• insana rahatlık sağlayabildiği gibi ahir ömründe tatmadığı ızdırapları da tattırabilecek bir durum. allah hastalara şifa, sağlılıklara daha çok sağlık versin diyerek sözlerime başlıyorum.

    bildiğiniz gibi beni de askere aldılar. ben de askerlik yaptım. zor bir süreçti. sınava ankara mebs'te girdim. soruları yaparken yanıma güneş gözlüklü bir binbaşı ve iki üst teğmen geldi. "bizimle gel aslan parçası" diyerek beni uzunca bir koridordan geçirerek albayın odasına götürdüler. özel birliklerin başında kandahar'a gidecektim. yok lan atıyorum ne kandahar'ı? öyle bir görev verseler uçağa binerken götürmeyin abi diye yüzbaşının binbaşının paçasına sarılır ağlardım ben. o stresi kaldırmaz bu naif yürek. ama şimdi anlatacaklarım ciddi.

    acemilikte hastalandım ben. hastalığım da şu: bot ayağımı vurmuş, bir yerden de yara olmuş mikrop kapmış, ayağım balon gibi şişti. herkes botla dolaşırken giydirdiler terliği. züğürt ağa'da şener şen'in çiğköfte sattığı sahnedeki gibi şıppıdı şıppıdı muayeneye. doktor komutan sağolsun şöyle bir baktı. antibiyotik krem, vitamin ve 10 tane antibiyotik iğne yazdı. adını da unuttum şimdi ama çok fix bir şeydi. herkes bilir yani. bu 10 iğneyi 5 gün boyunca günde iki kere olacak yazmış. ertesi gün terlikle şıppıdık şıppıdık götürdüler beni iğneye. ben de hemşireler, doktorlar falan bekliyorum. sağlıkçı oldğunu söyleyen uzun dönem arkadaşlar. "geç poşet yat şöyle de bir saplayım nıhhhhaaaahaha" şeklinde zarif bir espriyle beni yatırdılar. allam nasıl korkuyorum ama. "ya tecrübeliyiz değil mi? sağlıkçı mıydık sivildeyken?" falan diye nazik sohbet açmaya çalışıyorum. adam bıçak gibi tutmuş enjektörü, "saplayayım mı la" diye gülüyor. ben de donumu çok afdersiniz kıyısından sıyırmış bekliyorum. neyse iğneyi yapmadan önce ordakilerden biriyle muhabbet etmiştik "toprağımı üzme. toprağım sayılır o la" falan dedi bizim iğneciye. o da ne alakaysa... memleketlerimiz arasında 10 bin ucuş mili var, adam toprağım diyor bana. neyse... lan iğneyi yaptı çocuk. hiç acımadı. önyargılı olmayacaksın demek ki inanılmaz eli hafif. sonraki günlerde de hiç acımadı.

    üç gün sonra iğneyi olacağım yerde bir hemşire vardı dostlarım. dedim "oh! işinin ehli hemşire var. çok güzel oldu, tam oldu bu". yattım sedyeye. yine ucundan kıyısından zarifçe askeri pantulumu sıyırdım. kadın bana "bu antibiyotikli iğne yakar, kasar, o yüzden rahat ol" falan diyor. oh dedim valla süper, konuşuyor rahatlatıyor. elimle de donumun kenarını tutuyorum haşa sizden kaba etimin kenarından yapsın iğneyi diye.

    kadın "rasim gel sen de arkadaşın çamaşırını indir biraz" dedi. dedi ve ben rasim'i gördüm. rasim, oz'daki simon adebisi, lost'taki mr. eko'nun kardeşi görünümünde biri. beynimden vurulmuşa döndüm. uzun dönem bir arkadaş, ama diğerlerinden çok farklı. "gardaş dur hele" diye benim bebeksi parmaklarımla zarif bir gül demetiymiş gibi tuttuğum seher yıldızı marka donumu bir çekti indirdi... don ayak bileklerimde. bir serinlik hissettim efil efil. pencere açık kapı açık. nasıl da cerayan yapıyor püfür püfür. lan kalçadan olacağım iğnede donumun ayak bileklerinde olmasının ne gereği var? panikten terliğim teki de pıtt dedi düştü. tek terlik, öbür ayağımda siyah çorap, don bilekte ben yatıyorum. kadın da "tut rasim" dedikçe geriliyorum. bir iğne yaptı, acıyı rasim'den bildim. böyle bir acı olamaz. yanıyorum. "lan acaba?" falan diye düşündükçe gerildim. geçmiş olsun dedi kadın ama bir yandan donumu çekiyorum. bir yandan düşen terliğimi giymeye çalışıyorum. bir yandan rasim'e "evlenecek miyiz? beni gerçekten seviyor musun? senin için ben neyim? diye sormak istiyorum. mahvoldum tek kelimeyle.

    çıktım ve önyargılı olmamak gerektiğini bir kez daha anladım. keşke o ilk iğneleri yapan uzun dönem arkadaş yapsaydı iğnemi diye düşündüm. özetle; askerde hasta olmak sağladığı bazı avantajlar (dinlenme, işten uzak olma vs) bir yana çok yıpratıcı bir tecrübe de olabiliyor. sonra bir daha o hemşireyi hiç görmedim. rasim'e de telefonumu verdim aramadı. şaka lan rasim'i de bir kaç kez gördüm. aynı titizlikle işini yapıyırdu. askerde herkesin bir görevi var derler. rasim'in de görevi don indirmekti herhalde. alacağın olsun adebisi rasim.
  • "kalbin attığı icin şanslısın." dedi.

    tam anlayamamıştım. 1.5 gündür bu haldeydim, saatlerce muayene sırası beklemiştim, ve sadece birkaç saniye steteskopla dinlendikten sonra aynen bu cümle söylenmişti bana. üstelik tedavim pazartesiye kalmıştı.

    'ne demek istediniz' diye sorsam mı acaba diye kendimce cesaretimi toplamaya çalışıyordum ki, karşımdaki koskoca binbaşı beni kaale bile almadan, yanındaki hemşireye döndü ve "şimdi yatıralım, pazartesi bi daha bakarız" dedi.

