hesabın var mı? giriş yap

  • türk televizyon tarihinde, esas oğlan rölünün mahallenin 2 delikanlısı tarafından dönüşümlü olarak el değiştirdiği tek dizidir. alişan* miadını doldurup başka diziye geçerken senaryo icabı öldürülüp yerine seri üretim delikanlı kadir'e* bırakmıştır. bununla beraber alişan'ın seslendirdiği "aynalı tahirim biükülmez bileğim, doğruluk hastasıyam, kralı gelse döverim lan yine" sözlü jenerik müziği de değişmesine karşın dizinin ismi "aynalı tahir", sloganı da "ölümüne aşkların destanı olarak" kalmıştır. yapımcılar, dizinin alişansız yan çizdiğini, kadir tiplemesi ile devam edemeyeceğini anladıktan sonra aynalı tahir'i resurrect etmişlerdir. "summon of tahir the mirrored" şu şekilde vuku bulmuştur :
    alişan diziden temelli ayrıldığı için aynalı tahir'i yeniden canlandıracak biri ortada henüz yoktur fakat tahir karakteri bir şekilde dizide yer almalıdır. bundan ötürü aynalı tahir, cast ajansı tarafından bir oyuncu bulunana dek, alişan'ı andıran bir dublöre, sadece yüzünden aşağısı, profilden ve perspektiften gösterilmek suretiyle canlandırtılmıştır. müteakip süre içinde aynalı tahir'i oynayacak eleman (of aman nalan'ın acemi balık şarkısının klibinde yer alan, mankenden çakma arkadaş) bulunmuştur ve bir bölüm fragmanında düşmanlarınca verilen "sen hani ölmüştün, hangi yüzle geri döndün lan" tepkisine karşılık olarak; "anamı, babamı, kızkardeşimi, gururumu, cüzdanımı, telefon rehberimi, vesikalığımı, ders notlarımı kaybettim daha kaybedecek neyim kaldı ulann" cevabı verdirilerek uzun bir aradan sonra endamı tamamen gösterilmek suretiyle diziye döndürülmüştür. yapımcılar bu kez de "esas oğlan nasıl olsa diziye döndü, diğer yan sanayi ürününü defedelim gitsin" düşüncesiyle, kadir tiplemesini, senaryo icabı öldürmüşlerdir fakat aynalı tahir'in yokluğunda kadir tiplemesine iyice alıştırılan seyircinin beklenmedik tepkisi ve yeni aynalı tahir'in fizik olarak boyun bölgesi uganda çimi inceliğinde kıllandırılmış alişan'a hiç benzememesi yüzünden, kadir karakteri, yine bir bölüm fragmanında "belki ölen o değildir, belki o kurşun başka birinin kötüne girmiştir" sunumuyla resurrect edilmiştir, summon edilmiştir... überraschen...
    bu esas oğlan dönüşümleri, ölüp gökten zembille dirilmek olmak kaydıyla defalarca sürünce, bokunun çıktığını anlayan yapımcılar iyice azalan reytingleri de bahane edip diziyi bitirmişlerdir.
    dizinin bitirilmesinde, 2 delikanlıyı zibilyon kere resurrect etmek zorunda kalıp aşırı mana kaybından ötürü tansiyonu düşerek komaya giren mahalle elder'ı erdovan'ın "skerim çay ocağını da geçmişini de bana para mı veriysunuz la" serzenişinin büyük payı olduğu rivayet ediliyor.

  • endüstri meslek liselerinin rutinlerindendir. 1800 kişilik okulda 20 kız olunca sıkıntı oluyor haliyle, ancak 18 az olmuş, bizde sadece bir taraf en az 18 oluyordu. görenler sağ sol kavgası sanıyordu, o derece iştiyakla vuruyorduk hasımlarımıza.

  • bu filmde en çok dikkatimi çeken şey "murat'ın çiğnenmesi".
    her izleyişimde çok takılıyorum bu deyişe lan.

    -murat'ı araba çiğnemiş!
    -nee? araba mı çiğnemiş!!!

