hesabın var mı? giriş yap

  • üzerinde manasız bir yapılaşmaya gidilen yassıada için "neresi yaslı be, canına okumuşsun demek" suretiyle yanlışlıkla iyi gazetecilik yapan spiker.

  • sinemada biletler yer göstericiye verilir, yer gösterici el feneriyle oturulacak yeri gösterir, o sirada bir elle biletleri geri almak diğer elle cepte bahşiş aramak yerine, bir elle el fenerini almaya çalışmak (hatta ısrar edip çekiştirmek) diğer elle bahşiş aramak.

    yer gösterici al istiyosan ama bahşişi ver yine de dedi.

  • vay kardaşım vay...

    erdoğan'a %48 ha.

    ben sokağa indim lan buranın halkı için.

    gaz yedim, jop yedim polisten. 2 gün herşeyi bırakıp buranın halkı için üzüldüm, koştum sokaklarda. insan gibi yaşasınlar, insan gibi ölsünler diye. gidenlere bişey yapamadık kalanlar düzgün yaşasın diye. ulan ne seçimi kaybetmek ne de 5 sene daha erdoğan'a katlanacak olmak bu kadar koymadı bana.

    vay kardaşım vay...

  • arkadaşlar merhaba, bu başlık şimdiye kadar neden dolmamış?

    benim gibi hayatı boyunca evde hiç üst üste iki gün boyunca oturmamış, bunu sevmemiş, evde biraz fazla zaman geçirince sokağa çıkma, hayata karışma arzusu, hatta ihtiyacı duyangillerdenseniz şu günlerde çok zorlandınız ve hayatı özlediniz. benim için evde hayat yok krdsm ya, zorla mı. işte bizim gibi milyonlarca insan da aynı şeyleri hissederek evde hayata benzer bişi olsun diye kendini bitki bakımına verdi ve böylece son yıllarda zaten bir trend haline gelmiş evde bitki yetiştirme çılgınlığı iyice büyüdü, büyüdü, kendi içinde bir sektör haline geldi. bu sektör, plant youtube (plantube) ve çılgınlıkları hakkında daha sonra yazmayı düşünüyorum aslında. ama şimdi buraya kendi engin deneyimlerimden ve pek tabii ki plantubedan edindiğim bilgilerle yeni başlayanlar için genel bir bitki bakım entrysi yazacağım. ama merak etmeyin ki çok uzun olmayacak çünkü göreceksiniz ki yazının ana fikri ışık, su gibi temel bitki ihtiyaçları dışında bitkilere dair genellenebilecek çok da fazla şey olmadığı yönünde olacak. başlayalım.

    ışık: evet, bitkilerimiz için en önemli faktör sudan ziyade ışıktır. mümkünse güneş ışığı, mümkün değilse yapay bir şekilde grow light. bilirsiniz ki bitkiler çok güneş sevenler ve az güneş sevenler olarak ayrılırlar, ama istinasız hepsi ışık severler. hiç güneş ışığı almayan mutfağınızda buzdolabının üstüne koyduğunuz bitki kusura bakmayın ama can çekişerek ölüyor. dolayısıyla evinize bitki alacaksanız ilk göz önünde bulundurmanız gereken faktör ışık olmalı. genel olarak ficus ailesi (kauçuk olarak geçen ficus elastica, keman yapraklı kauçuk olarak geçen ficus lyrata vs.), hoya (mum çiçeği) ailesi, sukulent ve kaktüsler, pilealar yüksek güneş ışığı seven bitkilerken; deve tabanı olarak geçen monstera türleri, prayer plant (dua çiçeği) ailesi, pothos (sarmaşık) ailesi, syngonium türleri görece düşük ışığı tolere edebilir bitkilerdir. burada yüksek ışık derken günde en az 4-5 saat direktimsi güneş ışığından bahsediyoruz (ki bu da pencereye olan uzaklık, pencerenin baktığı yöne göre değişir, mesela güneye bakan pencereler kuzey yarımkürede her zaman kuzeye bakan pencerelere göre daha direkt bir şekilde güneşi alırlar). düşük ışığa karşı en toleranslı olan bitkiyse paşa kılıcı (sanseveria) ve zizzi bitkileri gibi zor koşullara alışık çalımsı bitkilerdir. yine de en toleranslı bitki bile ışık sever diyip bu konuyu kapatalım. grow light konusu içinse ayrıca bir yazı yazacağım sanırım.

