hesabın var mı? giriş yap

  • yanlışlıkla 2 roket düştü diye dünya savaşı mı çıkar lan sakin olun.

    biz adamların uçağını güdümlü füze ile vurduk savaş çıkmadı bi sakin olun hele.

    edit: sikicem 100 sene önceki avusturya veliahtı orneginizi dünya 100 sene önceki dünya degil ülkeler gelen elçilerin kafasını kesip yollamiyor mesela. iki tarafın da nükleere sahip olduğu hiçbir savaş yaşanmaz artık. anca abd ırak abd suriye gibi güçlü ve gariban savaşları oluyor.

    bu ülkede büyükelçi vuruldu yine bir şey olmadı.

  • bir döneme damgasını vurmasına rağmen hiçbir zaman "saygın bir eser" olarak değerlendirilmemiş kitaplar serisi.

    tabii ki harry potter gibi efsaneleşmesinden bahsetmiyorum ama açlık oyunları seviyesine bile gelemedi. 2008 - 2012 arasında estirdiği fırtınayı ve yarattığı etkiyi düşünecek olursak bu tür satış başarısı elde etmiş gençlik serileri arasında en negatif gelişimi gösteren seri olabilir. hem filmler hem kitaplar çok ciddi alay konusuna döndü ve aşağılandı.

    bunun arkasındaki ilk neden harry potter ve açlık oyunları gibi serilerin kahramanlık öyküleri olup ana karakterlerin kötü olanı yenme mücadelelerini anlatmasıyken alacaranlık'ın bir romans olması. alacakaranlık serisi, her şeyden önce bir vampir kitabı değil, bir aşk hikayesi. buna karşılık harry ve katniss hiçbir zaman aşk hikayeleriyle öne çıkmadılar. toplumları için mücadele eden karakterlerin öyküsü, kişisel aşk dramasını anlatan bir kızın hikayesinden daha fazla saygı gördü. yine aynı şekilde serinin baş kahramanı bella swan'ın son kitaba kadar korunmaya muhtaç zayıf bir kişilik olması, onun katniss everdeen kadar sevilmesinin önüne geçti. daima zayıf ve silik bir karakter olarak hikayeye yön verme oranı oldukça düşüktü.

    bir diğer neden alacakaranlık filmlerinin kalitesinin çok kötü olması ve zaman içinde sosyal medyada caps kaynağına dönüşmesi. bu tür serilerin geniş kitlelere ulaşmasında filmlerin etkisini yadsıyamayız. bu sebeple filmlerin en azından elle tutulur olmasının önemi var. alacakaranlık ise bu konuda tam bir fiyasko. yine filmlere bağlı olarak başrol oyuncuların oynadıkları karakterleri ne kadar uzun süre üzerinde taşıdıklarının da etkisi büyük. emma watson bugün bile birçok fanın gözünde hermione granger olmaya devam ederken kristen stewart önce robert pattinson'ı aldatmasıyla, sonra saçını kestirip sarıya boyatmasıyla, ardından da biseksüel olduğunu açıklamasıyla fanların gözündeki "bella swan" imajından çok uzaklaştı. birçok fan hem stewart'a hem seriye sırtını döndü.

    başka bir neden serinin yazarının "seriden" ve "yazarlıktan" çok uzaklaşması. stephenie meyer, daha alacakaranlık serisini bitirmeden başka bir kitap çıkardı. sonrasında yazarlığa ara verip prodüktörlüğe başladı ve seriden tamamen uzaklaştı.

    ayrıntılara girdiğinizde bu nedenler arttırılabilir. ancak şu bir gerçek: dünya çapında 100 milyondan fazla satmış bir serinin "efsaneleşememesinin" temel nedeni kurgusunun sağlam olmaması. yazar farklı alanlara yönelmese ve filmler çok kaliteli olsa bile alacakaranlık serisi hiçbir zaman saygı görmeye değer bulunmayacaktı zira hiçbir faktör kurgudaki zayıflığı gizlemeye yetmeyecekti. öyle ki neresinden tutarsanız tutun elinizde kalıyor.

    buraya kadar serinin başarısızlığının genel nedenleriydi, bu noktadan sonra kurgunun başarısızlığının nedenlerine değinilecektir. doğal olarak buradan sonrası spoiler.