    -onu gördüm baba.
    -kimi kızım?
    -kardeşimizi çiğneyen adamı gördüm.

    -o geldi.
    -kim?
    -kim olacak, murat'ı çiğneyen!
    -nee? murat'ı çiğneyen mi?! çağır gelsin.

    bir sakız gibi çiğnedi murat'ı pezevenk.

  • bugün için geçerli olan tutardır. tabii dolar kurunun 17.20 tl olduğu ortamda bunu konuşmak zaten mantıksız ancak bahsi geçen "asla" bugün hükümet istifa etse, erdoğan aday olmayacağını açıklasa, türkiye tüm dış politika sorunlarını çözse bile demektir. şöyle ki;

    türkiye asgari ücret uygulamasına 1974 yılında geçmiştir. 1974 yılından bugüne net asgari ücretler ve dolar karşılıkları şu şekildedir: görsel

    görüldüğü üzere 1974 yılından bugüne kadar (verildiği dönemdeki) en yüksek asgari ücret karşılığı 430,13 usd ile 2016 yılında görülmüş. yine 1974 ile bugünün asgari ücret dolar karşılığı ortalaması 219,36 usd'dir. (2022 için 320 usd kullanıldı)

    bu verileri paylaşma sebebim asgari ücretin dolar karşılığının 430 usd'nin üzerine asla çıkmadığı ve bu seviyeye de henüz 15 temmuz, havalimanı patlaması vs. gibi önemli olaylar gerçekleşmeden ulaşmışız.

    asgari ücret için psikolojik sınırın 450 usd olduğunu düşünerek hesaplarsak, bugün ilk paragrafta yazdığım tüm olumlu gelişmeler olsa dahi doların inebileceği minimum seviye: 4250 tl/450 usd = 9.44 tl'dir.

    asgari ücretin 6.000 tl olacağı konuşuluyor. bunun gerçekleştiği gün için hesap yaparsak kurun ulaşabileceği minimum seviye 6000 tl/450 usd = 13.33 tl'dir.

    2023 seçimlerinden sonra asgari ücretin 10.000 tl olacağını düşünelim bu sefer dolar kurunun minimum seviyesi 10000 tl/450 = 22.22 tl olacaktır.

    yeni gelen hükümet bu seviyeyi geçmek isteyebilir, dolar karşılığını daha yüksek yapabilir diyenler çıkacaktır ancak bu mümkün değildir.

    bugün hükümetin değiştiğini, tüm olumlu gelişmelerin gerçekleştiğini ve doların 4 tl'ye düştüğünü düşünelim. bu durumda asgari ücretin karşılığı 4250 tl / 4 tl = 1063 usd edecektir. bunun işverene maliyeti ise 1.470 usd olacaktır.

    şimdi eğri oturup doğru düşünelim, bu ülkede herhangi bir işletmeye 1470 usd asgari ücret ödetmek mümkün müdür? asgari ücret tarihi boyunca ulaşılmayan bu seviyelere ulaşmak mümkün müdür?

    ben cevap vereyim: bu önümüzdeki en az 20 yıl için imkansız bir olasılıktır. dolayısı ile yapılan her asgari ücret zammı, zammı alanlara derman olmadığı gibi dolar kurunun yerini sağlamlaştırmaktadır.

    her bir asgari ücret zammının ardından (ki son zamda usd karşılığı sadece 320 usd'ydi) açıklanan tutarı 450'ye bölerek kurun ulaşabileceği minimum seviyeyi hesaplamak mümkündür.

    bu arada bazılarınız "dolar düşerse asgari ücreti de düşürürler" diyebilir. bunun için de yukarıdaki tabloya tekrar bakabilirsiniz. asgari ücret tarihinde asgari ücretin düştüğü hiç görülmemiştir. alım gücü düştüğü halde eline geçen paranın miktarı artınca halay çeken bir halka alım gücü yükselse de önceki aldığında daha az para verirseniz ortalık karışacaktır.

    bu nedenle de dolar kuru, "asgari ücret küçük eşit 450 usd" denklemine göre daha düşük olacağı seviyelere inmesi durumu faiz ayarı ile düşüş durdurulacaktır. tek çare paradan sıfır atmaktır ki paradan sıfır atmak yeni bir para birimine geçiş yapmak demektir. bu da 2009'daki gibi önce başka bir para birimine ytl gibi geçmeyi sonra tl'ye geri dönmeyi gerektirir. pratikte ise asgari ücret / dolar kuru dengesi değişmez.

