• çok öznel şeyler yazacağım. aslında öznel demek doğru değil, herkesin hayatı aynı. benden dünyayı kurtarmamı bekleyen insanlara ayıp olacak ama herkesi mutlu edemiyorsun hacı. nabıcan? hehe. oku diye de yazmıyorum ama sanırım anlaşılmak ve duyulmak istiyorum içten içe. ya hayatın nice cenderesinden geçtim, ne badireler atlattım ve nihayetinde geldiğim nokta bu lan; beni kimse anlamiyür. sdjhshkfgsk. bu arada yazacaklarıma anlam verebilmen için beni de tanıyor olman lazım. tanımıyorsun. giderek keskinleşen tezatı görüyorsun değil mi? gerçi tezat, hayattaki en müthiş 3-5 kavramdan biri olmalı. hem edebi sanat, hem felsefi. kendi içinde mantıklı bir zıtlık bana hep asil gelm.. hehe. kafam çok karışık, du bakalım nereye varacağız.

    artık meramımı anlatayım. to kill a mockingbird diye bir kitap var. bülbülü öldürmek diye yayımlanıyor türkiye'de. yazarı harper lee, bu kitabı 1960'da bastırdı. kitap muazzam patladı, 1 sene sonra yazarına pulitzer ödülü kazandırdı ve modern amerikan klasiklerinden sayılıyor bugün. kraliçe'nin tüm ülkelerinde okullarda okutuluyor, belki bizimkilerde bile tavsiye ediliyordur. böylesi muazzam bir başarıya rağmen harper lee'nin başka hiçbir kitabı yayımlanmadı senelerce. ta ki 2015'e kadar. yeni bir kitap; go set a watchman -türkçeye çevrildi mi bilmiyorum-. üstelik, bu tarihe kadar hanımefendinin medyada görünmesi nadir, röportaj taleplerini de reddediyor. kitap yayımlandıktan sonra öğreniyoruz ki, aslında go set a watchman, bülbülü öldürmek'ten de önce yazdığı bir romanmış. genel olarak o dönemki yayımcı ve editörlerin tavsiyesi doğrultusunda scout'un çocukluk anılarını kitaplaştırılmaya karar vermiş ve ortaya modern edebiyat klasiklerinden to kill a mockinbird çıkmış.

    bu kadar başarılı bir yazarın yıllarca hiçbir eser yayımlamaması ilginç bir hikaye olmakla birlikte, bence aslında olduğundan çok daha tuhaf. hemingway'in, herhangi bir şeyin ilk taslağı bok gibidir diye meşhur sözüne istinaden ilk etapta yazdığı şeyi beğenmemiş olabileceğini anlamakla beraber, harper lee'nin, ün ve şöhret yakaladıktan sonra, üstelik kitabı paylaşmak istemesine rağmen bile senelerce yayımlamaması bana hep saçma sapan gelir. belirli bir popülariteye ulaştığın zaman insanların sana koyduğu başarı çıtası düşüyor eski başarına istinaden. elvis ıslık çalsa greatest hits's girer, o hesap. neyse. harper lee meselesi ile ilgili lee'nin capote'ye yazılmasında çok ciddi destek verdiği in cold blood sonrası ikili arasındaki geriliminin kırgınlığı, ablasının ilk kitabının üzerine çıkamayacağına dair tavsiyesi ile yayım istememesi gibi magazin ve dedikodu tarafları da var ama değinmeyeceğim. ha bu arada kitap, ablası alice'nin ölümünden 2 yıl sonra yayımlandı. tuhaf bir tesadüf mü, dedikoduların aslı var mı, oralar karışık. hasılı; yazarın bu kitabını, avukatı bir kasada buluyor. 1957'de yazılmış bu kitap ve tam 58 yıl sonra yayımlanıyor. tabii burada insanın aklına şu geliyor; bu kitap yayınlanmasa ne olurdu? aslında hiçbir şey. harper lee'nin kesinlikle paraya ihtiyacı yoktu. yeteri kadar da ünlüydü. fakat yine de, ölümünden sadece 6 ay önce, 60 yıldır bir kasada duran bir kitabı basma ihtiyacı duydu. neden?

