ekşi sözlük kullanıcılarıyla mesajlaşmak ve yazdıkları entry'leri
takip etmek için giriş yapmalısın.
hesabın var mı? giriş yap
sosyalleşmenin insanı vasatlığa sürüklemesi
-
"soğuk bir kış sabahı çok sayıda kirpi donmamak için hep birlikte ısınmak üzere bir araya toplanır. ama kısa süre sonra oklarının birbirleri üzerindeki etkilerini görüp yeniden ayrılırlar. ısınma gereksinimi onları bir kez daha bir araya getirdiğinde okları yine kendilerine engel olur ve iki kötü arasında gidip gelirler... ta ki birbirlerine katlanabilecekleri uygun mesafeyi bulana kadar. bunun gibi, insanların hayatlarının boşluğundan ve tekdüzeliğinden kaynaklanan toplum gereksinimi onları bir araya getirir ama nahoş ve tiksinti verici özellikleri onları bir kez daha birbirinden ayırır."
(bkz: parerga und paralipomena)
(bkz: arthur schopenhauer)
karşılıksız aşk
-
(bkz: bir siklenmeyenli denklem)
oh mercy
-
nasıl ki 1970 tarihli new morning, dylan’ın ağırlaşan şöhretin de etkisiyle dış dünyaya yabancılaştığı, kendine sığındığı bir kilometre taşını temsil ediyor ise onun kariyerinde, oh mercy (1989) de tam tersi şekilde dylan’ın kendine yabancılaştığı bir dönemde ortaya çıkışı ile önem arz eden bir albüm.
bu muhteşem albümün nasıl bir doğum sancısı içinde çıktığını anlamak için dylan’ın zihnine girmek gerek.
dylan’ın kendi ağzından verdiği demeçlere, yazdığı anılarına ve gazete röportajlarına inanmak kimi zaman risklidir. çünkü çoğu zaman manipülatif ve kurgusaldır açıklamaları. oh mercy süreci ile ilgili de kendi ağzından oldukça bıçaksırtı bir dönemin profilini çizer dylan.
anlattığına göre; 80’lerde gerçekleştirdiği başarısız albümlerden sonra şöhretinin dibini görmüştür. tom petty ile turneye çıkmış ve seyirci tepkilerine bakarak kendini adeta bir alt grup gibi hissetmiştir. bu sırada eski yazdığı şarkılara da yabancılaşmıştır. hiçbirini söylemek gelmez içinden, çünkü hiçbir şarkı artık içinde herhangi bir duygu uyandırmamaktadır. duygu uyandırmayan şarkıyı da nasıl söyleyeceğini bilememektedir. şarkı yazmayı neredeyse bırakmış gibidir ve artık müziğe karşı da bir motivasyonu kalmamıştır. emekli olma zamanının geldiğini düşünmektedir.
çok detaya girmeden vereyim; bu çöküş psikolojisinin sonunda grateful dead ile yapacağı projeye yakın, aklına gelen bir turne fikrinin de etkisiyle kendini hafifçe toparlar, fakat hala bir daha albüm yapmama, şarkı yazmama ve emekli olmuş fikri baskındır.
evet, dylan’ın kendiyle ilgili söylediği pek az şeye itibar etmeliyiz. fakat bu söylediklerinin doğru olduğuna inanmamızı sağlayacak da koskoca bir 80’ler diskografisi var sanatçının. albümlerin kalitesinin giderek düşüşüne, satış rakamların azalışına, şöhretinin törpülenişine müzik tarihi şahit. dolayısıyla dylan’ın bu ruh halinde olduğuna samimiyetle inanmak için sebeplerimiz var.
1978’de çıkan benim çok sevdiğim, fakat eleştirmenlerden ve dinleyiciden olumsuz yorumlar alan street legal ile başlayan ve oh mercy ile biten o uzun ve karanlık dönemde yaşadığı sanatsal savruluş emekliliği akla getirmeyecek gibi değildir.