    __
    not: bu hesapta gösterilen hangi yılın asgari ücretinin bugünkü değerinin daha yüksek olduğu değildir. asgari ücretlerin verildiği dönemdeki karşılıklarıdır bu nedenle de enflasyon hesabı yapmanıza gerek yoktur.

  • bu gün düşürülen rus uçağının gündem olmasıyla bir arkadaştan:

    uçağı falan geçtim de nükleer savaştan sonra bizi bulacak uzaylılara eski bir iett çalışanının 3. dünya savaşı çıkardığını nasıl anlatıcaz?

  • pek farkında olmasak da dünya tarihini değiştiren etkenler arasında başa oynayan bitkilerden birisidir. ispanyol fatihlerin taşıdığı tonlarca altın ve gümüş bir asırda hızla erirken getirdikleri bir kaç sandık patates avrupa ve asya'da hızla çoğalarak artmış ve tarihin akışını değiştirmiştir.

    öyle enteresandır ki güney amerika'dan kuzey amerika'ya gidişi avrupa üzerinden olmuş, kolonileri beslemek amacıyla kendi kıtasına geri dönmüştür. sinema severlerin elizabeth the golden age filminden hatırlayacağı walter raleigh adlı tarihi karakter ingiltere ve irlanda'ya patatesi ilk getiren adam olmakla kalmamış, kurulan ilk ingiliz kolonisine de patates vererek bu ürünü kuzey amerika'ya taşımıştır. (bkz: virginia) 1995 yılında ise patata, yaşadığımız yer kürenin sınırlarını aşarak uzayda yetiştirilen ilk sebze olmuştur. gelecek yıllarda başka gezegenlerde kurulacak kolonilerde astronotları besleyecek en temel gıda kaynağı olacak olması da ayrı bir ironi. umarım ilk uzay kolonilerimizin kaderi de geçmiştekiyle aynı olmaz.

    eski dünyada belirli bir coğrafyada yetişen ürünlerin dünyanın geri kalanına yayılması lojistik, depolama, dayanıklılık gibi çeşitli faktörlerden ötürü her daim mümkün olmuyordu. ayrıca bir ürünün binlerce kilometre taşınmaya değmesi için sadece lezzeti yeterli değildi. yetiştirme ve depolama kolaylığı, her türlü coğrafyaya ayak uydurabilmesi gibi bir çok yan unsur da büyük önem arz ediyordu. bugün mısır, pirinç ve buğdaydan sonra patates gelir. yeni dünyanın keşfinden önce buğday ve pirinç çok önemliydi. sonrasında ise mısır ve patates geleceğe yön verdi.

    ispanyollar bu bitkiyi kendileri keşfetmedi. bizzat yerlilerden bütün yetiştirme tekniklerini öğrenerek taşıdılar. hatta bunun için yanlarında çiftçiler dahi getirdiler. çünkü bu bilgi aktarımı öyle kolay değildi. amerikan yerlilerinin bu bitkileri ehlileştirmesi de hiç kolay olmamıştı. konuya dair çeşitli hikayeler okudum ve tekrar insan zekasının kıvraklığına hayran kaldım. bu tür hikayeler bana, insan zekasının altında yatan sırrın büyük kısmının merak ve gözlem ilişkisi olduğunu düşündürür.