    --- spoiler ---

    en genelinden başlamak gerekirse, vampir kavramı özü gereği karanlıktır ve ölümsüzlük karşısında bir şeyleri feda etmeniz gerekir. güneş ışığı olur, gümüş kazıklar olur, insan kanı zorunluluğu olur. bu durum bir kural olmasa da ortada bir takas vardır. tabii ki yazar istediği fantastik canavarı kurgulamakta özgürdür, sonuçta bunun yasal bir tanımı yok ancak fantastik dünya kurarken en önemli, en hassas nokta kendi içinde tutarlı olmasıdır. ha, işte bu seride tutarlılık yok. cullen ailesi vampirliği bir lanet olarak görüp, yarım bir hayat şeklinde tanımlarken takas ettikleri hiçbir şey yok. bir defa insanken kişilikleri neyse dönüşümden sonra da aynı kişi oluyorlar, fiziksel dayanıklılık ve gücün yanında ekstra yetenekleri olabiliyor. herhangi bir şeyden etkilenmedikleri gibi güneşin onların üzerindeki tek etkisi parlamak. yazarın "karanlık bir hayat, ruhsuz bir yaşam" diye ısrarla altını çizdiği karakterlerin hepsi mükemmel eşlerine sahip, üzerine de aile kurmuşlar. hikayedeki tek sıkıntı arada bir hayvan kanı içiyor olmaları. onun dışında stephenie meyer'ın "vampir" olarak tanımladığı şey insanın upgrade edilmiş hali, gelecekte hayalini kurduğumuz yaşam biçimi. "biz çok karanlık yaratıklarız" deyip dünya üzerinde "tanrı kılığında" dolaşan fantastik yaratıklar yapınca hiçbir gerçekçiliği kalmıyor. seri boyunca edward, bella'yı dönüştürmemek için direniyor. neden? daha dayanıklı, daha güçlü, daha zeki, daha güzel, daha yetenekli, daha hızlı ve ölümsüz olmaması için. açıklama olarak da "senin ruhunu almak istemiyorum" diyor. kişiliğinden ve sevgisinden hiçbir şey kaybetmeyecek birinin ruhu nasıl gidebilir? ruh dediğimiz soyut şey bu değil mi zaten? meyer'ın hikayesinin çıkış noktası aşık olması yasak olan birine aşık olan edward'ı anlatmak. buraya kadar tamam ancak yarattığı fantastik canavara özgün bir isim bulsaymış daha tutarlı olabilirmiş. zira bu vampir tanımı ceza olmak şöyle dursun, bildiğiniz ödül. başınıza gelebilecek en iyi şey. sizi resmen "tanrılaştırıyor." bunun neresi "kırık hayat?" en büyük dezavantajı çocuk sahibi olamamaları olabilirdi ama onun bile yöntemi var ahah.

    ayrıntılara indiğimizde ise olay örgüsünün çok ciddi hatalar verdiğini görebiliriz. her şey bir yana "edward - bella - jacob" üçlüsü arasındaki dinamik baştan sona yanlış. "aşk üçgeni" nedir? iki kişinin (genellikle iki erkeğin) aynı kişiye (aynı kıza) aşık olması ve o kişinin birine karşılık vermesi sonucu ortaya çıkan kaos durumu. bu aşk üçgeninde bir kaos yok. edward bella'yı seviyor, tamam. jacob bella'yı seviyor, o da tamam. bella da hem edward'ı hem jacob'ı seviyor. peki, sorun nerede? ortalıkta "karşılıksız aşk" durumu yok ki. bütün aşklar karşılığını bulmuş. eğer paylaşamıyorlarsa bir araya gelip günleri karalaştırsınlar. tek yapmaları gereken "bella hafta içi seninle olsun, hafta sonu ben alırım" gibi bir zamanlama yapmak. üstelik bunu yapabilirler. hem edward hem jacob inanılmaz ölçüde fedakar. sorun ne o zaman? işte sorun tam olarak bu. stephenie meyer'ın bu aşk üçgeni olayını eline yüzüne bulaştırması ve resil rüsva etmesi.