önce tanrı ile, sonra mark knopfler ile heba ettiği yıllar ve 60’lardan itibaren sound dikte eden bir sanatçıyken, 80’lerin güncel sounduna biat eden bir isme dönüşmesi koskoca bir 10 yıl sürdü dylan’ın. sadece soundunu değil, şarkı yazma büyüsünü de yitirmişti adeta. ara sıra çıkan parlak bir fikri de, karmakarışık prodüksüyonlarda heba etmeyi başarıyordu.
dylan gibi bir sanaytçıysanız, hayatta en tehlikeli uçurum kendinizle yabancılaşmanızdır. çünkü dylan gibi insanlar çevrelerinden değil, kendilerinden beslenirler. geriye dönüp baktığınızda, gördüğünüz insanın, çaldığınız şarkıların, yazdığınız sözlerin artık ne ifade ettiğini bile anlayamaz hale gelmek korkunç olmalı.
o günlerde bir gece evine yemeğe gelen bono, kendisine daniel lanois adlı bir prodüktör önerir. dylan ile çok iyi anlaşacaklarını düşündüğünü söyler. dylan, lanois ile new orleans’da bir bir evde stüdyoya girer ve dylan’ın yeniden doğuşu gerçekleşir.
dylan-lanois birlikteliğinin zirve noktası olarak 1997 yılı mahsulü olan time out of mind gösterilir. hiçbir itirazım yok. gerçkten time out of mind, oh mercy’ye kıyasla daha görkemli bir albümdür. dylan adeta siz giderken ben dönüyordum, herkes ayağa kalsın ceketini iliklesin mesajı vermiştir onunla. fakat o benim için biraz fazla gösterişli bir albümdür. oh mercy’nin içeriği, yalınlığı, sanki damıtılıp dinleyiciye sunulmuş tadı veren tadındalığı ve hepsinden öte insanı tatlı tatlı bir tuzağa çekip kendine hapseden atmosferini time out of mind’a değişmem.
“tuzak” derken abartılı bir benzetme yapmıyorum. karşımızda kariyerinin en kriptik olmaktan uzak, en anlaşılabilir sözlerinin yer aldığı şarkılarıyla çıkar dylan. man in the long black coat belki bu konuda bir istisna ise de, onun dışında albüme giren 9 şarkıda dylan adeta bir mesajı en yalın haliyle ulaştırmaya çalışmaktadır.
tıpkı bir kutsal kitap gibi. dinleyen herkesin kendisini anlasın ister sanki dylan. “kutsal kitap” benzetmesini de, bir önceki tuzak benzetmesi kadar dildeki anlamında kullanıyorum. çünkü bu albümün sözlerine baktığınızda dylan adeta vahiy indirmiştir. kendi içinden büyük oranda kurtulup, gördüğü dünyayı dinleyiciye ilahi bir dilde aktarmaya çalışır. kendi içine döndüğü şarkılarda ise, 60’lardaki dylan ile 80’lerdeki kendisi arasındaki iletişimsizliği dert edinir.
albüm gerçekten de dinleyiciye tuzak kurar, çünkü ilk üç sarkı imge-yoğun olmayan sözleri ile size kucağını hiçbir dylan albümünde olmadığı kadar açarken, şarkı düzenlemelerindeki albümle sırıtmayan (görece) neşeli hava ile kendinizi çok rahat hissedersiniz. siz gevşerken dylan, political world ve everything is broken ile aklınıza girmeye, sizi hipnotize etmeye başlamıştır bile.
oh mercy’nin dördüncü şarkısı olan ring ther bells’de bu tutumunu sürdürürken, albümün tonu ansızın giderek kararmaya başlar. işte siz ilk üç şarkı ile, içinde ölmek için can atacağınız bir bataklığa dizlerinize kadar saplandığınızı o anda fark edersiniz. son şarkıya kadar albüm giderek karanlıklaşacak ve siz isteseniz bile kendinizi bu albümün büyüsünden kurtaramayacaksınızdır. shooting star ile albüm bittiğinde etraf kapkaranlık olacaktır. ve bu harkulade albüm hatmedilmişcesine o karanlıkta aklınızda dönecek duracaktır.
dedim ya kutsal bir şeyler vardır bu albümün sözlerinde. “peygamber” referansı sık sık verilen dylan’ın indirdiği mesajıdır belki bu.