    şöyle tahayyül edin; binlerce yıl önce and dağları civarında bir inka kabilesi yaşıyor. bazı savaşlar sonucunda bereketli topraklarını bırakıp daha yüksek rakımlara çıkıyorlar. ulaştıkları noktada kıtlık gibi ağır sorunlarla baş etmeye çalışıyorlar çünkü tohumları bu iklimde yetişemiyor. bu esnada dağın eteklerinde yetişen çiçekli bir kök bitkisini fark ediyorlar. bu bitki o kadar hızlı yetişiyor ki daha önce gördükleri hiç bir şeye benzemiyor. ayrıca bir sürü hayvan bunları yiyebiliyor. yalnız insanlar çiğ yedikleri zaman zehirleniyorlar o yüzden pişirerek yemeyi deniyorlar ama onun da sonuçları ölümcül oluyor.

    bir çok bitki kaynatıldığında insana zararlı toksinlerden arınır fakat bu bitkinin içerdiği toksinler ısıdan da etkilenmiyor. yüzlerce deneme yanılmadan sonra bazı vahşi lama türlerinin bu bitkileri sorunsuzca nasıl yedikleri kafalarına takılıyor. yeni bir gözlem süreci başlıyor ve lamaların bu bitkiyi yemeden önce kil toprak yaladıklarını keşfediyorlar. haliyle onlar da aynı yöntemi taklit ediyorlar. kil topraktaki bazı minerallerin bu zararlı toksinleri absorbe ederek etkisizleştirdiğini tam olarak açıklayamasalar da işe yaradığı için bu konunun üzerine gidiyorlar.

    önceleri yabani patatesleri yenilebilir kil türleriyle beraber tüketiyorlar. sonraki yıllarda karmaşık pişirme yöntemleriyle toksinleri azaltmayı başarıyorlar. bugün hala bazı dağ köylerinde eski usüller kullanılmaya devam ediliyor. mahsül çıktığı gibi taş fırınlara atılıp gübreyle birlikte pişirilirken üzerine kil toprak döküyorlar. bu yöntemle hem çiğ stoklama derdinden hem de zehirli toksinlerden kurtuluyorlar.

    tabi ki öncelik olarak daha az toksik olan patatesleri yetiştiriyorlar, ancak bazı eski ve zehirli türleri tüketmeyi de hiç bırakmıyorlar çünkü bu türler soğuk bölgelerde sorunsuzca yetiştirilebiliyor. bu açıdan japon fugu balıklarına benzer bir durum söz konusu. fugu çok zehirli bir balık türü. emin olun sırf lezzetinden ötürü kimse ölüm riski olan bir balığı tüketmeye çalışmaz. bir dönem mecburiyetten başlayan fugu yemekleri daha sonra adete dönüşüyor. bugün fugu temizlemek için özel eğitim kurumları var. bu kurumlardan mezun olan personeliniz olmadan restoranınıza bu balığı satamıyorsunuz. japonlar tarihte bu balığın ne kadar zehirli olduğunu bizzat test ettiler. belli bir standartı yakalayana kadar binlerce insan öldü. bugün japonya'da hala senede belli bir oranda doğru hazırlanmamış fugudan zehirlenerek ölen insanlar var. şuradan tarihçesini ve fugu nedir ne değildir öğrenebilirsiniz.

    neyse patatese geri dönelim. inkalar yüksek rakım ve soğuk iklimde bu patatesleri yetiştirebiliyorlardı. orduları için vazgeçilmez bir besin kaynağıydı. o yüzden chuno icat edildi. yüksek rakımda ıslanmış mahsülü gece dona bırakıp sabah güneşte kurutup suyunu sıkarak yıllarca dayanabilecek bir ürün elde ettiler. bizim göçebe atalarımızın kurut veya basturması gibi düşünün. suyu olmadığı için uzun süre dayanan, yanınızda kolayca taşıyabileceğiniz, besin değeri yüksek bir ürün.