    burada biraz soruyu şöyle değiştirmek lazım belki; sanat nedir? neden yapılır? yılların geyiğini yapıp, sanat toplum içindir, sanat sanat içindir meselesine girecek değilim -ki orada kastedilen burada sorduğum şeyler değil- fakat pek muhtemelen birkaç milyon satacak, hatta belki satmış bir kitabın hiç olamayacak olması çok tuhaf geliyor bana. çok büyük ressamsın ama göstermiyorsun, gizli tutuyorsun. kafka, öldükten sonra meşhur oldu. bulgakov'un başyapıtı master i margarita, ölümünden sonra basıldı. klasik müzikte de vardır benzer örnekler, sefalet içinde yaşamış gelmiş geçmiş en büyük müzisyenlerin bazıları. hep bir çaba var, ulaşmaya çalışmışlar insanlar diğerlerine, bağ kurmak istemişler bildiğimiz birkaç ekstrem örnek harici. bir başka soru; sanat, birileri gördüğünde mi sanattır sadece, gözlemci nezaretinde farklı hareket eden ışık misali ki insanlar bu kadar çabalar seslerini duyurmaya? kuantum sanatı, al bu tabiri de ilk kez ben fukaradan duymuş ol, eskiz defterlerimize güzelleme olsun. ya da binlerce yıl önce felsefe algımızın temellerini atan aristo ne oldu da düşündüklerini paylaşma ihtiyacı duydu?

    insan sosyal bir hayvan. dokunacak, iletişim kuracak, duygu paylaşacak ve sair. yeni doğmuş bir çocuk bile etrafı ile ilişki kurmaya çalışıyor. dokunuyor, kokuyla rahatlıyor, kulağında ses, üzerinde bakış arıyor. hayatta kalmak için birilerine muhtaç olmanın ötesinde bir çaba bu, belki de manevi bir ihtiyaç. bağ kuruyoruz. muhtacız buna. bağ kurarak anlaşılmaya, anlamaya, yalnız olmadığımızı görmeye çalışıyoruz belki. bir vakitler okumuştum, sözüm ona avcı & toplayıcı düzeni bırakalı 12bin yıl olan insanların, 100-150 kişilik kompleks görünen ama aslında tanıdık ve akraba dediğimiz basit kabilelerde yaşamaya devam ettiklerini. dunbar sayısı var hatta, 150 der aklımızda tutabileceğimiz tanıdık limitimize. sadece kabileler arası geçişler daha üstü kapalı, daha müphem. düşününce de çok mantıklı gelir zaten. grup içinde bir nevi kabile düzeninde bulunma ihtiyacımız bile bağ kurma kaygımızla ilgili. yeri geliyor çevremizle, yeri geliyor sonraki nesillerle bağ kurmaya, iz bırakmaya çalışıyoruz. kolaya kaçan çoluk çocuğa karışıyor, zoru seçen sanatla, bilimle, felsefe ile uğraşıyor. vatan toprağını özlemekten tut da, büyüdüğün yerleri aramaya kadar her şey benzer kaygı ile yapılıyor aslında, bağ, aidiyet arıyoruz. sosyal medyanın tüm toplumsal düzeni bu denli sarsmasının sebebi de konfor bölgemizi tehdit ederek 100-150 kişilik çevremize açtığımız mahremimizi binlere, yerine göre milyonlara ulaştırabiliyor olması. seni idare edecek o yakın çevren varken, artık binlerce acımasız yabancıya açılıyorsun. o yüzden de çok korkutucu zaten. gün oluyor anlaşılmayan bir şaka bile bir ömür tamiri mümkün olmayacak itibar hasarlarına, kimilerinin canına sebep olurken, birilerinin hayatını karartabiliyor.

    ve ben, bu ve benzeri şeyler her düştüğümde aklıma insan ne kadar yavşak, yılışık bir şey diyorum kendime. senelerdir. son zamanlarda çok düşünür oldum bu mesele üzerine ve yeni yeni kendime itiraf edebilmeye başladım; ben galiba bunu biraz da korku ile söylüyorum. çünkü tam olarak ifade edebilmem çok zor ama bağ kuramıyorum ben. dünyada kıymet verdiğim insan sayısı 10. bunların bir kısmı sofradan erken kalktılar. yenisini kuramıyorum. doğrusu kurmuyorum da. istemiyorum. ve bunun aslında bir problem olması gerektiğini düşünüyorum ama problemmiş gibi hissetmiyorum. çelişkiyi anlatabiliyor muyum aga? hem sikimde değil, hem her an aklımda. bu tip şeyler de hep yalnız ve mutsuzken gelir aklıma zaten, evde hatunla mandalina yerken hiç düşünmem. buradan hareketle aslında bağ kurmanın temel nedeni olan iz bırakma arzusuna geliyorum ve soruyorum kendime; iz bırakmalı mıyım? akıntıya karşı kürek çekmeli miyim? bir şeylerin ispat için uğraşmalı mıyım? yoksa huzur, rüzgarın savurduğu yaprak gibi kendini bırakmakta mı?