    'acil değil mi' diye ağzımdan bir şey çıktı mı, tam hatırlayamıyorum. zira durumum çok fena idi. ama çıktıysa bile doktorun bunu duyduğuna şüpheliydim, zira son hastasıydım ve ben koridorda hastabakıcı beklerken o çoktan önlüğünü çıkarmış ve hastaneden dışarıya çıkmıştı bile.

    günlerden cuma akşam üzeri idi ve pazartesiye en az 2 gün vardı. hastane süratle boşalmış, herkes ya çıkıyordu ya da çıkmaya hazırlanıyordu. bir tek nöbetçiler kalmıştı.

    beni tekerlekli sandalye ile yukarıya çıkardılar ve koğuşta bir yatak gösterdiler. yattım. fakat buna yatmak denemezdi, hareket bile edemiyordum. sanki bir şey boğazımı sıkıyordu, nefes alabiliyordum ama birisi sanki sadece kan damarlarımı sıkıyordu. beynime resmen kan gitmiyordu, kafam çok ağırdı.

    birkaç saat sonra hava kararmış, katın hemşiresi rutin kontrolleri yapmaya gelmişti. umarsızca odaya girdi. koskoca odada tek başınaydım. başka birkaç tane daha yatak vardı ama kimse yoktu. hemşire elinde tansiyon aleti ve steteskopla gelmişti. anlaşılan nabız ve tansiyon ölçecekti. hiçbir şey söylemeden, elimi uzatmamı işaret etti, yattığım yerden doğruldum. bileğimden tuttu, bilekteki damarımı buldu, nabız için diğer kolundaki saate bakmaya hazırlanırken yüzü birden soldu. onun yüzü solunca, benimki de soldu. benim yüzüm solunca, kalbim daha da garipleşti.

    *

    aslında, herşey bir önceki sabah içtima sırasında başlamıştı. acemilik dönemiydi ve rutin olarak sabah içtimasına çıkmıştık. uzaktan revirden çıkmakta olan asteğmen doktoru görüyordum. hepimiz sayılmak üzere bekliyorduk ki, bir anda kalbim adeta bir kuş gibi kanat çırpmaya başladı, bir anda coşmuştu. pırrr atıyordu. düzensizdi. atıyor, bir sure duruyor sonra bir anda sanki bormbardımana başlıyordu, vuruşlarını adeta kulaklarımla duyabiliyordum. gözlerim kararır gibi oldu ama kendimi toparlayabildim. bölük olarak talim alanına hareket edildiğinde yürüyemiyordum, hemen durumu uzman çavuşa söyledim. bölük komutanı çoktan jiple talim alanına gitmişti ve uzman çavuş beni bırakmaya tırsmıştı, 'arkadan yavaş yavaş gel' dedi, mecburen yürüdüm. öğlen olmuş ama benim durumumda hiç bir gelişme olmamıştı. ilk kez böyle bir şeyle karşılaştığım için de şaşkındım, normalde çabucak geçerdi ama şimdi geçmemişti. aklıma tuhaf tuhaf şeyler geliyordu, acaba şekerim filan mı düştü diye bile düşündüm. aralarda komutandan aldığım izinle olduğum yerde yatabiliyordum o kadar. sonunda nihayet komutandan tam izin alabildim ve koğuşa gelip yattım, görünüş olarak bir şeyim yoktu dolayısıyla, yorgun olduğumu, tansiyonumun düştüğünü, gözlerimin karardığını anlatamıyordum. geçmesini bekledim.

    sabah kalktığımda, geçmediği gibi daha da kötüleşmişti, daha da yorgundum. revire gittim. beni muayene eden asteğmen doktor, hemen taburun (benden daha yaşlı olan ford) ambulans minibüsünü çağırttı. herkes şaşkınlıkla bana bakıyordu. az önce muayene için diğerleri gibi sıra bekleyen bir adamdım sonuçta, görüntüde birşey yok gibiydi ama ambulans gelmişti işte. ambulans desem de içinde sedye olan bir minibüsten farkı yoktu, dışarda yan kapılarında beyaz üzerine kırmızı hilal işareti vardı o kadar. bu ambulansla ancak nizamiyeye kadar gidebildim, ordan nedense ambulanstan indirildim ve diğer erleri beklemem söylendi. birkaç dakika sonra arkası kapalı bir kamyonla hastaneye yola çıkmıştık.

    akşama kadar muayene beklemeyi, hastanede karşılaştığım durumları (her ne kadar her biri başlı başına entry konusu olsa da) es geçiyorum. nihayet akşam üzeri doktor karşısına çıktığımda sorunun çözüleceğini düşünmüş ama yukardaki cümleyi duymuştum.

    *

    hemşire ‘nasıl yani’ gibi bir şeyler mırıldandı. tansiyonumu bile ölçmeden odadan çıktı ve birkaç dakika sonra ben normal bir ambulansla dokuz eylül üniversite tıp fakültesinin acil servisine doğru yol alıyordum. servise geldiğimde genç doktorlar (veya doktor adayları) etrafımı sarmış, afe vakası geldi diyorlardı. hastalığımın adını, tam olarak 40 saat sonra öğrenebilmiştim. 'afe'. (meğer onu da yanlış öğrenmişim)

    sonra bir diğeri 'af' dedi. başka biri paf dedi, kafam gene karışmıştı... hızla damar yolu açıldı, ayak bileklerim dahil her yerime elektrodlar konuldu, kalbim monitorde takip edilmeye başlanmıştı. herkes ekrana bakıyor bana sorular soruyordu.

    fakat işin garip kısmı, her gelenin sorduğu ilk iki soru hiç değişmedi: bu ilk kez mi oluyordu, ve başlayalı kaç saat olmuştu. normalde hastalıklarla ilgili yıllardır hep şikayetiniz kaç gündür var, kaç gündür bu ağrıyı çekiyorsunuz gibi sorular duyan benden şimdi tam olarak “kaç saat” geçtiğinin cevabı öğrenilmek isteniyordu. cevabı kime verdiysem, yüzü düşüyordu.

    o sırada aklıma mönitöre bakmak geldi ve hayatımdaki en büyük korkuyu o an yaşadım. ekranda kalp ritm grafiğinin olması gereken yerde kesinlikle normal kalp ritmi grafiği yoktu. bazen en altta düz bir çizgi oluyor sonra bu düz aniden 90derece yukarıya çıkıyor sonra yukardan dümdüz devam ediyor sonra ise adeta sismografın şiddetli bir depremi ölçmesi gibi çıldırıyordu. kesinlikle kalbim normal çalışmıyordu. işin daha da kötüsü ritm sayısının olduğu yerde 70-120 gibi bir rakam olması gerekirken 200den aşağıya hiç düşmemişti. son birkaç saattir ayağa bile kalkmamıştım ama kalbim 200den fazla atıyordu. damar yolu ile çeşitli ilaçlar verirken bir de magnezyum verdiler. ilk olduğu için (ve belki de asker olduğum için) magnezyum eksikliği olabilir, bu yüzden magnezyum tedavisi başlıcaz dedi ve şırınga ile magnezyum aldım. bir kaç dakika sonra kafamın içi adeta yanıyordu, beynim sanki ateşe atılmış gibiydi. elimi kafama götürdüm, hayır sıcak değildi, ama yanıyordu.