    meyer, bella'nın aynı anda iki kişiye aşık olmasını iki şekilde açıklıyor. ilki, renesmee'nin bella'nın formunun bir parçası olması ve jacob'ın ileride ona mühürleneceği gerçeği. bu, bir noktaya kadar anlaşılabilirdi ama anlaşılamıyor. zira bizzat yazarın kendisi mühürlenme denilen olayın ilk bakışta gerçekleştiğini ve birden bağlanıldığını söylerken verdiği bir röportajda bella'nın jacob'la edward'dan çok farklı bir deneyim yaşadığının altını çiziyor. "bella, aşkın sadece bir formunu tanıdı, o da ilk görüşte aşk. oysa jacob'a aşık olması arkadaş gibi başlayan ve yavaş ortaya çıkan bir süreç" diyor. bunun üstüne de bildiğiniz gibi, renesmee doğduktan sonra bella ve jacob'ın birbirlerine olan duyguları anında ortadan kalkıyor. eğer yavaşça, birbirlerini tanıyarak aşık olmuşlarsa bu nasıl gerçekleşebilir? ya da aşklarının sebebi gerçekten renesmee yani mühürlenme ise başlangıcının da bu şekilde olması gerekmez mi? bu mantığa göre, bella aslında edward'a mühürlendi (yazarın tarif ettiği aşık olma biçimine göre) ve kalkması gereken aşk da bu. yazarın anlattıklarıyla yazdıkları arasında çok sert çelişkiler mevcut.

    olayın nasıl karıştığını, içinden çıkılmaz bir hal aldığını tarif etmenin imkanı yok. hiçbir şey bella'nın aynı anda iki kişiye aşık olmasını (hele hele edward'la ilk görüşte aşk biçimini yaşarken jacob'a uzun zaman zarfında aşık olması gibi kepaze bir ifadeyi) açıklayamıyor. ha, birisi aynı anda iki kişiye karşı bir şeyler hissedebilir ama birinin doğumuyla bu aşklardan biri ortadan kalkacaksa mantıklı olan ilk görüşte ortaya çıkan aşkın kalkmasıdır, uzun dostluğa dayanan aşkın değil. yani edward'a olan duyguları bitmiş olmalıydı. veyahut jacob'la olan ilişkisini buna uygun yazmalıydı.

    dahası da var, yazar "iki aşk" dengesini de kuramamış. yeniay boyunca hep edward'ın adını sayıklayan bella, tutulma boyunca jacob'dan başka bir şey düşünmüyor. serinin ilk iki kitabını okumadan doğrudan tutulma'yı okuyan biri edward'ın iki aşığın arasına girmeye çalışan üçüncü kişi olduğunu düşünür muhtemelen. tutulma boyunca bella'nın edward aşkı tamamen sözde kalırken tüm eylemleri ve düşünceleri jacob'a odaklı. sürekli onu düşünüyor, onu özlüyor, onun için endişeleniyor ve ona kaçıyor. ilk iki kitaptan bihaber biri tutulma'da bella'nın neden esas oğlan olan jacob'ı bırakıp yan karakter edward'ı seçtiğini çok merak ederdi.

    burada da bitmiyor. jacob black, edebiyat tarihinin en tuhaf üçüncü karakter sonuna sahip. bildiğiniz gibi aşk üçgeni olan hikayelerde kurguya genellikle ikinci oğlan için yeni bir karakter girer. bazılarında ölür, bazılarında kaderini kabullenip gider. hangi hikayede ikinci oğlanın esas karakterlerin çocuğuna aşık olduğunu gördünüz? bu nasıl bir son? üstelik bunun talihsiz bir sonucu var. renesmee, jacob'ı seçerse (ki seçecek) annesinin eski aşığı ile birlikte olmuş olacak.