    108 milyar insan geçti dünyadan, 200bin yıldır. hepsi benzer sorular sordu, soruyor, soracak ama çok azı paylaşabilecek kadar cesur. ya amına koyim ne anlatıyordum, yine kaşla göz arasında fatih terim'e döndüm. hülasası; çok garip, öyle değil mi?

    düzelt: la arada da kendime mangal yürek rişar kisvesi de vermişim ha. az çakal değilim. hehe.
  • doğumundan beri gözlemleyebildiğim tek bebek olan yeğenimin benimle ilk yaptığı şey bağ kurmak oldu. o göz temasını ancak böyle anlatabilirim. o gözlerini bana dikip elleriyle salyalı ağzı arasına kafamı sokmaya, beni sevmeye ve yemeye çalışmasını ancak bu sözcükle anlatabilirim. beni kabul edip etmeme aşaması yok, doğrudan akışıyor. hızlı, "bilgi" (yani detay) aktarımı inanılmaz yüksek, kafa açıcı, gönendirici, çok güzel bir şey. neden bu kadar güzel? gündelik hayatta az bağ kuruyoruz da ondan. çok genel bir tanım oldu ama daha spesifiğini bulamadım. ilişki değil, bağ.

    böyle bir bağın gönendiriciliğine benim ya da bir ebeveynin bu kadar muhtaç olmasının arkasındaki ezikliğimize ve bunun sonuçlarına girmiyorum. şuna giriyorum: nelerle bağ kuruyoruz? hayvanlarla, doğayla, bebeklerle (çocuklarla değil galiba), sevgililerle, içten bir duada tanrıyla, bir muhabbette bir aydınlanma anında karşımızdakiyle, sanat eserleriyle, süper bir müzikle, bizi bizden alan bir yazıyla...

    bu bağ kurma olayı herkesin bildiği bir şey, bence çoğu insanın özlediği de bir şey. öğrenilmesi gerekmeyen bir alfabenin ilk harfi gibi. bazı psikanalistler galiba bunu açıklamayı denemiş (insanın çaresizliği vs. üzerinden). haklı olabilirler, bilmiyorum, ama bağ kurma olayının kendisi ne kadar önemli! şu anda sözlüğü filan okurken bile aradığınız şey bir ihtimalle bu: bağ. internetin ve cep telefonu şirketlerinin bile öncelikli vaadi, link değil, connection. mutlu mu olmak istiyorsunuz (e herhalde istiyorsunuz), sahiden bağ kurmayı önemseyin! bağ kurmaktan korkma diyeceğim de, biliyorum zor. bağ kurmaya çalışırken sıçarsan ve kalbine karanlık çökerse, hemen peşini bırakma. asla pes etme. işkenceyi arttır. :)
  • bir şeyle bağımızı koparmadan önce ona olan merakımızı kaybedermişiz.

    bilişsel terapiyle depresyon tedavisinde bilişsel çarpıtmalar çözdürülür. açığa çıkarılır, sorgulanır ve yenilenmiş inançlar olarak yeniden yerleştirilir.

    bu inançları kendi kendimize değiştiremiyoruz çünkü hiç bakmayı ummadığımız yerlerdeki inançlar hiç fark etmediğimiz düşünce şekilleri ortaya çıkarıyor ve bu düşünce şekilleri de oldukça mekanik aslına bakılırsa. hislerimiz bizi belirli yönde niyet okumaya, önyargılarda bulunmaya, siyah-beyaz düşünmeye itiyor ama bu düşünme şeklini geliştirme sürecinde, bir noktada, merak duygumuzu yitiriyoruz. ve biçimler yerleşiyor.

    ben dediğimiz andan itibaren her şey yerli yerinde aslında. yani neyin cevap verip neyin cevap vermediğine 20 yaşınızda karar vermiyorsunuz. el kadarken, bacak kadar boyunuzla koşuştururken tamamlanıyor. ve elinizde iki insan modeli var. anne ve baba.