    ölüyorum galiba diye düşündüm. nedense aklıma annem gelmişti. annemden kilometrelerce uzaktayken, iki kez başıma kötü şeyler gelmiş ve ikisinde de annem beni kilometrelerce öteden adeta duymuştu. birinde (özet olarak) parasız ve belada kaldığımda telefonla konuşurken ‘para gönderdim sana’ demişti, diğerinde ise beni yurttan hiç aramamasına rağmen yurtta hasta yatağımda ateşler içindeyken aramış, ‘içimde bir sıkıntı var, sesini duyayım istedim’ demişti… ‘acaba şu an uyuyo mudur’ diye düşündüğümü, ve beynim adeta cayır cayır yanarken içimden ona ‘elveda anneciim’ dediğimi bugün gibi hatırlıyorum.

    sabaha kadar bol bol serum ve çeşitli haplar verildi. uyumuşum, saatin kaç olduğunu bilemiyordum. uyandığımda kalbimin sesini dinledim yine. duyamadım. çok sevinmiştim. iyice duymaya çalıştım, ses yoktu. hayatımda ilk kez kalbimin sesini duymadığım için sevinç içindeydim. kafamı hafifçe kaldırdım, monitöre baktım, 86 yazıyordu ve o bildiğim normal kalp atım grafiği ekranı doldurmuştu. bankodaki güzel hemşire ile göz göze geldim. "sinüs ritminiz gece 2:30 itibariyle normale döndü" diyerek gülümsedi bana.

    birkaç dakika sonra doktor geldi ve bugün bile hatırladığım şu cümleleri sarfetti.

    "kalbinizde atriyel fibrilasyon adı verilen bir ritm bozukluğu durumu vardı. biz bunu rythmonorm ile normale döndürmeyi başardık, fakat maalesef hastanemize geç gelmişsiniz. bu tip aritmi durumlarında saatler hatta dakikalar bile önemlidir. aritmi süresi uzadıkça, kalp eski ritmini bulmakta zorluk çeker ve aritmi hali süreklilik kazanabilir. dolayısıyla önümüzdeki zamanlarda bunu tekrar yaşayabilirsiniz"

    haklı çıkmıştı... ondan sonra, bugüne kadar, birisi 17 ağustos depreminin sabahı olmak üzere tam 6 kez daha aritmi atağı yaşamış ve hepsinde de 4 farklı hastanede iyileşebilmiştim, tabiri caizse bütün ritm düzenleyici ilaçları almış, hatta son aritmi atağında kalbi normal sinüs ritmine sokabilmek için beni narkoz ile uyutmuşlar ve 2 defa elektroşok uygulamışlardı (bkz: kardiyoversiyon). günlerce sol ve sağ kaburgalarımın üzerinde devasa dört oval yanık ile gezmiştim.

    istanbul'da gezmediğim hastane ve kalp uzmanı kalmadı. kalbim için envai çeşit kontrol ve test yaptırdım, o kadar ki artık özel sağlık sigortam aritmi giderlerimi kaşılamıyordu. muhtemelen d sınıfı sıfır bir araba parası harcadım. çıkan sonuç: kalbim sapasağlam ama maalesef sinüs ritmini düzenleyici hücrelerin içinde bir takım asi hücre grupları var ve onlar kalbimin çarpmasını sağlayan düzeneği bir defa ele geçirdiler mi kontrolü geri vermek istemiyorlar ve illa ki müdahale gerekiyor.

    hayatım boyunca sigara, kahve, kola ve her türlü kafein kesinlikle yasak. meşhur deprem tarihi olan 1999 ağustos ayının 17sinden bugün şu saate kadar istisnasız her gün iki defa sabah-akşam kalp ritm düzenleyici hap alıyorum. her doktor aspirin gibi kan sulandırıcı ilaçlar içmemi tavsiye ediyor.

    evet, şanslıyım aslında.

    fakat kalbim o gün hala attığı için değil...

    o gece nöbetçi hemşire beni kontrole gelmeseydi, ya da 'nasıl olsa pazartesiye kadar burda, kontrolümü yapıp notlarımı alıp görevimi yapayım' deseydi, müdahale için 44 saat değil tam en az 96 saat bekleyecek, belki de bugün bu satırları bu kadar sağlıklı yazamıyor olacaktım.

    af için (bkz: atrial fibrilasyon)
    özellikle (bkz: #31852520)
    paf için (bkz: paroksismal atrial taşikardi)

    bazen soruyorlar 'askerliğini nerde yaptın' diye,
    'izmir'de' diye cevap verdiğimde,
    'ooo, sen kebap askerlik yapmışsın' diyorlar,
    kafa göz dalasım geliyor.
  • ülkeler arası çok gereksiz bir seyahate çıkmanıza neden olabilecek rahatsızlık türüdür. şöyle ki;

    kıbrıs, girne askeri hastanesi beyin cerrahi bölümünde doktor asteğmen'in karşında oturuyorum.

    -bel fıtığısın. dedi cart diye.

    telaşlandım tabi.

    -nedir? ne yapacağız? falan sorular sormaya başladım. ankara'ya sevk edeceğiz dedi.

    sene 2001 casa uçağı düşmüş 34 bordo bereli şehit olmuş. herkes casa'ları konuşuyor. çarşamba ercan-etimesgut arası uçuş var. salı haber geldi, genelkurmay yasaklamış casa'ların uçuşunu. hop salı akşam tekrar haber geldi çarşamba serbest bırakılmış. gittik ercan'a. bildiğin pervaneli kargo uçağı. uçağın içinde koltuk moltuk yok. sırt sırta plastik ağın içine oturuyorsun. emniyet kemeri bozuk, takılmıyor. baktım yanımdaki albay düğüm atıyor, aynen bende düğümledim kendimi casa'ya.

    pervaneler çalışmaya başladı. allah'ım o ne gürüldü. inanılmaz. kendi sesini bile duyman mümkün değil. bizim yanımda oturan albay'ın kulağına tıkaç tıkalıyor. oh mis. "bizim kulağımız kel mi lan albayım" dedim. gülümsedi. sıfır desibel ona göre.

