hesabın var mı? giriş yap

  • -s!-
    pottermore'da verilen bilgilerle hikayesini tam anlamiyla ogrendigimiz ve rowling'e duyulan sayginin kat kat artmasina sebep olan adamin dibi.

    rowling'in karakteri yaratirkenki motivasyonu gercekten takdire sayan. rowling lupin'i yazarken hiv/aidsle yasayanlarin maruz kaldiklari ayrimcilik ve stigmadan ve toplum eliyle zorla itildikleri yalnizlik ve outcast olma halinden etkilendigini soyluyor. tipki bir hiv + gibi lupin de dislanma korkusuyla tibbi durumunu (harry potter evreninde likantrofi bir cesit enfeksiyon gibi tarif ediliyor.) gizlemek, is bulamadigindan yeteneklerinin cok cok altinda islerde calismak zorunda kaliyor. dahasi, kurtbogan iksiri gibi bir tedavi yontemi kesfedildiginde, tipki antiviraller ilk kesfedildiginde hiv pozitiflere oldugu gibi tedavi masraflarini karsilayamiyor bile. ote yandan kendine sans verildiginde butun ogrencilerin sevdigi bir ogretmen olabiliyor. durumu ortaya çıktığında ise toplum, basarisini ve yeteneklerini goz ardi edip onu istifaya zorluyor. en guzeliyse karsisina konan fenrir greybeck gibi bir psikopatla insanlarin karakterlerinin tibbi durumla alakali olmadigi, bir kurtadamin da tipki herkesin, tipki hiv pozitiflerin de oldugu gibi iyi ya da kotu olabilecegini gosteriyor.

    lupin'in kurtadam olusunun oykusune donersek. baba lupin dunya capinda taninan bir sihirli yaratiklar uzmanidir. voldemort'un yukseliste oldugu ve adam topladigi donemde sihir bakanligi buyulu yaratik ve varliklarin politik duruslarini ogrenmek ister ve uzmanlarin goruslerine basvurur. bu sirada oldurulen iki muggle cocugu konusunda greybeck'in ifadesi alinmasi soz konusu olur. ifade alinirken lupin de hazir bulunacaktir. greybeck'in lupin'e hakaret etmesi uzerine baba lupin butun kurtadamlarin canavar oldugunu ve oldurulmesi gerektigini soyler. bu kendi gorusleri degil toplumun genel gorusudur; ancak sinirle bunu soylemistir. daha sonra greybeck durusma salonundan kacar ve lupin'in soylediklerini diger kurtadamlara bildirir. birkac gece sonra da o sirada bes yaslarinda olan remus'u isirarak babasina verebilecegi en agir cezayi verir.

    babasi omrunun geri kalaninda sozlerinden pisman olur ve uzun yillar ogluna bunu anlatamaz. aile remus'un durumunu gizlemek icin kacak gocek bir hayati yasamaya baslar. hogwarts'a gelene kadar remus'un hic arkadasi olmaz. daha sonra da arkadaslarini teker teker kaybedecek, tam evlenip baba olduğundaysa oldurulecektir.

    remus'un acikli hayatinin en kotu yaniysa karisi tonksla birlikte harry potter evreninin en sikindirik olumune kurban gitmeleridir. oldukca onemli bu karakterlerin off-screen oldurulmesi bence bir ayiptir. tonks ve lupin'i kimin oldurdugunu bile rowling ozel olarak aciklayana dek bilmeyisimiz ( sirasiyla bellatrix lestrange ve antonin dolohov) kabul edilebilir bir sey degildir.

    remus lupin standart bir acilarin cocugu degil, derin bir karakterdir ve bu kadar sevdiğim birinin hiv+lerin yasadiklarini yansitmak niyetiyle yazilmasi da beni ayri bir mutlu etmistir.
    -s!-

  • ayrılan insanların yitirdiği en önemli değer, saygı oluyor. artık saygı duymadığım, önemsemediğim bir insanla yeniden yakınlaşmayı anlamsız buluyorum.

    eğer eski sevgilisiyle yeniden başlayacaksa insan, birbirlerine hala saygı duyup duymadıklarını iyi tartmalı. bunu açıkça konuşmalı. birbirlerini artık ne kadar önemsediklerini sorabilmeli.

    saygının olmadığı ilişkilerde laçkalık başlıyor. 7 kere ayrılıp 8 kere barışan insanlara dışarıdan baktığımda saygı duymuyorum, çünkü birey olarak kendilerine saygıları yok.

  • benim bu. üniversite yıllarıma kadar makarna ve menemen dışında pek bir becerim yok idi. kahvaltıda yağda sucuk kavurmaktan başka bir becerisi olmayan iki adamla eve çıkınca birden oktay usta'ya bağladım azizim. sabah kalkıyorum sucuk, akşam eve geliyorum menemen... 15 günün sonunda bakmışım 2 kg vermişim. yok dedim bu böyle olmayacak, bu iki andavalın şu ev menüsünde bir sik geliştireceği yok . gittim marketten yarım kg fasülye aldım. annemden görmüştüm, o bir gece önceden ıslatıyordu. gece yatmadan önce çocuk gibi heyecanlanarak suya koydum onları. okuldan gelmem ile birlikte heyecan ile mutfağa attım kendimi. bir yandan odaya gidip internetten tarifine bakıyorum, diğer yandan mutfağa koşup uyguluyorum. lan 45 dakika oldu, tüp harıl harıl yanıyor fasülye bana mısın demiyor. hala daha taş gibi. aradan bir 45 dakika daha geçti ve sonunda kuru fasülye halini almaya başladı. ilk deneme olmasından dolayı biraz kötü yapmışım ama sonraki denemelerimde muhteşem bir fasulyeci oldum ben. ilerleyen günlerde yanına pilav yapmaya falan da başladım, sonra mercimek çorbası, türlü, patates yemeği derken bir baktım annem gibi olmuşum.(tamamen abartı)