    bu aşk üçgenini bir kenara bırakırsak farklı sorunlar da var. seride mühürlnen kurtlar olduğu söyleniyor ama esas mühürlenme vampirler arasında. onlar da tek bir kişiyi seçip sonsuza kadar onunla yaşıyorlar. tek eşlilik var. eşlerini kaybettiklerinde yeni bir ilişki yerine ya ölü gibi yaşıyorlar ya da ölüyorlar. victoria ve irina örneğinde olduğu gibi eşlerinin intikamını alıyorlar. bu tür ilişki de iradeye dayalı değil. bunun mühürlenmekten teknik olarak ne farkı var?

    yan karakterler de çelişkili hikayelere sahipler. rosalie'nin en çok istediği şey çocuk. normal bir hayatta yaşayıp çocuk sahibi olmak istediğini söylüyor ama midnight sun'da okuduğumuz üzere inanılmaz yüzeysel ve dış görünüşüne önem veren bir karakter. bulduğu her fırsatta kendi yansımasını izleyen biri mi insan olma şansı olsa geri dönüp sıradan bir hayat yaşayacak?

    meyer, midnight sun sonrası iki roman daha yazacağını açıkladı. bunlardan birinin jacob ve renesmee ile ilgili olması bekleniyor ama bu nasıl bir gelecek olacak? ikisinin kavuştuğu bir olasılıkta yarı vampir ve yarı kurt olan iki kırmanın çocuğunu düşünsenize. yarı vampir-yarı kurt. bu iki kırma için olabilecek en iyi gelecek arkadaş kalmalarıdır muhtemelen.

    aynı hikaye daha profesyonel bir yazarın elinde olsaydı çok daha tutarlı ve övülen bir seri olabilirdi. bütün kusurlarına rağmen yazarın oluşturmayı başardığı bir atmosfer ve fanları içine çeken bir uyum vardı.

    yıllarca sosyal medya platformlarında alay konusu olmaz, her youtube yorumunun altında "it's still a better love story than twligiht" yazısı yer almazdı.

    --- spoiler ---

    filmler ya da kitaplar ne olursa olsun alacakaranlık'ın çok kaliteli olduğu bir nokta var, o da müzikleri. filmler için öyle güzel şarkılar yazıldı ki seriye karşı hisleriniz ne olursa olsun, şarkılara mutlaka göz atmalısınız. (bkz: #116776720)

  • konya’da bu röportajı veren kuryenin, getir firması tarafından hiçbir gerekçe gösterilmeden işten çıkarılması olayı.

    kaynak1 kaynak2 kaynak3

    getir? neden işten çıkardınız çocuğu? söyledikerinde 1 cümle değil 1 kelime yanlış var mı? resmi bir açıklama yapacak mısınız?

    (bkz: getir)

    (bkz: getir boykotu)

    dipçe-1: 12.11.2021 tarihli getir açıklaması

    dipçe-2: 12.11.2021 tarihli (getir açıklamasından sonra) kurye açıklaması : "evet getir beni işten attı".

    dipçe-3: bugün bir getir kuryesi arkadaşı yakaladım konuştum.
    ben: - abicim sosyal medyada sizin 14 saat çalıştığınız söyleniyor doğru mu? 7-8 saat mesainiz olduğunu söyleyenler var??
    kurye: - silktirsinler abi onlar, sabah 8, akşam 1 çalışıyouz. 12 saat zaten çalışmak zorundasın. 12 saatten sonrası artı senin için. bizler esnafız, bağkurlu gibi düşün abi.
    ben: sigortanız? kaza maza yapsanız n'oluyor?
    kurye: - abi bu gördüğün depo da bir esnafın. bu adamda getir'den franchising alıyor. bizlerde bu depo sahibine esnaf olarak hizmet veriyoruz öyle düşün. bağkur sigortamızı kendimiz yatırıyoruz. kaza mı yaptın. motorun tüm masrafları bana ait. öldüm parçalandım getir'in hiç bir sorumluluğu yok. adamlar tüm düzeni kurmuşlar. bize bir şey olsa getir en ufak bir sorumluluğu yok.
    ben: - peki kazancın nasıl yeterli mi?
    kurye: - abi 13-14 saat çalışıp 10 bin lira alsan n'olacak. hayatın silkiliyor haftanın 7 günü.