    -kalk lan ben oturucam oraya! dedim. baktım albayda kulak-duvar. inene kadar içimde biriken tüm askerlik hissiyatını döktüm albayım nezlinde ortama.

    casa etimesgut'a öyle bir indi ki sakat olan belim ensemden çıkacak sandım.

    inerken albayımla karşılatık, başıyla gel der gibi işaret etti. sen bana bir gel de ben sana koşarım lan albayım. çart verdim selamı, haşırt kısa tekmil ardından.

    -ne konuşup durdun sen uçakta? dedi.
    -(asktir sıçtık) dua ediyordum komutanım korkuyorum biraz uçaktan, dedim. güldü.

    etimesgut'a girdim. kayıt yapıldı. verdiler çizgili pijama çıktım beyin cerrahi koğuşuna. 4 asker var. aynen zebralar misali çizgili çizgili yatıyorlar. az biraz çiçek, bir küçük tüp olsa etrafta sülalece gidilen piknik havası. askerlerden biri bel fıtığı ameliyatından çıkalı 15 gün olmuş, diğeri 10 gün, öbürü 5 gün en sonuncusu daha dün ameliyat olmuş. yani ameliyat sonrası iyileşme evrelerini bildiğin gözlemleyebiliyorsun. büyük imkan sunuyor tsk.

    ertesi gün çekildi benim tomografi. doktor? doktor yok! 7 gün sonra gelecek. lan haftaya çarşamba dönüş uçağında olmam lazım. hop kendimi gata'ya sevk ettirdim. gata süper. zaten sevmemiştim etimesgut'u ve çizgili pijamalarını. gata'nın adında heybet var lan. etimesgut ne öyle. püsküvü markası gibi.

    gata'ya gittim. 7. kat beyin cerrahi bölümünde geziniyorum. elimde tomografim. buldum beyaz önlüklü ama yakasındaki rozetin üzerindeki 3 yıldızdan yüzbaşı olduğu anlaşılan doktorumu. aldı eline büyük tomografi zarfını içinden filmleri çıkarıyor. ben göz ucu ile nereye yatarım acaba diye odaları dikizliyor, hemşire var mıdır? sorusuna cevap arıyorum.

    -nereden geldin? dedi.
    -girne orduevi komutanım, dedim. demez olaydım. şak soktu karton kılıfına filmleri.
    -geçen sene gravatsız almadınız beni subay restaurantına. git şimdi birliğinde tedavi ol, dedi. demek ne kelime siktiretti lan!

    perşembe 13:30 gata kapısındayım giriyorum. perşembe 13:55 gata kapısındayım şutlanmışım. hangi şerefsiz olmadı acaba annesi sonu belli film yıldızı olan sayın komutanımı subay restorantına?

    bir sonra ki çarşamba çok uzak perşembeye ve uçak çarşambaya.

    bindim bi taksiye. dedim "otogara gidelim." kafam binmilyon. "aşti" abi dedi taksici. "yok kardeşim otogar" dedim. "tamam abi aşti" dedi.

    "lan taksici bey kardeşim. aşti ne sikim afedersin" dedim. "ankara şehirler arası otobüs işletmeleri" dedi. ilber ortaylı kaçmış lavuğun içine.

    tam o sırada gördüm taksinin camından. öylece bana bakıyordu. kocaman bir duvar üzerindeydi ve mavi renkteydi.

    "bel fıtığı 533 38737889373737" gibi bir numara.

    hayat ne tuhaf lan. belki arasam, buldam bu telefonun sahibini adam kıçıma kendi imalatı bir ürün sokacak ve yüzbaşının tsk imalatı tomografiyi sokmasına gerek kalmayacak, anında iyileşeceğim.

    neyse bastım evime antalyaya. 8 saatlik yol. mis gibi yattım salıya kadar. salı gecesi vurdum tekrar ankara'ya. bu arada antalya'da ailesi olan çok dalyarak bir arkadaşıma söylemiş bulundum telefonda. ailesi bizim eve kadar geldi ve bana 10 kiloluk bir turşu küp verdi. lan ben belfıtığıyım nasıl taşıyayım. hadi taşıyayım, o dalyarak turşusuzluktan kırıldı mı? etimesgut askeri havaalanının içine kadar taşıdım turşuyu. belim çatladı. tam uçağa bineceğim, bir başçavuş durdurdu beni. elimdekini sordu. turşu dedim. baktı mis gibi turşu. "uçakta patlar o." dedi. "uçağa binemezsin." çöpe atacak oldum. aldı elimden. "ben atarım çöpe sen devam et." dedi. ne nazik komutan, yunus gibi iyi yürekli, yürütmedi beni çöp kovasına kadar.

    yallah casa, hop havalan, bol desibel, fışkırt lefkoşa ercan.

    gittim kolorduya personel şubeye ve doğruca resepsiyonisti olduğum orduevinde kalmak için 40 takla atmaya hazır asteğmen olan sözde komutanım, özde kankamın yanına. kendisi ile boş odalarda bol rakı içmişliğimiz var. canım benim.

    -beni perşembe siktirettiler çarşambaya kadar ankara'da otelde kalmak zorunda kaldım. valla ben otel parasını istiyorum, dedim. fatura falan diyecek oldu. orduevinde bomboş duran ve kendisinin kaldığı kolordudan çok daha rahat olan odaları hatırlattım. zaten çok gereksiz bir şey şu fatura. aynen onayladı beni.

    haşırt çıkartı çok iyi bir mebla para. (tabi asteğmene orduevi odasında 1 hatfa konaklama hediyesini unutmamak lazım)

    ben ne yaptım o para ile, gittim mac3 cilet aldım kendime ki çok pahalıydı bu mac3 o zaman.