    yeni dünyanın kefşi ile ispanyollar altından sonra bu bitkinin değerini görür görmez idrak ederek kendi kıtalarına taşımışlar ki yine olayların baş rolünde francisco pizarro var. şu ahir dünyada yerinde olmak istediğim biri varsa o da bu adamdır. neyse i, patates pizzaro'nun ilk getirdiği vakitler pek kabul görmemiş. hatta bir çok salgının bu lanetli bitkiden geldiğine dair dedikodular türemiş. değeri zamanla anlaşılmaya başlanmış. özellikle orduları beslemek için müthiş verimli bir bitki olduğunu fransızlar çok çabuk farketmişler. daha doğrusu fransız yönetimi diyelim zira halk, kafirlerin gıdalarını bir sürü sebepten ötürü üretmek istememiş.

    louis xvi patatesi halka kabul ettirebilmek için özel bir bahçe yaptırmış. ilgi çekmesi için dışına nöbetçiler koyup tellerle çevirmiş. halk doğal olarak neymiş lan bu kadar değerli olan patates diyerek merak etmiş ve sarayın desteğiyle üretime başlamış. bu arada çeşitli patates yemekleri saray sofrasında baş göstermiş. enteresan fakat başarılı bir pr çalışması. hatta marie antoinette bazı önemli günlerde saçına, elbisesine vs. patates çiçeği koyarak tanıtıma katkıda bulunmuş. patates diyerek geçmeyin. çok güzel bir çiçeği vardır.

    kraliyet için ise önemi tamamen stratejik. doğru iklimde senede dört kez mahsül alabildiğiniz, aşırı titiz tarım teknikleri gerektirmeyen, doğru şartlar altında uzunca süre depolanabilen bir besin kaynağının halka kabul ettirilmesi her açıdan önemli. arta kalan çiğ patatesi at ve eşeklerin katır kutur yemesi de cabası.

    diğer avrupa ülkeleri de tabi ki ilk başta ordularını beslemek için kullandılar. daha kaliteli patatesler yetiştirmek için çeşitli yöntemler geliştirdiler ama fransa hep bir adım önde oldu. kendi özel türlerini ürettiler. o nedenledir ki güney amerika'dan sonra en geniş patates yemekleri çeşitliliğine sahip olan mutfak fransızlara aittir. bu sürecin devamında bütün avrupa'da bir patates furyası başladı. guano yani kuş dışkısı ve chincha adalarının meşhur olması da bu döneme rastlar. yüksek kaliteli gübreli tarımın verimini keşfeden insan oğlu hunharca kendisine gübre aramaya başlar.

    işte bu noktada devreye patatesin ana vatanı olan peru devreye girer. patatesin verimi de bu ülkeye bağlıdır çünkü kuş bokundan mamül koca koca adaları vardır. chincha adaları uzun zamandır kuşlar için bir geçiş bölgesidir. okyanus tabanındaki lav bacalarından yükselen bu adalar zaten hali hazırda mineral açısından birer cennet iken kuşlar tarafından istila edilmiş olması değerini katlar. çünkü insan elinin değmediği bu adalarda biriken tezek adanın doğal mineral deposu topraklarıyla buluştuğunda ortaya dünyanın en verimli doğal gübresi çıkmaktadır. guano bugün dahi inanılmaz yüksek verim sağlayan doğal bir gübre türüdür.

    guano'nun patatesin verimini arttırdığı gerçeği justus von liebig adlı bir organik kimyacının çalışmaları sonucu meşhur olmuştur. peru kuş boku sayesinde çok zengin olmuş, bu adalara binlerce çinli köle getirerek canları çıkana kadar çalıştırmış, bok bittiğinde ise ülke iflas etmiştir. ekonomiyi kuş bokuna bağlayıp karşılığında fransız parfümü alırsan olacağı o zaten. insan bazen tarihte devletlerin nasıl bu kadar aptalca yönetildiğine hayret ediyor. bu arada chincha adaları başlığında çok aydınlatıcı bir entry var. yazar sağolsun bu konuyu uzun uzadıya benim anlatmama gerek bırakmadan çok güzel özetlemiş. ellerine sağlık.