    su: bence bitki bakımı konusunda en çok karıştırılan konu su oluyor, çünkü bu işe yeni başlayanlar genelde iyi bakımın sık sulamadan geçtiğini düşündüklerini için bol bol sulayıp bitki köklerini çürütüyorlar. eğer bitkinize "o kadar da su vermiştim niye öldü anlamadım" diyorsanız, büyük ihtimalle tam da fazla suladığınız için öldü o bitki. hiçbir bitki için haftada bir, iki haftada bir sulanır gibi genel geçer kurallar yoktur, bitkinin yerine, boyutuna, saksısına, mevsime ve aldığı ışığa göre su ihtiyacı değişir. ama genel olarak hiçbir bitki su içinde oturuyor olmaktan hoşlanmaz. sukulent, kaktüs türleri, sansevieria gibi su sesmez türler tamamen kurumadan sulanmamalı (tahmini iki hafta), monstera, syngonium, hoya, tradescantia gibi türler üst tabakası kuruduktan sonra (tahmini bir hafta- on gün), dua çiçekleri, fern, peace lily gibi nem sever bitkilerse üst tabakaları azıcık kuruduktan sonra sulanmalı (tahmini beş gün-bir hafta). ama dediğim gibi bu yazılan zaman aralıkları tamamen tahmini ve hiçbir bitki bu şekilde bir sulama rutinini takip etmemeli. zaten bir süre sonra halinden, tavrından, yapraklarını bükmesinden ne zaman suya ihtiyacı olduğunu anlıyorsunuz.

    saksı: eveet, erken bitki ölümünde önemli rol oynayan bir başka faktör de saksılar sanırım. terracotta, plastik ve beton olarak üç ana gruba ayırabiliriz. ben beton saksı kullanmadığım için diğer ikisi üzerinde duracağım. bitkileri ilk aldığımızda genelde plastik altı delikli saksılar içindeler ve bir çok insan eve gelir gelmez bitkiyi o saksıdan çıkarıp dekoratif durması için yeni, bazen altı delikli olmayan ve hava almayan sırlı saksılar içine koyuyor. bitki, yeni ortamına alışmanın üstüne yeni saksısına alışmanın şokunu yaşıyor ve üstüne bir de fazla sulanıyorsa havasız saksısı içinde hızlı bir şekilde kötüye gitmeye başlıyor. bu bakımdan ben bitkileri gerçekten büyüyüp ihtiyaç duyacakları bir hale gelene kadar saksılarından etmiyorum. üstelik hoya gibi bazı türler saksı değişimden hiç hoşlanmıyorlar. saksı değiştirmek gerektiğini bitkiyi saksıdan çıkarıp köklerin tabana deyip değmediğini kontrol ederek anlayabilirsiniz. eğer çok sulamayı seviyorsanız saksı değişimi yaptığınızda terracotta saksılar alın, çünkü bu saksılar hava aldıkları için fazla suyu muhafaza etmeyeceklerdir. çok su isteyen peace lily, fern gibi bitkileriyse suyu koruyan plastik saksılarda tutmak daha avantajlı olabilir. her zamanki gibi bitki ihtiyacına göre değişen bir şeydir saksı seçimi.

    bitki besini: genel prensip bitkinin büyüdüğü zamanlarda ayda bir, iki haftada bir ek besin vermek, büyümediği kış aylarındaysa hiç ellememektir. bunun üzerine ve bitki çoğaltma üzerine bir sonraki entrymde detaylı bir şekilde değineyim diyorum, ne de olsa lanet covid bür süre daha devam edecek gibi.