    belfıtığı + casa + ankara + etimesgut + gata + antalya = cilet mac3
  • odaya girdim, tekmil verdim, "komutanım biraz ateşim var revire çıkmam gerek" dedim. "çık tabii amcaoğlu. ateş çok sakat... landıla* götürsünler seni.... "emredersiniz komutanım..." bizim taburun çalışan tek landı aranıyor, sağa sola telefon ediliyor, soruluyor, sorduruluyor. nafile, kocaman dört çarpı dört araba bulanamıyor. boş yere enerji sarfedeceğimden dolayı küfür bile edemiyorum. elimden gelebilen tek şeyi de yapamıyorum. hiçbir şey olmamış gibi yukarıdan bir asker gelip, landı büyük rütbelilerden birinin aldığını söylüyor. renault 9 ile götürüyorlar revire... "abi bunun çok ateşi var" diyor nezaretçim can ali. "müşahede odasına alalım, on dakika yatsın, ateşini ölçelim. sigara var mıydı?" diyor revirde çalışan bodur asker. bodur askere kanım ısınıyor. bodur asker çok iyi bir insana benziyor diye düşünüyorum. askere geldiğimden beri kafama sıkça takılan soru tekrar aklıma takılıyor, "iyilik yapıyor ya şimdi karşılığını da ister mi acaba?" diyerek müşahede odasındaki yatağa yatıyorum. odanın tavanına bakarken, odanın boyunun eninden bir hayli büyük olduğunu fark ediyorum. bu sinirimi çok bozuyor, beni çok kızdırıyor. o ara biri odanın ışığını söndürüp kapıyı kapatıyor. askerliğin en güzel yanından biri de bu, her duruma uygun ağza bir şarkı, bir türkü geliyor, takılıyor: odalarda ışıksızım... "buradan kayahan'ın bu güzide şarkısını ankara'da vatani görevini yapmakta olan kendime gönderiyorum. ortam size vatan bana emanet. şafak 95..." diye kendi kendime eğlenirken, gülerken uyuyakalıyorum. ne kadar zaman geçtiğini bilemeden başımda birinin elini hissedip uyanıyorum. gözümün tekini aralayıp bakıyorum: nezaretçim can ali... "fazla ateşin yok sanki" diyor, moral vermeye çalışıyor. nedense cevap vermek zorunda olduğumu düşünüyorum: "he." can ali de acayip çocuk. saçlarını zenci basketbolcular gibi kestiriyor, saçları kalıptan çıkmış gibi ama onların boylarının yarısı bile kadar yok. sonra bodur asker elinde ateş ölçen makineyle geliyor. ben civalı ateş ölçer bekliyordum ama makineyi görünce şaşırıyorum. "kendisini çok geliştirdi" diyorum içimden ve gülümsüyorum sebepsizce, anlamsızca. makineyi koca kafamdaki koca suratıma yerleştiriyor, düğmeye basıyor. 39,8 rakamını görünce gözleri büyüyor bodur askerin. "bilader senin ateşin çok yüksek... hastaneye mi göndersek acaba seni?" diyor. salak salak suratına bakıyorum. "göndereceksin tabii burada mı kalayım amk" demek istiyorum ama kendimi boşa yormayı hiç istemiyorum. zorlanarak, ses tellerimi yorarak "serum bağla" diyorum. "ben bir komutana telefon edeyim" diyor revirci. "komutanım bu saatte rahatsız ettim... kusura bakmayın ama bir arkadaş geldi. ateşi 40... hastaneyi mi gönderelim? serum mu bağlayalım?" dedikten sonra "evet, komutanım, tabii komutanım, sepet komutanım" gibisinden laflar ediyor. telefonu kapattıktan sonra şiveli bir hassiktir çekiyor. gülümsüyorum. "sana serum bağlayayım bilader" diyor sigarasından derin bir nefes çekerken. serumu bağlıyor, ışığı kapatıyor, kapıyı kapatıp gidiyor, boyu eninden bir hayli büyük olan bu soğuk odada yapayalnız kalıyorum. sanki daha önce hiç yalnız kalmamışım gibi yalnız kalıyorum. dünya üzerinde kimsem yokmuş gibi hissediyorum. gözlerimden bir iki damla yaş akıyor. "pencereden kar geliyor aman annem, gurbet bana zor geliyor aman annem" türküsünü söylemeye başlıyorum aniden. hayatım bir film olsaydı, bu dokunaklı bir sahne olurdu diye düşünüyorum. serum bitiyor, ateşim düşmüyor, komutan tekrar aranıyor. bir serum daha bağlanıyor, üstüm başım çıkartılıyor, vücuduma buz konuyor. saat iki oluyor, ateşim 37,5... renault 9 ile geri dönüyorum, tedirginim.
  • tedavi yöntemleri ve yaklaşımlar görüldükçe tüyler ürperten bir deneyime dönüşür askerde hastalanmak.

    alternatif tıp yöntemlerinin uygulandığını bile gördü bu gözler. acemilikte badim hastalanmıştır. ateşi el ile ölçülünce el yakar seviyeye çıkıp, bir de üzerine ishal eklenmiş. çocuğun ayakta duracak hali kalmamış fakat eğitime ayak uydurmaya çalışıyor. artık mecali kalmayınca ulvi komutana durumunu anlattı. gelen çözüm önerisi alternatif tıp literatüründe bulunur mu bilinmez ama...

    "oğlum sen şimdi tuvalete git sıç. üzerine de bi posta attır. hiçbir şeyin kalmaz." dedi ve işine döndü.

    sıç ve attır! işte mucize tedavi.
  • %99 inandıramazsınız. benim spor esnasında dizim dönmüştü... diz dönmesinin menisküs ve bağlarla ilgili olduğunu epey sonra, dönünce, anlayabildim.

    olay da komutanın gözünün önünde oldu ama ben default bakış açısıyla sahtekar olduğum için ne revire gönderdi amcam ne birşey.
    ilerleyen saatlerde dizim davul gibi şişince revire gitmeme razı oldu dürüst komutanım, denyo revir de default olarak 10 gün içinde 10 tane ağrı kesici iğneyi uygun gördü olayı anlatmama ve dizimin şişine şöyle göz ucuyla bakmasına rağmen.
    yazıcı olduğumdan daha sonraları spora çıkmamaya başladım ama arada tugay komutanı ve altındaki albay efendi değişince seve seve çıkmaya başladık spora...

    o dizle koşturdukça daha da kötü olduğumdan hastaneye sevk aldım en sonunda ve ağrı asker hastanesinden 1 aylık spor istirahat aldım.
    döndük doğubayazıt'a tugay'a, spora gelmediğimi ve üzerimde eşofman olmadığını tespit eden albay amcam yanıma gelip, "götlüğümün" nedenini sordu;
    asker hastanesinden aldığım raporu verdiğimde, gözümün içine baka baka raporumu yırttı ve zorla koşturdu... topallaya topallaya koştuk seve seve... ikimiz de vatani görevimizi yapıyoruz bu arada, di mi...

    son birkaç hafta da seve seve spor yaptım ve vatana olan borcumu ödemiş oldum...
    dönünce istanbul'da hastaneye gittim, mr çektiler... çapraz bağların koptuğunu ve menisküsümün yırtılmasını müteakip bir de katlandığını söylediler.
    5 saat süren bi ameliyat geçirdim, menisküsümün %30'u alındı...
    sağolsun doğubayazıt'taki sevecen komutanlarım... hiç unutmayacağım anılarla doldurdular hayatımı..