    aslında bu kısıtlı örneklemden uzaklaşmak, merak ateşini yakmakla ilgili gerekli bir adım. çünkü dünyada neyin sana iyi geldiğini denememiş olmayı istemezsin.

    hangi şeylerle bağımızı tamamen kopardığımızı anlamamız için de bolca deneyim gerekir çünkü merak hissi yoksa neyi kaçırdığımızı bilemeyiz. bu korkunç geliyor kulağa. siyah beyaz görüyorsanız mavi rengini nasıl merak edebilirsiniz? çok korkunç değil mi? bu yüzden gerçekten dinlemek ve açık fikirli kalmak değerli.

    ancak şartlar ve insanlar bize farklı bir bakış ve belki bir tutku bahşedebilirler bu durumda.

    çeşitli durumlarda nasıl tepki verdiğimizi ve hatta verdiğimiz tepkilere göre hep aynı durumlarda kaldığımızı gözlemleme şansımız da var bu bilgi sayesinde.

    yani bağ kurduğunuz şeylere dikkat edin ama bağ kuramadığınız şeylere daha çok. önceden söndürülmüş bir şey vardır belki. ve aynı şekilde cevapsız kalmak yerine yanlış bilgiler üretiyorsunuzdur.

    (bkz: bilişsel çarpıtma)
  • iki olgu ya da kişi arasında düşünce, tutum veya davranış açısından ilgili olma durumudur. bir taraftaki herhangi bir değişiklik tek yönlü veya iki yönlü değişiklikler yaratabilir.
  • "bağ benim belletirim, göt benim elletirim" cümlesinin kaynağıdır. (bkz: deyimler)
  • ayrı nesneleri "bir" eden soyut veya somut varlık..

    görünen o ki insanlar arasında var olduğu kabul edilen soyut bağlar, bildiğimiz fizikî bağlardan çok da farklı değil.. zaman içinde bakımı yapılmazsa, sık sık yenilenmezse, atan küçük lifler itinayla bağ gövdesine yapıştırılmazsa kopuş kaçınılmaz..

    geçmişi izleyerek bu günün aynasına baktığımda kişiliksiz bir çımacı görüyorum o yansımada.. elimde bir ucu kalmış, liğme liğme liflerine ayrılmış o kadar çok palamar, halat, sicim, urgan var ki..

    öteki ucu alıp gidenler de bu kadar önemsiyorlar mıdır bilmiyorum..

    sanmıyorum..

    nihayetinde liman sabit ve ben limandayım.. sefinelere kızıyorum, botlara sövüyorum, kadırgalara veryansın ediyorum, yelkenlilere atarlanıyorum..

    sonra bir an durup o şiiri hatırlıyorum:

    "...
    aslında giden değil kalandır terkeden,
    giden de bu yüzden gitmiştir zaten."

    elimde parçalanmış binbir palamar, iskelenin ucunda durup: "nerede hata yapıyorum" diye bir vird gibi tekrar tekrar soruyor, bu soruyla tükenen ömrümün kalanını da bitiriyorum..
  • küçük prens kitabından,
    "ölene kadar sorumlusun, gönül bağı kurduğun her şeyden. "
  • iki kişi arasında olduğu düşünülür ilişki tanımlanırken; ben geçen sene tam da bu zamanlarda bağın limbik sistemi olan herhangi iki canlı arasında olduğunu gördüm. kendimi kilometrelerce ötede yalnız hissediyordum. herkes de bana candy yavrum sen zaten yalnız yaşıyorsun, neden bu kadar zorlanıyorsun, diyordu. çok sonra dank etti, ben yalnız yaşamıyordum, benim evimi ve hayatımı paylaştığım, bağlı olduğum bir canlı vardı yanımda. evet, benim karanlıklar prensim. şu kedinin verdiği huzuru kimse vermedi demek istemiyorum; ama hayatımda gerçekten aramızda bir bağ olduğunu hissettiğim ve hayatımda olmasından memnun olduğum canlılardan biri.

    ve bağ, bağlı olduğunuz kişiden uzak olduğunuzda canınızı yakar, özlem duymanıza sebep olur.
  • bize mutsuzluk veren tek bir şey vardır:

    bağ...