    entryde değinilmeyen husus ise altı üstü kuş boku yüzünden koca ülkelerin birbirine girmesidir. 40 yıl içinde peru, yaklaşık 13 milyon ton ihracat yaptı. tekel olduğu için fiyatı kendisi belirliyordu. bu hem avrupa hem kuzey amerika'da sorunlara yol açtı. ingilizler adaları istila etmeye niyetlendi. abd kongresi, 1856'da guano adaları yasası'nı geçerek amerikalılara keşfettikleri herhangi bir guano adasını istila etme hakkı verdi. milletlerin gübreye bağlılığı da yine aynı döneme denk gelir. sonrasında ise günümüze kadar bu bağ hiç kesilmedi. insanlık bu dönemde bildiğiniz bok yüzünden birbirine düştü.

    bu guano savaşının sonucu olarak yapay gübre ve modern tarımın ilk adımları atıldı. çok değil üç asır önce avrupalı bir insanın yaşam kalitesi bugünün gelişmemiş afrika ülkelerinden farklı değildi. sıradan halk doğru miktar ve çeşitlilikte beslenemiyordu. hatta afrika ve asya'daki bazı köylüler daha zengin besleniyorlardı. modern tarım sayesinde mısır ve patates yükselişe geçerek avrupa'yı yeni bir çağa taşıdı. 1700'li yıllarda bir milyardan daha az olan insan nüfusu yetersiz beslenirken bugün yedi milyardan fazla insan o dönemde yaşamış bir insandan üç kat fazla beslenebiliyor. bu da haliyle yaşam standartlarının yükselmesine ve nüfus patlamalarına yol açtı.

    yalnız bu dönem bununla kapanmadı. insanlar patatese bağlandıkça karşılarına başka sorunlar çıktı. adanın her yerine patates eken irlandalılar 200 sene içerisinde 1 milyondan 8 milyon nüfusa eriştiler. gel gelelim tek bir kaynağa bu kadar yatırım yaparken yokluğunda ne olacağını hiç hesaba katmadıkları için büyük acılar çektiler. 1845-1852 yılları arasında irlanda patates kıtlığı başladı. nereden geldiğine dair çeşitli savlar bulunan bir tür mantar türünün bütün patates hasatlarını kurutmasıyla irlanda başta olmak üzere patates yetiştiren bütün ülkeler kıtlık çekmeye başladı. süre gelen yıllarda patates bitkisine zarar veren sadece mantar da olmadı. patates yanığı dışında böceğiydi mikrobuydu derken büyük kıtlıklar yaşanmaya devam etti. özellikle kuzey avrupada yaşanan kıtlıklar insanların ölmesine, kalanların göç etmesine yol açarak sanayi devrimini hızlandırdı. irlanda'da 1 milyondan fazla insan öldü, 2 milyondan fazlası ise göç etti. devamında tabi ki patates avrupadan silinmedi fakat bu kıtlık insanlara ders oldu. patatesi korumayı, tarımda tek ürüne bağlı kalmamayı, farklı patates türleri geliştirmeyi öğretti.

    aynı dönemde hem insanlar alternatifler aramaya başladı hem de tarım daha az kişiyle daha fazla verim alınabilen yöntemler geliştirdi. boşta kalan insanlar daha çok fabrikalara yöneldi. bu kımıl zararlılarıyla mücadele ederken tarım ilaçları sanayisi gelişti. son yüzyılda patatesi kurtaracağız derken insanları içten içten yiyen kanser vakalarını arttı. türkiye'de de uzunca süre kullanılan ddt ve öncülü tarımsal zehirler de ilk başta patatesi kurtarmak için icat edilmiştir. bitkilere zerk edilen bu zehirlerin besin zinciri yoluyla insanlara, hayvanlara ve gelecek nesillere zarar verdiğini ise çok geç keşfettik.