  • 20-30 dk da biraktim diyenler var. bu arkadaslara bir haberim var. film sizin gibilerden de bahsediyor. bence bir daha bakin derim :)

    tek kelimeyle mukemmel bir film olmus. sadece amerikanin degil dunyanin gelmis oldugu icler acisi hali yuzumuze vuruyor. hem de bunu cok iyi yapiyor.

    soluksuz izledim.

  • özlem türeci biontech se.'nin tıbbi sorumlusu, kurucusu ve sahibi.

    "özlem türeci ve eşi misafirimiz olacak" dense yeridir.

  • fuarlarda ingilizce, fransızca vb dillerde tercüman arayan bir firmaya başvurulmuştur. iş görüşmesine gittiğinizde sizinle birlikte mülakata girecek başka biri daha olduğunu görürsünüz. o da sizin gibi üniversite öğrencisi 22 yaşlarında bir erkektir. ikinize de bir form verirler, hangi dili hangi seviyede konuştuğunuz, aldığınız sertifikalar, çalıştığınız şirketler tarzı. ikinizi de mülakata aynı anda alırlar. mülakatı yapan ik biraz gıcıktır. önce sizle yaparlar ardından diğer çocuğa geçerler.

    ik: fransızcayı çok iyi seviyede bildiğinizi yazmışsınız?
    -evet
    ik: fransız lisesinde mi okudunuz?
    - hayır
    ik: fransızca bir üniversitede mi okudunuz?
    - hayır ama
    ik: fransız kültür'de ders mi aldınız
    - hayır ama şey
    ik: sertifikanız var mı fransızcayla ilgili
    - hayır
    ik: tamamen meraktan soruyorum, fransızcayı nerden öğrendiniz?
    - babam öğretti
    ik: babanız? fransızca öğretmeni miydi?
    - hayır ama
    ik: buyrun söyleyin nasıl öğrendiniz, sabahtan beri ama diyorsunuz
    - babam fransız, eğer adıma ya da soyadıma bakmış olsaydınız benim de fransız olduğumu anlardınız.
    ik: adınız?
    - marcel. adı marcel olan pek türk yoktur sanırım.
    .

  • bu karikatür daha önce burada vardı ancak yazarı uçmuş sanırım.. bize kısmetmiş..
    penguen no :151

    genç : bütün sülale akraba evliliği yapmış bana niye izin vermiyosunuz?!!!
    anne : çünkü dersimizi aldık!!! yıllarca sakat ya da hastalıklı çocuklarımız oldu!!... sen şanslıydın!!!... ay samet sen de bişeyler söylesene!!!
    baba : oğlum manyak mısın dayınla evlenip napıcan...

    o babanın sakin ve umursamaz tavrı yok mu..

  • sanırım üniversitenin amacını henüz kavrayamamıştır. boşa derse girdiğini söyleme sebebi, profesörün yoklama almamasıydı.

    türkiye'nin gelişmeme sebebi işte ne yazık ki bu zihniyet. gençliğin derse boşuna geldiğini düşünmesi çok acı.