    son olarak bir amme hizmeti daha yapıp favori plantuberlarımı buraya bırakıyorum. dediğim gibi bu mesele de başka bir yazının konusu ama girişi yapalım:

    planterina (en ünlülerinden biri, benim de ilk tanıdığım oldu sanırım.)
    summer rayne oakes ( kendisi bir ara evindeki bitkilerle her güne bir bitki videosu çekti ve 365 günü tamamlayabildi)
    kaylee ellen (daha ziyade nadir bitkiler üstüne)
    harli g (bebeğini doğurma sürecine şahit olduk ve çok tatli bişi allahım)
    crazy plant guy (esprileri kötü ama sempatik)
    nick pleggi (bazen kişisel hayatından falan da bahsediyor, dedikodu yapıyor, arada sivri dilli olabilen tek plantuber olduğu için seviyorum)

    türkiye'dense sanırım şimdilik sadece fem güçlütürk'ün labofem'i var, dolayısıyla henüz satürasyona ulaşmamış açık bir alan bu. meraklısına duyrulur. neyse yoruldum, hadi bakalım bir saat oyaladık kendimizi ve işten kaytardık, darısı diğer günlere.

  • kendini guclu hissetmeye ihtiyac duyan $ahislarin basit cafe, bakkal, pastane, lokanta tribidir. genellikle hatunlarda rastlanan bir trip olup tikky zihniyetle de normalin uzerinde bir alakasini ben saptadim, sizi bilmem. $imdi ne diyor bu adam diyorsunuz, haklisiniz. izah etmeye kasacagim.
    bir cafeye, lokantaya gittin misal. garsona sipari$ verirsin degil mi? istedigin bir $ey olduguna gore de, kurdugun cumle veya cumleler icinde "istemek" fiilinin gecmesi kadar dogal bir olay yoktur. ama bir $artla, bakin nasil:
    - merhaba hanimefendi buyrun, ne istemi$tiniz?
    - bir nescafe istiyorum, sutlu olsun. bir tane acibadem istiyorum, bir tane de tramisu istiyorum.
    - tamam hanfendi.
    - cikarken de bir pasta istiyorum. franbuazli var mi acaba?
    - evet efendim.
    - o zaman bir tane de franbuazli pasta istiyorum.

    burada sipari$ veren $ahis her istedigi "$ey" kadar istemek fiili kullanmi$tir.

    - ho$geldiniz. ne alirdiniz?
    - biz onden birer tane corba istiyoruz, birer tane icli kofte istiyoruz. canim cig kofte ister misin?
    - olabilir.
    - ortaya bir tane cig kofte istiyoruz. daha sonra ben bir tane adana istiyorum.
    - hanfendi siz?
    - ben iki tane lahmacun istiyorum. acisiz istiyorum lutfen.
    - kunefe alir miydiniz?
    - evet, iki tane de kunefe istiyoruz.
    - anla$ildi.
    - te$ekkur ederiz.

    ne kadar nazik ve dogallar degil mi?

    degil!
    yukaridaki iki ornek sipari$ diyalogu, anlamda hic bir degi$im olmadan ve ayni nezaket ile ama cok daha "az" istemek fiili ile kurulabilirdi. peki fark ne?

    $udur:
    sanki bu tarz ki$iler bir $eyi vurgulamak ister gibidirler. bunu kasten yapmiyorlar. sadece farkinda olmadan "istemek" filli kullanirken "..... istiyorum." derken kendilerini iyi hissederler. o yuzden de haddinden cok kullanirlar. parasini verecekleri bir ortamdalar. tabi istediklerini alacaklar. ama her "- istiyorum..." ayni zamanda bir "- aliyorum, gucluyum, kiymetliyim..." demek sanki.

    bakin cok basit bir sipari$ daha:
    - bir paket marlboro lights istiyorum, bir tane kagit mendil istiyorum, bir de cikolata istiyorum...
    $oyle olamaz mi?
    - bir paket marlboro lights, bir kagit mendil bir de cikolata alabilir miyim lutfen?

    ne degi$ti?
    birinde nezaket dahilinde de olsa conan girdi bakkala, istedigini aldi, oyle hissetti, siradan bir $eyi ozel hissetti, oburunde ise ricaci bir adam!