    anlayacağınız sadece patates diyerek geçtiğimiz bu bitki son beş asırda dünyanın kaderine etki etti. yeri geldi ülkelerin savaşlar kazanmasına yol açtı, yeri geldi kıtlıklara sürükledi. ülkemizde patatesin ilk defa 1876 yılında adapazarı ovasında yetiştirildiğini bilinmektedir. patatesin, adapazarı bölgesinde yetiştirilmesinde hüdevandigar valisi ahmet vefik paşa'nın büyük rolü olmuştur. patates, toprak kokan bir ürün olduğu için köylüler tarafından fazla ilgi görmemiş, ancak daha sonra 15 yıl süreyle öşürden muaf tutulmak suretiyle bölgeye yayılmasına çalışılmış ve 15 yıl sonra ancak, tarla ziraatı halinde yetiştirilmeye başlanmıştır. 1908 -1910 yıllarında marsilya'dan sağlam ve hastalıksız patates tohumlarının getirilmesiyle verimde önemli artışlar elde edilmiş, kazançlı ve faydalı bir bitki olduğu anlaşılmıştır.

    edit- bir kaç ekleme ve typo. bir de çok uzun yeeae diyenler için mama kıvamında bir özet videosunu şuradan izleyebilirsiniz: https://youtu.be/xromdsulcle

    hatta video sonunda çok beğendiğim kısmı metin olarak şuraya ekleyeyim;

    irlandalıların göç dalgasıyla avrupa, sanayi devrimi aracılığıyla modern dünyayı meydana getirecek, gelişmekte olan fabrikalara iş gücü olabilecek, büyük, sürdürülebilir ve iyi beslenmiş bir nüfus kazandı. bu yüzden patatessiz bir dünya düşünmek neredeyse imkansız. sizce patates olmadan sanayi devrimi gerçekleşir miydi? ya da askerleri besleyen ve kolay yetiştirilen bu ürün olmasaydı ittifak devletleri 2. dünya savaşını kazabilir miydi? böyle düşünürseniz dünya tarihindeki bir çok kilometre taşı peru dağlarından gelen basit bir bitkiye bağlanabilir...

  • şile'deyiz 5 arkadaş... öğrencilik yılları. kış vakti, açık mekan yok... olanlar da bizi sarmıyor. eski alışkanlık, arabada içelim diyoruz. kimse bilmiyor şile'yi. özellikle kızlar, bulduğumuz yerleri "buranın manzarası yok ki" diyerek beğenmiyor. ortalıkta, "abi bu civarda nerede içilir arabada" diye sorabileceğimiz kimse de yok. polis karakolunun önünden geçerken sağa çekiyorum arabayı... sıkılmışım ring atmaktan. nöbetçi polis ve yanında bir başka polis sohbet etmekteler. camı açıp selam veriyorum polislere.

    - memur bey iyi akşamlar.
    - iyi akşamlar.
    - ya biz yabancıyız da, bu civarda arabayı çekip içebileceğimiz bi yer var mı?
    - tabii tabii, hemen şu yokuşu çıkın. solda bir alan var. deniz manzaralı içersiniz.
    - çok teşekkürler.

    söz konusu yokuşu çıkarken arabadakiler...

    - olm manyak mısın, polise içilecek yer mi sorulur?
    - bir saattir araba kullanıyorum. ne var işte, mis gibi yardım etti adamlar.

    neyse, mekana çekilir araba... müziktir, yıldızlardır falan. geyik yapılır, biralar içilir... biraz zaman sonra ekip arabası gelir. yanımıza gelen, nöbetçi polisin yanındaki diğer polis ve arkadaşlarıdır.

    - iyi akşamlar gençler.
    - iyi akşamlar memur bey.
    - burada içmek yasak.
    - abi sen yolladın ya bizi buraya...
    - olsun, yasak.

    türk polisi eliyle koymuş gibi yakalar diye bir laf var ya... doğrudur o laf.

  • size bir şey söyliyim mi? muhtemelen erkek tarafı bu şartları kabul etmiştir. o kadın bunları yazacak cesareti erkek tarafından almıştır.

  • "başım omuzunda olsun. ne ekmek isterim, ne su.."

    evlendik sonra. sözünün eriymiş.

    istemedi.

    ***

    arkadaşlar bu mesajı artık editlemem gerekiyor. şöyle ki boşanma aşamasındayız. istemediği bir tek eflak ve boğadan kaldı. bir de kulağımın arkası.