    ya bir yolunu bulup yapmayın (yurtdışına çalışmaya gidip sonunda bedelli yapın vb.) ya da sağlam torpil bulun ve asla hastalanmayın.
    benim gibi şeyinizi sallayıp askere giderseniz, doğu'nun bilmemneresinde soluğu alır, dizinizi ve incelen bacağınızı elinize alıp döner, ameliyat - fizik tedavi vs dünya parayı harcar, yaşam kalitenizi oldukça aşağı çekersiniz.
  • az önce geçen asker konvoyunu görünce aklıma geldi. her erkek evladının başına mutlaka en az bir kere gelir. gidenler dikkat.

    herkesin çevresinde mutlaka ameliyatını veya uzun tedavi gereken hastalığını askerliğine saklayan, gereken ilgiyi gören ve beraberinde de yatışını gerçekleştirmiş adamlar illaki vardır. bunun yarısını yalan olarak işaretlesen yine hayli adam var. ilk fikirler rahatlatıcı. lakin öyle değil..

    bir şubat günü ilk defa nizamiyeden girdim zırhlı birliklere. ki gitmeden herkes bu konuda ankara'nın farklı olduğunu, gerçekten askerle ilgilenildiğini söyler durur. şu ülkede kime askerlik adına ankara desen hemen göz önünde olursun, üzerinize titrerler, her şey iyidir rütbeli sayısının çok olmasından diye. ama hikayeymiş.

    gittiğimin 5 yahut 6'ıncı günü güneş göründü diye aslan gibi içliklerimizi çıkarttırdılar. sabah akşam kontrol ediyorlar var mı giyen diye. zaten eğitim alanları hayli yüksek ve oldukça düzlük. ölümüne rüzgarı yedik durduk. baktık ki olmuyor biz de parkelerin içindeki yünlü yelekleri fanilanın altına giydik gömlekten önce. kollar buz gibi olsa da en azından sırt sıcak kaldı. bu olay da kulaklarına gitmiş birisi sayesinde. eğitim alanında arama yapıyoruz diyerek 25 dakika kadar donlu bekledik. sıcaklık en fazla 4-5 derece idi. kulaklarımız bile şişti soğuktan.

    zaman zaman hasta olanlar da söylendikten 3-4 gün sonra revire götürülmeye başlandı. hastalığın başlangıcı buradan.

    sonra haftanın 2 günü nevresimler yıkanmaya gitti geldi. iyi güzel der insan buna. ama yıkandıktan sonra makinelerde kurutulmadı. bir kaç saat havalandırıldıktan sonra getirildi. akşam 9'dan sonra da hemen hemen %80'i ıslak biçimde kullandık. yatar yatmaz don paça nemli hale geldik. takım uzmanlarına ve komutanına izah etmemize rağmen de o meşhur çözümü duyduk. "yapacak bir şey yok".

    12'inci günümü doldurduğumda içten içten öksürüyordum. ufaktan ateşim vardı. revire girecekler arasına yazdırdık ismimizi akıllılık ederek kendimizce. her gün içtimada revirciler diye okudukları isimleri bekledim. kendi öksürüğümün sesinde adamı duyamayıp arkadaşlarıma takip ettirerek.

    bu arada da 10 küsür gün olduğu halde henüz evi arama imkanım olmadı. 2 bin kişinin kaldığı binanın önünde sadece 4 ankesörlü telefon vardı. bina içindeki ankesör odasını son 3-4 günde açtılar. o ara kısmet oldu aramak. öksürmekten kimseyle konuşamadım. sadece iyiyim diyebildim. kimse inanmadı.

    neyse. yine aynı şekilde pazartesi ve perşembe olmak üzere de banyo günlerimiz vardı. tümen komutanının olası bir ziyareti söz konusuysa eğitim alanında eğitimler devam ederdi. eğer o gün başka işleri haber alınmışsa doğru bölük deposuna. kazmalar küreklerle beraber seyrantepe denen tepeye. bildiğin kayayı kazmayla kazıp fidanı gömüp üzerini de oradan çıkardığımız taşlarla kapatıyorduk. oradan da koşa koşa banyoya. yaklaşık 8-9 dakikalık bir banyo söz konusu. çıktığında da en son 5 kişi olup orayı temizlememek için doğru düzgün kurulanamadan ve yarım yamalak giyinip kapı önüne çıkıyosun. fanilan donun püsürün ıslak haliyle. yarım saat kadar kim eksik kim nerde arayışından sonra da eşyaları bırakıp tekrar dışarıda 2 saat içtima beklemeye. millet giderek daha çok hasta. ben hepsinden beter.

    bu şekilde dayanamadım daha fazla. göçtüm. öksürmekten ve boğaz ağrısından konuşamamaya başladım. kurduğum en uzun cümle adım soyadım ve peşinden mecburen memleketimdi. revir denen yere de götürülmedim. ateşim de beni bayıltana kadar çıktı indi. yapabildiğim tek şey kahve makinesinden sıcak kahve içip biraz boğaz rahatlatmak oldu. en azından bir kaç cümle konuşabiliyordum.

    hastalığımın bir haftası geride kaldığında ben gece öksürmekten uyuyamamaya başladım. henüz yatmadan bir kaç defa da öksürmekten kustum. bir sonraki gününde ise ateşim daha fazla çıktı. o ankara ayazında akşama kadar titredim. akşamı da felaket oldu. uykumda kusmaya başlamışım. ateşimde yüksekmiş. uyanamadım. benden çıkan seslere uyanan badim beni silkelemeye başlamış. gözlerimi açtım ama nefes alamadığımı farkedemedim. hala ağzım da dolu. gözlerim de sulanmış, mal gibiyim. deli gibi de öksürüyorum, genzime kaçmış.

    koşarak ve ağzımı kapatarak 2 kat aşağıdaki tuvalete koştum. biraz da orda çıkardım. elimi yüzümü yıkadım. baktım arkadaşım geldi yardıma. onu da bizim çavuşluğumuzu yapan 329'uncu dönem orospu çocuğu ercan yollamış. gelirken paspas getirsin koğuşu paspaslasın diye. arkadaşımın yapmasına izin vermediler. illa ben yapacakmışım. aldım o halde koca koğuşu gecenin 3'ünde temizledim baştan. tekrar yattım. bayıldım.