political world ile açılır albüm. erdemin, sevginin, merhametin, arın, barışın ne kadar arka plana itildiğini anlatan bir dünya tasviri yapar sanatçı:
“politik bir dünya bu
sevgi edilmiş sersefil
garip yaşanan bu zamanlar kol geziyor suçlular
suçun eşgali belli değil
politik bir dünya bu
bilgelik tıkılmış hapse
hücrede çürüyor, yerleri gizleniyor
izini bulamıyor hiç kimse”
everything is broken ile tasvire devam eder dylan:
“kırık eller kırık küreklerde
kırık anlaşmalar kırık sözlerle
kırık borular, kırık aygıtlar
kırık kuralları esneten insanlar
tazılar uluyor, kurbağalardaysa bir ıslık
her şey kırık”
diasease of conceit’te tasvirden insan ruhuna iner:
“bu gece kırılmış bir dolu kalp var
kibir hastalığı yüzünden
bu gece sıkışmış bir dolu kalp var
kibir hastalığı yüzünden
odana çat kapı girer
ruhunu kemirir
duygularını tüketir
kontrolünü kaybettirir
burada yok gizli saklı
bu kibir hastalığı”
albüme asıl tonunu veren ring the bells’de dylan artık tasviri bırakıp hidayetin yolunu göstermeye başlar:
“çal o zilleri aziz peter
dört rüzgarın kesiştiği yerde
çal o zilleri vur çanlara var gücünle
bütün insanlar bilsinler
paydos saati, evlerine gitsinler de
ellerini tekerlekli sabandan çekmesinler
bak güneş batıyor tümden
kutsal ineğin üzerinden
çal o zilleri hem körler hem sağırlar için
çal o zilleri geride bırakılan bizler için
çal o zilleri seçilmiş azınlık için
oyun bittiğinde çoğunluğu yargılayacak olan kim
çal o zilleri uçup giden zaman adına
ağlayan o çocuğa
masumiyet yok olduğunda”
bu “erme” hadisesi aslında dylan ile yakın jenerasyonun bir sanatçısı olan leonard cohen’de de vuku bulacaktır birkaç sene sonra. the future (1992) albümünde o da kendi dünya ve birey tasvirini bu kutsal tonda kelimelere dökecektir.
oh mercy’ye dönersek; albümün bir de 40’lı yaşlarının sonundaki dylan’ın 20’li yaşlarındaki dylan ile hesaplaştığı, özür dileği, aralarındaki iletişimsizliği vurguladığı şarkılar vardır albümde. dylan’ın stüdyoya girerkenki ruh halinin sağlamasını, bu şarkılarında iz sürerek yapar dinleyici.
shooting star’da, geçmişteki hedeflerinin sorgulamasını yapar.
“gördüm, bir yıldız kaydı bu gece
ve seni düşündüm
başka dünyalara gitmeye çalışıyordun
bilmediğim doğru düzgün
hep merak etmişimdir aslında
gitmeye yetti mi gücün
gördüm, bir yıldız kaydı bu gece
ve seni düşündüm
gördüm, bir yıldız kaydı bu gece
ve kendime baktım
aynı mıyım hala diye
senin olmamı istediğin gibi biri hiç olamadım
kaçırdım mı göstergeleri, aştım mı çizgiyi
soracak başka birini bulamadım
gördüm, bir yıldız kaydı bu gece
ve kendime baktım.”
what was it you wanted’de iş, gençliği ile uzak düşmenin getirdiği hayalkırıklığının tetiklediği bir hesaplaşmaya doğru evrilir:
“neydi senin o istediğin
kaydını tutamadığım
sen aynı kişi misin?
önceden hatırladığım
önemli bir şey mi?
belki de değildi
neydi senin o istediğin?
tekrar et, unuttum gitti
her ne idiyse istediğin
ne olabilirdi ki
bende bulabileceğini
sana biri mi söyledi
insanın içinden gelen bir şey mi bu
kolay mı söylemesi
neden istiyorsun sen bunu
sen kimsin, tanıt önce kendini.”
oh mercy baştan sona kusursuz bir albüm. daniel lanois müzik dünyasına dylan’ı yeniden armağan etmiştir, onu içine düştüğü o kör kuyudan çıkarmıştır desek yeri var. dylan konsatre olmuş, harika şarkılar yazmış, lanois de o şarkıları içinde ne bir fazla, ne bir eksik enstrüman yer alacak şekilde kaydedip, şarkılara olağanüstü bir atmosfer içinde nefes üflemiştir.
kayıtlar esnasında albüme girmeyi başaramayan iki şarkı var: series of dreams ve dignity. girememelerinin sebebi, albümün tonuna uygun bir düzenlemelerine ulaşılamamış olmasıdır.