    not: derse asistan olarak katıldım. konuyu benim mesleğim olarak algılamayın. sadece örnek vermek için söyledim yukarıdakileri. sabahın köründe başlayan bir ders değildi. 11.30'da başladı. hoca prensip gereği yoklama almıyor, dersine katılımı da inanılmaz fazla. sınıfta 110 öğrenci varsa, 90'ı kesinlikle dersine geliyor. öyle yorgun, argın, yaşlı birisi de değil. 45 yaşında profesör olmayı becermiş, mesleğini seven, sevdirmeye çalışan birisi. konu akademisyen değil. zaten yoklama almasa o sınıfı dolduramayacak kapasitedeyse, kürsüyü bırakması gerekiyor her görevlinin.

    gelelim üniversite öğrencisine, son 4 yılda yaptığım bir gözlem var. yeni öğrencilerin hepsi çok zeki ama tembel. üniversite öğrencisinin başarısızlık nedenleri başlığına da yazmıştım. akademik istekten yoksunlar. bu istek olmayınca haliyle akademisyenler rahatlıyor.

    azerbaycanlı bir öğrencinin türkiye'deki üniversite ve akademisyenlerle ilgili acımasız bir eleştirisi vardı, "türk öğrencilerinin bilimden anladığı isim yapmış 3-4 üniversiteden birisine gidip hiçbir şey öğrenmeden, ancak dersleri geçmek uğruna konuları ezberlemektir."

    bu söylediğim öğrenci zihin olarak üniversiteyi kavrayamadıysa, sıraları eskitmekten başka ne iş yapıyor?

    mustafa inan'ın hayat hikayesi bir bilim adamının romanında bu durum çok güzel açıklanmış oğuz atay bu durumu.

    "...efendim, bir bahçıvanın oğlu olan gauss, daha ilkokulda okurken kendini göstermiş. birg ün öğretmenleri yaramazlık yapan sınıfa bir ceza vermiş: birden yüze kadar sayıları toplayıp getirin bana, demiş. herkes hesap yapmış, sayfalar doldurmuş. gauss bir kaç dakika düşündükten sonra defterine bir satır yazıp hocaya uzatmış. 'nasıl olur canım' demiş öğretmen, 'senden akıllısı yok mu?' herhalde yokmuş. öğretmen bile bu kadar akıllı değilmiş. 'çok kolay öğretmenim,' demiş gauss, birden yüze kadar sayıları düşündüm: ilk sayı bir, son sayı yüz. toplamları 101 ediyor. sonra, baştan ve sondan iki sayıyı düşündüm: 2 ve 99. onların toplamı 101. sonra 3 ve 98, sonra 4 ve 97... hepsinin toplamı 101. bu 101'lerden ne kadar var? yüzün yarısı kadar. öyleyse 100/2 ile 101'i çarparım. istediğiniz toplam 5050 olmalı'. öğretmen şaşırdı; çünkü bu metod matematik dünyasında bilinmiyordu henüz. küçük gauss'un bulduğu yeni bir formüldü. 100 rakamıyerine 'n' sayısı konulursa, 1'den 'n'e kadar sayıların toplam formülü çıkıyordu ortaya n(n+1)/2. öğretmen ertesi gün gauss'a, bulabildiği en iyi matematik kitabını satın alarak hediye etti..."

    bu hikayenin adı ülkemizde eksik olan sistem diye devam ediyor kitapta. sonra ekliyor oğuz atay,

    "sistemi anlamak için" dedi profesör, "daha doğrusu, sistemin gerisindeki matematik düzeni anlamak için, formüllerin gerisindeki matematikçiyi, onun nasıl düşündüğünü sezmek gerekiyor. bunu öğretmiyorlar size; belki liseden sonra da öğretmiyorlar, hiç öğretmiyorlar. matematikçinin neden ve nasıl düşündüğünü hiçbir zaman bilmiyorsunuz belki. matematiği bir takım uzun ve yorucu işlemlerden ibaret gördüğünüz için de bilim çekici gelmiyor size. sayıların ve eski yunanca harflerin gerisinde canlı ilişkiler olduğunu sezemezseniz, sayılarla hayatın arasındaki ilişkiyi göremezseniz, matematik ve dolayısıyla fizik çalışmanın tek amacı sınıf geçmek olur"