    sabahına biraz iyi gibiydim ama akşamı zor ettim. akşam hiç bir şey yemedim gece yine aynı olmasın diye. ta sonraki gün revire götürüldüm. yazdılar ilaçları. istirahat felan verilmedi. 2 güne ilaçlar gelecek dendi. gelmedi tabi. 3'üncü güne geldi. ama o ilaçları aldım ve 2 öğün kullandım. zaten son günümdü orada. aldım bavulumu, dağıtım izni kullanmadan doğru erzincan ktm'ye.

    gerçi görevimi tamamladığım birlikte de hayli fazla hastalandım. zaman zaman araç çıkışları yasaklandığı için karakoldan çıkarılamadım ama çeşitli ilaçlarla vs durumu idare ettim. ama her ne olursa olsun o ilk hastalık günlerimde çektiğim eziyeti o kadar olaya rağmen geri kalan 14 ayda yaşamadım.
  • teskereye 17 gün var. elinizde 20 gün istirahat raporu var. mantıklı olan evinize gönderilmeniz. ama mantık aramıyoruz gidiyoruz bölük komutanına durumu anlatıyoruz. içimizde şüphe yok askerlik bitti diyoruz içimizden. o da ne koskoca bölük komutanı git karakola yat diyor. 4-5 gün kafayı sıyırma noktasına geliyosun. karakol komutanına gidip bana nöbet-devriye ne varsa yazın diyosun. bir darbede ondan geliyor. sen istirahatlisin diyor ve ekliyor hafta sonu sana çarşı yok. 17 gün hapis yatıp askerliğinizi tamamlıyosunuz. çünkü komutan sanıyo ki keyfinizden ameliyat olmuşsun. burnunu feda etmişsin askerden kaçmak için.

    fazla söze gerek yok askerde hastalanmak ibneliktir götlüktür yavşaklıktır. niye çünkü asker insan değil anası babası yok. robot resmen. isteyerek cekiyo o rezilliği,küfürleri. gg sebebiyle bu entry buraya kadardır bilginize...
  • askerde yapılmaması gerekenlerin başında gelen eylem. cidden bakanınız olmaz rezil olursunuz.

    aralık celbinde askere gitmiş biri olarak bu sıkıntıyı çok çektim. 45 gün kadar soğuk algınlığı yaşadım. sebebi ise komutanların bize çakıp çakı gibi asker yapma çabasıydı.

    sabah 5'te kalk vardı, 5.30'a kadar traş, bot boyası ve kahvaltı halledilmeliydi. sonra mercedesler (askerliğini yapanlar bilir :) ) bizi almaya geliyordu. bölük merkezi aynı zamanda suriye sınırında kapı karakoluydu. biz bölükte kalır, eğitimimizi taburda alır, öğlen yemeğine tekrar bölüğe gelir, öğlen sonu eğitimi için tekrar tabura, akşam yemeği için mercedeslerle bölüğe, sonra herkes bahçıvana...

    velhasıl-ı kelam; git gellerle günde 80 km yol yapıyorduk. sabah 7de, tabur ictimasında, urfanın etrafında dumanlı dağlar ve buz gibi bir hava vardı. komutanlarımızın deyimiyle aklımızı nizamiye dışında bırakan kısa dönemler eldiven, bere ve boyunluk almıştık. 3 takım 147 kişiydik. hepimizde bunlar bulunuyordu. urfa/suruç'a kar yağmazdı fakat fena bir soğuğu vardı. dedim ya, aralık ayındaydık.

    sabah ictimasında yakalarımızın bile kalkmasına izin verilmiyordu. eldiven takmamıza, şapkanın kulaklıklarının indirilmesine bile izin verilmiyordu. komutanım bere takabilir miyiz diye sorduğumuzda komutan; ''burası askeriye. tek tip kıyafet olması lazım. beresi olmayanlar vardır.'' dedi herkeste bere var komutanım deyince akıllara durgunluk veren o cümleyi sarfetti; ''bende bere yok.'' haliyle kimse bere takamamıştı. şapkanın kulaklıkları ve yaka kaldırmak da yasak olunca bi de buna yağmur altında tören yürüyüşü eklenince herkes hasta olmuştu. revir istiyorduk, izin verilmiyordu. sadece çok kötü durumdakiler revire gidebiliyor, bunların sayısı günde 3-5'i geçmiyordu. 10. günün sonunda revire çıkmak için 97'yi bulmuştu.

    yağmur altındaki yürüyüşlerden sonra üzerimizdeki kamuflajı kurutmak için çıkarttık, eşofmanlarımızı giyip kantine indiğimizde ise uzun dönemlerden biri komutana küçük hobbitleri taşıyan uruk hai'a seslenen çirkin ork gibi ''biz niye giyemiyoz?'' serzenişinden sonra eşofman giyip kantine inmek de yasaklanmıştı. eşofmanı giyen zıbarıp yatsın ya da ıslak kamuflajlarla gezin demişti komutanlardan biri... bi de ıslak kamuflaj eklenmişti sıkıntılara...

    kısa dönem olmama ve 15 gün gibi kısa bir süre geçmesine rağmen 4 ayrı yerde askerlik yapmıştım (6 ayrı yerde askerlik yapmış birinin satırlarıdır bunlar. bu da başka bir entry konusu olsun) artık herhangi bir yere tutunmak istiyordum. askerde bitmeyen sabah sporu yapmışlar, bir saat kadar sürüyor. her olumsuz durum bir araya gelince reviri açmak zorunda kaldılar. bizler için revir fırtınalı bir havada simsiyah bir gökyüzünde görünen bir ışık hüzmesi gibiydi. oraya gidince herkes iyi olacakdı. aramızda olum rapor alırız, dinleniriz bi kaç gün'' diye sevinenler bile vardı.

    nihayetinde tek sıra halinde uygun adım revire yürüyorduk. ayağımız her yere değdiğinde çıkan rap rap seslerine ''20. zırhlı tugay marşı'' sesleri karışıyordu. bitkin sesler, bitmez yollar...

    revire geldiğimizde asteğmen olan doktor (komik bir tipi vardı) şikayetlerimizi sordu. anlattık, sonra bize bir adet soğuk algınlığı ilacı verdi.
    ''komutanım. bir adet ilaçla nasıl iyileşicez?''
    ''iyi olmazsan yarın gel bir tane daha veririm.''