    yalnız dikkatimi çeken birşey oldu. alt tarafı bir fasülye yapacaz 90 dakikada ancak pişiyor. milangazın tanesi olmuş 55 lira. buna ne gaz dayanır, ne bütçe. meğersem bunun da teknolojisi varmış. tabi ne bilelim, aradım valideyi sordum. yav dedi o öyle zor pişer, sana evde kullanmadığımız düdüklü tencereyi yollayım daha kısa sürede pişirirsin. hah dedim anacım elini ayağını öpeyim yolla. düdüklü tencere teknolojisini öğrenene kadar 15 günde bir tüp bitiriyoruz. beşiktaş, milangaz patronu demirören zamanı o dört portekizli yıldızı türkiye'ye getirdi ya; hah işte o benim kuru fasülye yapmaya başladığım günlere tekabül eder.

  • + but you don't look like turkish
    - ay öyle miiiiiiiiiiiiiiiiiiii :)))
    + you look like an arab
    - yhaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaa

  • 93 harbinde(1878) ruslara yaklaşık 40 yıl kadar verdiğimiz yerlerdir buralar.
    2. abdulhamit dönemine denk gelir.
    bolşevik devriminden sonra osmanlıya hediye edilmiştir.
    kurtuluş savaşında ermenilerden geri alınmıştır.

    kısaca 2. abdulhamitin 40 yıl boyunca verdiği verler kurtuluş savaşında(bolşeviklerinde katkısı ile) geri alınmıştır.

    bizim elimizde tutmamız biraz şanstır. atatürk ve inönünün askeri ve diplomatik başarısıdır.

  • onbir, oniki yaşlarındayken arada annemle beraber gündeliğe giderdim. genelde büyük temizlik yapılacaksa ek yardım olarak. anneme beş veriyorlarsa bana da iki, üç verirlerdi. şimdi düşününce, çok küçükmüşüm ama erken gelişmiştim. bir de fakir fukaranın çocuğu pek çocuk olamaz. çocuk olmaya vaktimiz de paramız da yoktu. neyse bu bir başka entry konusu...ben aslında başka bir şey anlatacaktım;

    yine annemle gündeliğe gittiğimiz birgün, evini temizlediğimiz kadının eşi, mahmut amca, ertesi gün okuldan sonra onlara gitmemi ve bana kışlık ayakkabı alacağını söyledi. annem de okul çıkışı mutlaka gelmemi söyleyince gittim mecburen. mahmut amca ile kapıda buluştuk, sonra beraber yakınlardaki bir ayakkabıcıya gittik. annem gelseydi bari ama gelmedi. calismasi gerekiyordu çünkü. mahmut amca'yla ayakkabılara baktık. bir tane denedik, aldık ve çıktık. sanırım hayatımın en mutsuz günlerinden biriydi. ayakkabı alındıktan sonra da, eve geldikten sonra da sadece ağlamak istediğimi ama kendimi tuttuğumu hatırlıyorum. bir de sonradan mahmut amca anneme asık suratlılığımdan dem vurmuş. sanırım bunu, ayakkabı alındıktan sonra sevinçle bacaklarına sarılan bir çocuk hayal ettiği halde, eskisinden de mutsuz bir çocukla karşılaştığı için hayal kırıklığı ile söylemişti. aslinda cok iyi niyetli bir adamdi ve ailece cabamizi takdir ediyordu.

    buraya nereden geldim peki...dün nuri bilgi ceylan'ın kış uykusu nu izledim...orada da vicdanını (ki vicdan genelde korkakların sevdiği bir sözcüktür ve öncelikle güçlüleri dehşete salmaya yarar.)* rahatlatmak için fakir bir aileye para vermeye çalışan kadına kızarken hatıralar beni buralara getirdi galiba. kadın parayı açıklama yapmadan gizlice kapıya bırakabilirdi...ama hayır, o şık kıyafetleriyle yardım ettiği ailenin gözlerinde sevinç görme, minnet duygusuyla sarmalanıp sarılma ve başkalarının mutluluğuyla mutlu olma fikrinden ziyade, mutluluğu için teşekkür edilmesiyle tatmin olma yolunu seçtiği için.
    çoğu zaman insanlar egolarına yenik düşüyorlar, birilerine yardım etmek güzel de teşekkür beklemek niye? teşekkürü bırak da arkandan etsin. illa yüzüne edilince ne oluyor?

    bir çocuğu mutlu edecekseniz o çocuğa yapılacak yardımın gizli olmasına, hatta çocuktan bile gizli tutulmasına dikkat etmeniz lazım. eskiden bir laf varmış, sağ elin verdiğini sol el görmeyecek diye, ne doğru laf.

    bana şükret, sayemde bak yine iyisin'le iyi edilemiyor. kış uykusu bunun gibi pek çok anımı canlandırdı. daha gelirim ben buralara.

    * filmden alıntı

  • "küçükken evine atari oynamak için gittiğim arkadaşım vardı.
    5 dk oynatıp adaptör isındı diye kapatırdı. geçen arabaya aldım motor isındı deyip indirdim hıyarı"