    bu gozlemi yaptigimda daha cok genctim. onceleri fazla kullanilmiyordu. sonra ozellikle kadinlarda cok yogun kullanimini gorur oldum. burada kadinlar bir de bu "istiyorum"u ozel bir tonlama ile soylerler. hic bir harfi yutmadan, bazen sonunu "istiyorroaam..." falan gibi gevrek tamamlarlar. sevimlilik tribi yaparlar... sanki... bak sanki diyorum.

    bir sipari$ veriyorsun. tabi ki istiyorsun. bunu bu kadar vurgulamak neyi gosterir? bir $eyleri gosterir gibi. istedigini alma garantisi olmayan ortamlarda istedigini alamayanlar, istediklerini alacaklarini bildikleri ortamlarda habire isterler. cunku isteyip "almaya" ihtiyaclari vardir onlarin. sanki bir tur "odunleme".

    sipari$ vermede bu formatin hic boyle du$unulmeden, begenildigi icin kabul edildiginin ve tabi ki "- ezikler boyle yapiyor abi..." demedigimi ozellikle anlatmak isterim. dedigim $u: bu format boyle adamlar tarafindan, anlattigim hisleri yaratarak kullanildi, sonra boyle olmayanlar tarafindan "sevimli" bulundu, yayildi, icindeki "afyon" onlari da etkisi altina aldi ve boyle bir gozlem oluverdi.

    izah edebildigmi du$unuyorum. onda pek $uphem yok. $uphe duydugum $udur ki, acaba sizde "- harbiden lan, boyle habire isteyip isteyip duran tipler var, ben hic boyle du$unmemi$tim..." dedirtebildim mi?

    not: bu entry kotulenmesin istiyorum, bir salem lights istiyorum, bir tane de toyota corolla istiyorum, 1.4 terra klimali olsun istiyorum.

  • sosyal hayattan kopuk; bir kitap, oyun, film vb. hakkinda aradan yillar gecmesine ragmen saatlerce ayrintilar hakkinda konusup (tartisacak birini bulabilirse) tartisabilecek kimse.

    nerd: diamonds are forever'da lana wood'un ustundeki yesil elbiseyi hatirliyosun degil mi?
    dinlemek zorunda kalan zavalli: biyir, o ne?
    nerd: 1971'de cekilen james bond filmi var ya hani sean connery falan oynuyodu.
    dinlemek zorunda kalan zavalli: eee
    nerd: iste o filmde plenty diye bi hatun vardi, lana wood oynuyodu.
    dinlemek zorunda kalan zavalli: eeeeee
    nerd: heh hani 20. dakikada merdivenlerden inerken ustunde olan yesil bi giysi vardi
    dinlemek zorunda kalan zavalli: eeeeeeeee
    nerd: az once yanimizdan gecen kizin giysisi ona ne cok benziyodu degil mi?
    zavalli nerd: aaahhh ne vuruyosun ya!

  • siyah ciltli ülkeler ansiklopedisi vardı. bizdeki 1.cildiydi, ve garip bi şekilde alfabetik sıra baz alınmamıştı. son ülke lichtenstein'dı. sayfa sayfa okumuştum. sanırım 7-8 yaşlarındaydım. fazla oyuncağım olmadığı için olan üretilen oyuncakları da beğenmediğim için, defterlerime bu kitapta gördüğüm birbirinden farklı insanları çiziyordum. sonra makasla kesip çıkarıyor ve oynuyordum. gine-bissau, botswana, ekvador, bhutan, yunanistan...

    bir ülkeden çizdiğim insanlara o ülkenin nehirlerinden, dağlarından, para birimlerinden isimler veriyordum. hatta futbol takımları bile oluşturmaya başlamıştım. formaları bayrak renklerinden yapıyordum ve benim dizaynımdı. bu takımları halıya* seriyor, küçük bir kağıt parçasını top haline getirerek maçlar düzenliyordum.* kaleler o zamanın dikdörtgen kasetleriydi. gol olunca "çıtt" sesi çıkardı. ülkeleri, ansiklopedideki sıraya göre salona koltukların üzerine, halılara yayıyordum. bazen oyun gereği cezalandırdıklarım, helak ettiklerim de oluyordu. mesela üzerlerine su döküyordum, kağıt kuruyunca formu değişiyordu. yırtılanları ya bantlıyor ya da yapıştırıyordum; bunlar engelli insanlardı.