    ben biraz daha fazla yazacağım; ama aslında konu tasavvuf felsefesinde kısa ve öz bir biçimde; üstelik tüm hatlarıyla açıklanmıştır. “bir hırka, bir lokma” felsefesi konuyu başlamadan bitirir. mutluluk için bunlardan fazlasına ihtiyacı olduğunu düşünen herkes yanılır. karnını doyurmak için “bir lokma” yiyecek ve üstünü örtmek için “bir hırka” aslında yaşamamız, varolmamız ve dolayısı ile mutlu olmamız için ihtiyacımız olan her şeydir. bunlar dışında kalan, daha iyi bir tanımla bizim dışımızda kalan her şey mutsuzluk vericidir. mutsuzluğumuzun ölçüsü ise ne kadar çok şeye ne kadar sıkı bağlandığımızdır.

    “bağlı” ve “bağımlı” sözcüklerinin aynı kökten türemiş olmaları şaşırtıcı olmasa gerek. bağlandığımız her şey bizi bağımlı yapar. bağlanmak mutsuzluk vericidir. bağlandığımız her şeyle ilgili beklentilere gireriz. halbuki bağlandıklarımızın tamamı bizim dışımızdadır. bizim dışımızda olan hiçbir şey bizim kontrolümüzde değildir. başka bir deyişle, sahip olmadığımız hiçbir şeyi kontrol edemeyiz. kontrol etmeye çalışıp edemediğimiz her şey de bizi mutsuz eder. örnek vermek gerekirse, bedenimize bile gerçek anlamıyla sahip değiliz. o bile bizi dinlemez. acıkmayı, uykusuzluğu, yaşlanmayı, hastalığı ve her şeyin sonunda gelen ölümü kontrol altına alamayız. bu dünyada bedenimizi bile kontrol edemediğimizi düşünürsek. kontrol edebileceğimiz, dolayısı ile sahip olduğumuz ne vardır? soruya cevap vermeye çalışacağım; ama şimdilik bağlanma kavramına geri dönmek istiyorum. özellikle iki şeye sıkı bağlanırız:

    geçmiş ve gelecek.

    gelecek henüz gelmemiş, henüz olmamış şeylerin tümüdür. gelecekte olmasını istediğimiz şeyleri aklımızda kurgular, geleceğin kurguladığımız şekilde gelişmesini bekler ve beklentilerimize bağlanır, bağlandıklarımızla ilgili beklentiler ediniriz. örgü hep aynıdır. bağlanmak ve mutsuz olmak. geleceği değiştirmenin bir yolu yoktur. gelecek gelmemiştir. geleceğe dair şu anki hazırlığımızı yapmamız mümkündür. onun yolu da değiştirdiğimizin ancak şu anda olduğunu ve onunla sınırlı kalabileceğinin kabulü ile mümkündür.

    ya geçmiş? günümüz insanının yaşadığı sorunların büyük bir kısmının kaynağı geçmiştedir. insanın mutsuzluğu çoğunlukla kendi kişisel geçmişinden kaynaklanır.