her iki şarkı da daha sonraki bootleg serilerinde yer almıştır farklı versiyonları ile. hatta dignity mtv unplugged konserinde de görücüye çıkmıştır. fakat benim o şarkı için tercihim, bootleglerde yer alan, dylan’ın sadece piyano eşliğinde söylediği versiyonudur.
oh mercy günün sonunda çok büyük bir ticari başarı kazanmadı. ancak altın plak alacak kadar sattı. fakat dylan albümü çok sevdi, ilerleyen yıllarda da konserlerinde sık sık bu albümden şarkılar çaldı.
not: şarkı sözlerinin çevirileri burcu uğuz/ bob dylan sözler/kara plak yayınları
diktatör bozuntusuna tükürdüğünü böyle yalatırlar
-
edit: (bkz: 28 haziran 2016 atatürk havalimanı patlaması)
(bkz: lanet olsun yezide)
kilicdaroglu'nun seviyeyi bir tik yükseltmesi olayi. ic anadolu halkinin bekledigi sanirsam bu olmali.
"dünya lideri diyorlarlardı, işte diktatör bozuntusu, tükürdüğünü böyle yalatırlar. gazze'ye ablukanın kaldırılması şartından vazgeçmeyiz dediler, vazgeçtiler. size gazze anlaşmasını 7 maddeyle anlatayım:
1- israil'in yazılı bir özür mektubu yok. gerçek anlamda özür var mıdır yok mudur bilmek istiyorum.
2- ölenlerin ailelerine tazminatı israil kabul ediyor. ama askerleri için davaların durdurulması şartını koştu.
3- insani yardımların aşdot limanında denetlenmesi şartı var. bu israil'in gazze ablukasını kabul etmek demektir. ablukayı meşru hale getiriyor.
4- anlaşma ile türkiye, israil'in gazze üzerindeki egemenliğini de kabul ediyor.
5- 20 milyon dolarlık tazminata karşılık, israil kendi doğalgazını türkiye üzerinden avrupaya taşıyacak.
6- israil'in nato'ya girişine türkiye resmen izin verdi. mavi marmara'dan nerelere geldik.
7- türkiye filistin ile ilişkilerini, israil'in istediği ölçüde yürütecek.
bu anlaşma bir teslimiyettir. bunlar her türlü tavizi verir."
edit: imla.
iskender kebapçısında çalışanların yaptığı vurgun
-
alemin çocukları zehir gibi!
orda çalışsam, düşünebileceğim tek dalavere; her gün 1 porsiyon iskenderi, bedavadan yemek olurdu!
edit: bir yazarımız sağolsun, hesaplamış. enselenmeden 7 yıl çalışsam, tatiller hariç her gün yiyebilsem, yaklaşık vurgunum: 124.488lira oluyormuş... başka bir yazarımız, kayıtdışısın sonuçta, deyip vergilerden arındırmış, netimi: 83.440lira bulmuş...
ağlama çilekeş anam! neresinden bakarsan bak, senin de oğlun; az anasının gözü değilmiş!
cem uzan'a hapis şoku
-
(bkz: veliler bu habere dikkat)
(bkz: emeklileri bekleyen büyük sürpriz)
(bkz: böyle zulüm görülmedi)
(bkz: nasıl şöhret oldular)
(bkz: ünlü oyuncudan akıl almaz itiraflar)
otobüs yolculuğu sırasında sinir eden olaylar
-
istanbula üniversite kaydı için yola çıkmıştık.
bir iki kişiydik, saf ve iyi yürekli baba kız.
biz sandık ki istanbulun adı geçse metropol olur en dandik köy bile.
gittik bilet aldık şimdi adını vermek istemediğim için takma isim olarak gerçek koyun adını vereceğim şirkertten.
bende bir heyecan bir heyecan. babam da kızının üniversiteyi kazanmış olmasına bağlı olarak koltukları kabarmış bir vaziyette turgut özalımsı geziniyor.
geldi bizim otobüs; ön camda dev bir çatlak!
ama biz iki sevgi kuşu, biz iki polyanna sevdalısı -olsun- dedik, vardır bir bildikleri.
camdan ölen olmamış ki?
sonra yolcular gelmeye başladı.