    ev, benim bu durumumdan çok rahatsızdı. endişelendiler doğal olarak. hiç kimsenin çocuğunda görmedikleri tuhaf bir bağımlılığım vardı. insanları sakladılar, ama ben her gün senatoya gelip "kartaca yanmalıdır" diyen romalı cato misali, her gün "insanlarım nerde?!" diyordum.* sonunda dayanamadılar verdiler. hepsini bir çuvala doldurup kömürlüğe saklamışlar. hepsi birbirine girmiş. yeniden düzenledim. nuh tufanı gibi bir şeydi.

    sonra dünyam daha da gelişti. ama çizmek çok fazla vaktimi alıyordu. gazetelerden insan figürleri kesmeye başladım. daha sonra evdeki ansiklopedilere, dergilere, gazetelere dadandım. binlerce insanım olmuştu. coğrafi isimler bittiğinde bu isimleri bozup yeni isimler türetmeye başladım. bordo ciltli kuran vardı. orada anlatılan olaylar, kavimlerin isimleri, yaradılış bana esin veriyordu. gece yarıları mum ışığında mealini okuyordum, ezberlemeye başlamıştım. spor ansiklopedisinde o zamana kadar şampiyon olmuş tüm olimpiyat sporcularının listesini buldum. bir olaya o günkü kadar sevindiğimi hatırlamıyorum.

    bir akşam, insanlarım için kıyamet koptu. işten eve yorgun bitap geldiği halde, yıllarca evin içindeki o korkunç dağınıklığa tahammül eden babam, ansiklopedilerin içinde resimli sayfa bırakmadığımı görünce oğlunun balataları sıyırmak üzre olduğunu düşündü, çok korktu. onlara "can verdiğimi" söylemiştim. tezgaha çıkıp bakmak isterken mutfaktaki aynayı kırmış olmam, evvelki gün evin avizesini düşürmemin (orta katta zıpladığım için alt kattaki avize düşmüştü) etkisi de vardı. aşırı yaramazdım. hem evde hem dışarıda raydan çıkmıştım iyice. en nihayetinde ayakkabı kutularında özenle istiflenmiş insanlarımı sobaya attı. o günden sonra dışarı çıkmadığım zamanlarda, canım çektiğinde resim çizip insanlar yapmaya devam ettim ama nadirdi.

    sonra taşındık; balat'taki 3 katlı ahşap evden bahçelievler'de bir apartmanın en üst dairesine. betonda yaşamamıştım daha önce. sürgün gibi geldi bana bu yeni ev, yeni tipler. üzerinde maç yaptırdığım büyük halının tam ortasında bir figür vardı. kabe'nin çevresinde tavaf eden hacılar gibi ben de bu figürün çevresinde dönüyor, her dönüşte dilek diliyordum: "balat'a dönelim"

    balat'a geri dönmedik. büyüdüğümü hissettim, kısa sürede çizmeyi bıraktım. son insanlarıma ne oldu, hatırlamıyorum. isimleri hala hafızamdadır. bir dünya ansiklopedisindeki geçen yer isimlerinin neredeyse hepsini, kuran'daki pek çok sureyi ve tüm dallardaki olimpiyat şampiyonlarını ezbere bilirim. bir kez gördüğüm birini, duyduğum ismi unutmam.

    hala sarı dore renkte metal bir makas ya da siyah ciltli bir kalın kitap görsem o kağıttan insanlarım gözümün önüne gelir. sobada yanan. belki ben onlara birer ruh üflemiştim, çocukça saflıkla. yaşıyorlardır cennette. keşke öyle bi ihtimal olsa. onları tekrar görmekten daha fazla istediğim bir şey yok. şimdi o lanetli insanlarımdan bana anı olarak şehir, dağ, nehir, göl isimleri, para birimleri, yok olmuş kavimler, olimpiyat şampiyonları kaldı.

    içimde çizik bir dünya haritası oldular.