ın reddetme nedeni bu. harmon, fischer'ın pişmanlıklarını yaşamayacak. yazar, fischer'ı, harmon üzerinden kefaretle buluşturuyor.

  • dogma 95 hareketinin kurucularından biri olan thomas vinterberg'in en son filmidir.
    başrolünde oynayan mads mikkelsen ile 2012 yapımı jagten filminden bu yana ikinci defa bir araya gelen ikili, yine harika bir iş çıkarmış ki, oscar, bafta, golder globes, cannes, toronto gibi büyük, küçük bir çok festivalde 52 defa aday gösterildi ve seçkiye girdi.

    --- spoiler alert ---
    buradan sonra yazılanlar ciddi oranda spoiler içerektir.
    --- spoiler alert ---

    film temelde, belli bir seviyeyi aşmayan alkol tüketiminin dünyayı daha iyi algılamamızı ve aslında alkolün belli oranda gerekli bir şey olduğunun teorisini kendileri üzerinde deneyen bir grup lise öğretmeninin hikayesini anlatıyor.

    bir grup lise öğretmeninin öğrencilerle ilişkilerini, hayata dair boşluklarını ve genel depresif ruh halini bize tanıtarak başlayan film, orta sınıfın içinde sıkışıp kaldığı 'evden işe, işten eve' psikolojisini çok güzel hissettiriyor. yetmezmiş gibi karakterimizin ailesi ile iletişimsizliği ve gitgide yalnızlaşması izleyiciyi daha da büyük bir depresyona sürüklüyor.

    bu dört arkadaş, aralarından birinin* doğumgünü sebebi ile buluşup biraz eğlenmek istiyorlar, tam bu noktada ikinci aks ve kırılma yaşanmaya başlanıyor. yemeğin başlangıcında protagonist karakterimiz martin'in, bir çeşit orta yaş bunalımı ya da bir varoluş bulantısına girmiş son derece net hissediyoruz. hayatın ortasında sıkışmış, sıkıcı bir insan olmuş, keyif alamaz olmuş ve hissizleşmiş bir tavır ile seyirciyi olacaklara hazırlıyor.

    yemek devam ederken nikolaj, norveçli psikiyatrist finn skårderud’den ve onun teorisinden bahsediyor. bu teoriye göre, insanın vücudundaki alkol oranının düşük olduğunu ve bu oranın az üstünde alınacak promilde alkolün, bireyin daha yaratıcı ve keyif alabilir olacağından bahsediyor.

    bu teoriden ilham alan dört öğretmen, gün içinde az oranda alkol tüketip sonuçlarını gözlemlemek ve bunu hakkında bir rapor tutup, bir çeşit psiko-sosyolojik deney yapmaya karar veriyor. resmen bilimsel bir deney olma yolunda emin adımlarla yürüyen bu dört arkadaşın, beklenen şekilde bütün hayatları düzelmeye meyilleniyor. çünkü, alkolün rahatlatıcı ve sakinleştirici etkisi hızlıca kendini hissettiyor. öğretmenlerin çevresindeki insanlarla, eşleriyle, öğrencileriyle kurduğu iletişimin pozitif olarak değişmesi ile bu aniden değişimi gözlemleyebiliyoruz.

    bu noktadan sonra, yaptıkları deneyi biraz daha ileri safhaya taşımaya karar veren dört öğretmen, promil seviyesini arttırmaya karar veriyor. yönetmen filmin trajikomik faslının resmen başladığını izleyiciyi biraz gülümseterek ama bazen de gerginlik vererek ispat ediyor. öğretmenlerin alkol etkisiyle fazlaca neşeli olması, bir tatlı çakırkeyflik halleri güldürürken, tamamen yasadışı şekilde okul içinde gündüz vakti alkol tüketmeleri ve sürekli yakalanmaya ramak kalmaları izleyiciyi fazlaca geriyor.

    fakat deneyin üçüncü safhasına geçtiklerinde hikayelerinin trajediye doğru sürükleneceğini hissetsek de, engellenemez şekilde olaylar gerçekleşiyor. üçüncü ve son aşamada alkolün doruk noktasına ulaşarak bilincin kaybolması ve kontrolü tamamen bırakmak fikri yer alıyor. buna önce çekimser kalsa da, martin dionysos’un yoluna saparak, belki 'ne olacaksa olsun' düşüncesi ile belki de bir çeşit bağımlılık hali ile yeni bir boyuta geçiyor.

    varoluşçuların hayatı anlama üzerinde metotlarını ve söylemlerini yoğun olarak gördüğümüz filmde, yönetmen, varoluşçuk felsefesinin ilklerinden kierkegaard'a atıfta bulunmayı ihmal etmiyor. elbette bu tesadüfen yapılan atıf değil. kierkegaard'ın hareket etmenin ve sabit kalmamanın faziletleri üzerine söyledikleri ve kaygı, korku, endişe gibi kavramların hareket için en önemli tetikleyiciler olduğunu filmin dört kahramanı ve protagonist karakterimizin yolculuğunda açıkça görebiliyoruz. yürüyüş her zaman bir yere varmak için yapılmaz, bazen de varolmak için yürürüz. hareket ettiğimizce varoluruz.

    filmde kullanılan ikilemler, varoluşçuların çokça ilgilendiği bazı harika ikilemlerin yansıması olarak karşımıza çıkıyor. düzenli,sıkıcı bir hayat ve heyecan dolu, dengesiz bir hayat, apollon ve dionysos, risk ve garanticilik, kaygı ve koyvermişlik, kusursuzluk ve olduğu gibi kabullenme benzeri ikilemler, seyircinin gözü önünde inceleniyor. hangisinin daha doğru olduğu, yine vinterberg sineması şanına yakışır şekilde seyirciye bırakılıyor.

    finalde, artık kendini gerçekleştirmiş, hem ailevi hem profesyonel olarak istediği düzeye tekrar gelebilmiş bir martin görüyoruz. dionysos'un tarafına geçtiği için artık 'kusursuz' davranışlarda bulunmasına gerek kalmamış olsa gerek ki, filmin başından beri merak ettiğimiz caz baleti performansını nihayet filmin son anında görebiliyoruz. martin'in aslında hüzünlü olması gereken bir gündeyken, what a life? şarkısı eşliğinde umarsızca dans edişi ile varolmanın hafifliğini hissediyoruz ve kierkegaard'a bir kez daha hak veriyoruz.

    'kaygı, özgürlüğün baş dönmesidir'