biz babamla şöför arkası ikinci sıradayız.
tam vaktinden yirmi dakika sonra çalıştı otobüs.
biz iki pıtırcık sevindik buna zira sabahın 6' sında ne yapacaktık istanbul' da. en azından 6.30 da ineriz dedik.
yolculuğun 15. dakikası ön iki koltuktaki takribi 280 yaşındaki teyze ve amca ben-gal ya da öyle bir adı olan kokusu burun delen kremlerden şakır şakır sürmeye başladılar.
insanın kolu kopsa bu kremi koklayacağıma acısını çekerim dedirtecek bir kremdi.
ve bu olay istanbula varasıya kadar 15 dakika aralarla devam etti.
olsun, biz iki neşe pınarı herşeyin başı sağlık diyenlerdendik.
sonra arka ikilideki takribi 180 yaşlarındaki amca ve teyze kocaman bir çuvaldan haşlanmış mısır çıkardılar ve toplamda 7 dişle bunu yemeye başladılar.
biz tabi ki emekçi ve emekçinin emekçiliğinden gurur duyan kızı olarak, ağız şapırdatmadan tiksinmezdik.
her nekadar çıkan sesler istanbula kadar devam etse de..
sonra en ön diğer ikili koltukta oturan 32 yaşındaki adam ayağa kalktı ve 65 yaşlarındaki annesine;
- benim ercanla arkadaşlığıma karışma, ben seviyorum ercanı
diye bağırmaya başladı.
sonra höykürerek ağladı. tükürük ve sümükleri krem süren amcanın keline yapıştı.
annesi adamı,pipisini çakmakla yakmakla tehdit etti.
babam bana -sen bakma- dedi.
sonra adam otobüsün vitesine saldırdı. şöför ani bir frenle otobüsü savurttu.
adama eti cin verdiler 4 tane, sustu. -yarım saat kadar.
sonra tekrar annesine bağırmaya başladı:
-sana arabayı durdur dediim. altıma işettirdin beniiiiiii.
otobüsü sağa çektik. valizden adama temiz don çıkarıp giydirdiler.
ama artık otobüs çiş, mısır ve tarifsiz bir krem kokuyordu.
olsundu ama, herkesin başına gelir ayıplamamak lazımdı.
babam ki o bir gurur abidesi, kokudan kusacak gibi olunca muavine ; susurluk' a ne zaman varacağız dedi.
muavin ise; -allah bilir beyamca- dedi.
muavin 60 babam ise 45 yaşındaydı.
ama olsun biz iki pempe gönüllü bunu olgunluğa dair bir iltifat olarak aldık.
sonra mola yerinde bir çorbaya iki iskender parası verdik. ama anısı oldu, olsun.
yolda ön cam patladı. zaten 6,30 da erken bir varış saati idi. bursa otogarına kadar biraz üşüdüm ve korktum ama tecrübe de böyle kazanılımış diye üzülmedik.
yalova feribotunda, ercan seven ve altına işeyen adam kayboldu.
tüm feribotun aranıp adamın buşlunması 1 saat sürdü. yine altına yapmıştı ve yedek kıyafeti kalmamıştı.
artık valizden çıkardıkları annesine ait füzo ile oturmaktaydı.
biz 11.00 sularında otogara indik. kaydımızı 14,00' de yaptırdık.
kalacak yerimiz yoktu. taksimde gezip akşam otobüsü ile dönecektik.
taksim çok güzeldi, inci profitrol nefisti.
babam bana şampiyondan midye aldı.
sonra yazıhanelere gidip bilet aramaya başladık, biz, iki sevgi kelebeği.
maalesef bilet bulunamıyordu çünkü okul kayıtları başlamıştı.
sadece gerçek koyun seyahatte arka dörtlü boştu.
babam, bir beyaz mimoza, bir muzaffer komutan anıtı, dedi ki;
-hay .mına koyyim böyle işin.....
tunceli'de belediye çalışanlarının 8 bin tl alması
-
başlık “tunceli belediyesinin işçi maaşını 8 bin tl'ye çıkarması” olacaktı ama karakter sınırından dolayı sığmadı.