    hepimiz çocuk olduk... herbirimiz istemediğimiz şeyler yaşadık. bazılarımız annesinden babasından beklediği ilgiyi alamadı. aslında geçmişte yaşanan geçmişte kaldı. o zamanında alamadığımız ilgiyi şimdi almanın yolu da yok, anlamı da... ödeştirmek isteyen için yapabilecek tek şey var. ilgisiz anne babaya dünyayı dar etmek. bazıları ciddi ciddi anne baba ile hesaplaşma içerisine girer. bazıları ise temsili anne-babayla uğraşır. anne-babayı temsil eden kimdir? iktidar sahibi olan her şeydir. iş yerinde amir anne babayı temsil eder. devlet, anne-baba temsiline çok iyi bir örnektir. devletin şu anki durumunu ve ona karşı olan baş kaldırmayı “şu an” ifadesinin altını çizerek bu paragrafta konu dışında bırakıyorum. teşbihte hata olmaz: denize açılan atalarının ele geçirdiği gemileri içindeki mürettebat ile birlikte yakmasına içerleyen bireye ne demeli? gaddar türklerin cenevizlilere yaptıklarından dolayı acı çeken; onlara yaptıklarımızı kabul edip özür dilememizi bekleyen bireyin mutsuzluğu ülkesinin sınırlarını bile aşar. beklentileri karşılanmadığı için ağlayan bu çocuk dünyanın dört köşesinde ilgi çeker, pışpışlayanı çok olur. ama bu küçük çocuğun acıları azalır mı, mutsuzluğu biter mi? cevap vermek için örnekteki “çeçmişteki gaddar türkler” ile kastedilenlerin kim olduğuna bakalım. gaddarlık genelde babayla ilgili hayal kırıklıklarının sonucudur. geçmişe dönüp kendini babadan kurtarmanın bir yolu yoktur. üstelik yaptıklarından kurtulunması gereken bir baba olduğu da şüphelidir. ya olaylar bizim gördüğümüz şekilde gelişmemişse? ya aslında bizi hayal kırıklığına uğrattığını düşündüğümüz babamız elinden geleni yapmış; fakat bizim beklentilerimizi tatmin edecek davranışı bir nedenle gösterememişse? ya o baba gerçekte bizim onu gördüğümüz “gaddar” rolünü hiç oynamamışsa? ya aslında her şey bizim onları nasıl gördüğümüzle ilgiliyse? babamızın elinden geldiğinin en iyisini yaptığını bilmek oyuncağımızı elimizden alır. bizim mutsuzluk oyunu için gaddar bir babaya, gaddar bir amire, gaddar bir öğretmene, gaddar atalara, gaddar bir dünyaya ihtiyacımız var. örneğimizdeki biz neden amerikalıların katlettiği yerlilere, köle ettiği afrikalılara üzülmüyoruz da; kendi ulusumuzun geçmişinden gelen bir gaddarlığa üzülüyoruz? kendi babamızla derdimiz var; başkalarının onları döven babası bizim işimize yaramaz. biz o gaddar babanın ihtiyacımız olduğunu düşündüğümüzde, beklentilerimize uygun şekilde davranmadığını düşünürüz. mezuniyet törenimizi izlemeye gelmemiştir örneğin; uzun süreli iş seyahatlerine çıkmıştır. onun kendi hayat kurgusu içinde elinden gelenin en iyisini yapmaya çalıştığını görmek, yapamadıkları olduğunu kabul etmek bize uymaz. en sevdiğimiz oyuncağımız mutsuzluktur bizim. babamız da o oyuncağa sahip olmamıza ister istemez yardım etmiştir.

    anne ile ilgili hayal kırıklıklarının ödeştirilmesine dair örnekler de bulabiliriz. ama doğrusu, ödeşmenin mümkün olmadığıdır. hele kendi hayal kırıklıklarını başkalarına ait öykülerle özdeşleştirip ne etkeni ne de edilgeni olmadığımız öyküleri yeniden yazma planları yapan romantiklerin bu dünyada huzuru bulmalarının yolu yoktur. başımıza gelen ne olmuş olursa olsun, geçmişte kaldı. dünya tarihinde geçmişe dönüp yaşadıklarını değiştirebilmiş kişilere tek bir örnek yok.

    baştaki sorumuza geri dönersek, sahip olduğumuz ve kontrol edebileceğimiz bir şeyler var mıdır? evet, sahip olduğumuz bir şey vardır. o da düşüncelerimizdir. zaten onun dışında sahip olduğumuz hiçbir şey yoktur. düşüncelerimiz dışında hiçbir şeyi kontrol edemeyiz. bu dünyada düşüncelerimiz dışında bize itaat edecek hiçbir şey yoktur. düşünmenin yolunu bilmezsek onlar bile itaat etmezler. geçmişe takılıp kalırsak örneğin, düşüncelerimiz bize acı vermekten başka bir işle meşgul olmazlar. düşüncelerimizi değiştirerek dünyayı değiştiririz. değişen ise kendi dünyamızdır ve şu anla sınırlıdır. gerçek dünya bildiği gibi dönmeye ve dönüşmek üzere olduğu dünyaya dönüşmeye devam eder. diyeceğim o ki; mutlaka bir şeyleri değiştirmek istiyorsak, kendimizi değiştirmeliyiz.

    bu dünyada sonsuza kadar mutlu edebileceğimiz tek bir kişi var.

    onun da kim olduğu malum...
  • bağlarbaşında süper sandviçleri olan bir pastane, üsküdar amerikan öğrencilerinin favori kahvaltı mekanı.
hesabın var mı? giriş yap