http://www.diken.com.tr/…si-isciye-8-bin-lira-maas/
ben artık bu ülkedeki vasıflı olarak nitelendirilen insanlara acımaktan yoruldum. bu işçi maaşı olayının boku çıkmadı mı artık? özel-kamu farketmez, bu ülkede 8 bin tl maaş alan vasıflı eleman sayısı %10'u geçmezken, muhalif belediyelerin kendi kendilerine uydurdukları “çöpçü maaşı zammı challenge” tarzı etkinlikler umarım sadece benim canımı sıkmıyordur.
neyse ben şu köşeye çekileyim de giden 6 yılıma yanayım.
edit: kimseyi benim maaşım ilgilendirmezmiş. o yüzden ilgili yazıyı kaldırdım. ama kimse kusura bakmasın, bir hekim olarak bir belediye çalışanından sadece birkaç bin tl fazla kazanmak için okumadım ben. istediğiniz kadar eleştirin. o kadar da uzun boylu değil. o zaman gidin pandemide tunceli belediyesinin çöpçülerini alkışlayın. yetti sizin sosyalizm popülistliğiniz.
meltem cumbul
-
açıklama yapmış; "eşitler arası bir selamlaşma ve yakınlaşma ritüeli olan el sıkışmayı; kendinden olmayanları ötekileştirenle, fakiri zengine böldürenle, güçlüleri tutup zayıfları hor görenle yapmayı reddediyorum" diyen cumbul, sözlerine "yüreğime ve sevgiye düşman olanla, gözlerim ve ellerim dost olamaz" diye devam etti
bu cevap tam da olayın bireysel aralarındaki bir sorun olmadığını, yandaşlığa karşı bir hareket olduğunu gösteriyor.
çok güzel yapmış meltem cumbul. kimse yandaş ve yalakalarla iyi geçinmek zorunda değil, aksine onları ifşa etmek ve tutum almak daha faydalı. ülkede 10 yılda yaşanan hiçbir şey normal değil, baskıların boyutu çoktan kritik seviyeyi aştı... hala aşırı naif bir şekilde "etik" tartışması yapanlar var, taraflar çoktan belirlendi onların haberi yok...
kocişime harika kahvaltı hazırladım o çok şanslı
-
o aşk kaselerine bayıldım, alıp sofraya ş a k diye koymalık
sosis satan adamla bir değilim
-
allah'ın donattığı meziyetle şunu nasıl yaptığını açıklasın başka bir şey istemez.
(bkz: dongi dongi dongi daga daga)
yumuşak g'nin gereksiz bir harf olması
-
yıllarca bu düşünceyi savundum. türkçecilerle çatıştım hatta konu hakkında dergilerde uzun yazılar yazdım.
gagavuzca'da modern diller arasında "ğ" sesinin olmadığı konusu ile iddialarımı delillendirmeye çalıştım.
ne işe yarıyordu aslında g sesi ile alakası olmadığı halde adına yumuşak g dedilen bu ses ya da sessiz? ne yapıyordu bu densiz?
kendinden önce gelen sesli harfi ikiletiyor ya da iki buçuk nefes uzatıyordu. peki biz de bunu yapsak olmaz mıydı?
mesela daaa, yazsak dağ yerine.
ya da yaaamur, yazsak.
aaaa, yazsak ağ yerine...
saaalık, yazsak sağlık yerine.
aaaalama yazsak ağlama yerine...
olmadı. yıllar sonra anladım ki "ğ" arap harflerinden vazgeçerken türk dilcileri tarafından bulunmuş en müthiş ses ya da sessizliktir. söylemekten çok yazmayla ilişkilidir. gagavuzca yerine anadolu türkçesi ile ilintilidir. orta asyadan getirtdiğimiz gırtlağın türküyle, deyişle harmanlanmış halini yazıya geçirirken sağlıklı geçirme biçimidir.
çölün hırıltılı sert gırtlağından yumuşak gırtlağa geçişin, dil evriminin kanıtıdır. kendinden önce gelen sesli harfi uzatmakla kalmaz hafifçe de keser. hiç bir zaman daaa ile dağ aynı yumuşaklık ve kesinlikte değildir mesela.
yurtiçi kargo için en uygun slogan
-
(bkz: ya evde yoksan)
görme engelli oğluna maç anlatan baba
-
görme engelli oğlunu evde dört duvar arasına sıkıştırmayıp, hayatın içine katarak gerekirse stadyuma bile gideriz seninle diyen muhterem bir baba.