    komutanın o sözü ve eylemlerinden sonra nizami takılmaktan vazgeçtim. ilaç bulundurmak kesinlikle yasaktı, en az 25 gün hapis cezası vardı. eski askerlerle dialoğu iyileştirme vakti gelmişti. sigaa içseniz de içmeseniz de bir paket sigara askerde cebinizde bulunsun. tek dal sigara bile ne kapıları açıyor inanamazsınız. neyse, konumuz bu değil... acemi asker olduğumuzdan dolayı çarşı iznimiz yoktu. haliyle alışveriş yapamıyorduk. çarşıcılar vardı fakat çoğu da cezasından dolayı ilaç almaya yanaşmıyordu. ben kendi ilaç işimi revir çavuşundan halletmiştim fakat bizim takım bölük merkezinde 47 kişiydi ve en az 30-35 kişi fena halde hastaydı. o kadar kişiyi revire göndermektense koğuşu revir yapmak daha mantıklı olurdu. az önce mantık mı dedim? tüm ordu teşkilatından özür dilerim. insanların kusurlarını yüzüne vuran biri değilim aslında, klavyem sürçtü. neyse, çarşı çavuşunu ayarlayıp 4 kutu aferin, 4 kutu theraflu, 4 kutu tylol hot aldırdım. yakalanırsan seni tanımam, benden almadın diyerek verdi. sanırsın ki kolombiyada kokain ticareti yapıyoruz, o derece dikkatli, o derece gizli saklıyız... tabi ilkin durumu en kötü olanlara ulaştım, ilaçlarını verdim. ardından daha az kötü olanlara verdim. fazla kalan ilaçları kademelerden birine sakladım. yakalansam kurtarırı yoktu. efendim biz kaçak köçek bi kaç günde içtik bu ilaçları, bitimiz kanlandı ama ayağa kalkamadık. 4 gün sonra aynı kolombiya tribi ile çarşı çavuşunun yanına gittim, aynı miktarda, aynılarından istiyorum çavuş dedim. beni zora sokuyorsun, bulamam bu kadarını bidaha falan derken ikna ettik. son parti malı alınca biz biraz daha iyi olacaktık. velhasıl-ı kelam ilaçları içiyoruz ama daha önce bahsettiğim soğuk hava ve bu havaya karşı komutanların aldırmazlığı soğuk algınlığımızı tırmandırıyordu. adamakıllı iyi olamadık bi türlü...

    kısa dönem olduğumuzdan çıtkırıldımolarak adlandırılıyorduk. öksürürken ciğerlerimiz ağzımızdan fırlayacak, başımız zonklayacak duruma gelmiştik ki; aramızda konuştuk. bi karar aldık. herkes ordu mensubu tanıdıklarını arayacak ve durumdan şikayet edecekti. kısa dönemler toplu halde ve ayrı ayrı olmak sureti ile sindirilmeye çalışılıyordu. ama ne mümkün. tarihin en kalabalık kısa dönem askerleri idik, sayımız az değildi. (bkz: 331. k.d.)

    uzmanından orgeneraline kadar tüm tanıdıklar aranmıştı. hatta samimi olduklarımızın tanıdık generalleri, albayları bile... 2 günlük bir bekleme süresi oldu. komutanlar tanıdıkları arama konusunda aba altından sopa gösteriyordu. kan gövdeyi götürebilirdi ama olsundu, yoksa hastalık bizi götürecekti...

    2 günlük bekleyiş sonuç vermişti. önce urfa reviri açıldı, ardından ictimalara bere&eldivenle çıkar olmuştuk. yapılan zulmün sadece bi kısmı anlatıldığı halde taburu arayan generaller komutanlara artık ne dedi, nasıl nasihat (!) etti bilmiyorum (tahmin ediyorum) ama işe yaramıştı. hatta sabah ictimasında kükreyen zafer yüzbaşı ''lütfen'' ''rica ederim'' gibi bünyesine yabancı kelimeler ile dialog kurar olmuştu. santralci arkadaş durumu anlattı;
    ''oğlum naptınız siz? galaksiyi yağdırdınız lan binbaşının üzerine. sürekli general bağlıyorum telefonla. artık o kadar bunaldı ki tatbikata gitti dedirttiriyor.''

    eylemimiz işe yaramıştı. hava biraz bulutlanıp iki damla yağmur yağsa zafer yüzbaşı; ''alın çocukları gazinoya, çay içsinler'' diyordu... dağıtım oldu, herkes 8-9 kişilik gruplar halinde görev yapacakları karakollara yerleşmişti. ben ise hala düzelememiştim. sigara sayısında artış, sigara kalitesinde düşüş yaşıyordum. bu da öksürüğü kronik hale getirmişti... çare drogba diyerek son bir şans alternatif tıbba yöneldim. çok kuvvetli bitki çayı hazırlattım çarşıya çıktığımda. sabah akşam onu içiyordum. inanılmaz hastayım, gözlerim yuvalarında ağrıyor, başım zonkluyor fakat bitki çayı ayakta duracak enerjiyi sağlıyordu...

    karakol komutanımız teğmen 23 yaşında, karakol astsubayı 19 yaşında, ben 27 yaşındaydım. teğmen bildiğin psikopat biriydi fakat sağlığa akıl almaz şekilde er ve erbaşın sağlığına önem veriyordu. akıl mı dedim? pardon, rencide etmek istemezdim. sürekli hasta olduğumuzu ve öksürük krizlerimizi görünce teğmen beni çağırdı, durum nedir diye sordu. bi türlü iyileşemediğimizi anlattım. psikopat biriydi ama çok kuralcı değildi. günde 8 saat hudut nöbeti 8 saat ani müdahale mangası görevleri olduğundan çok üzerimize gelmiyordu. 2-3 günlük sakalla, boyasız botla ve palaskasız gezme serbestisi tanımıştı. her nöbete gittiğimizde neredeyse dizlerimize kadar çamur olmasına kayıtsız kalmıyordu kendi çapında. askeri okul mezunlarının çapı hesaplanamıyordu. hatta bu konu hakkındapi sayısının ; ''hiç bana bakmayın hacılar, asker milletini ben de çözemedim.'' dediği rivayet edilir. çarşı iznime çıkacaktım, teğmen beni çağırdı. vitamin hapı almama izin verdi. 15 günlük kullanımdan sonra toparladım çok şükür...

    arkadaşlar siz siz olun askere gitmeden en az 1 ay önce beslenmenize dikkat edin. bünyenize bol bol vitamin depolayın. orada beslenememe gibi bir sorun var. 75 kilo gidip 78'e çıktığım askerliği 64 kilo olarak bitirmeme sebep olan bir aşçı var ki akıllara ziyan...

    hülasa;

    askerde ölün ama hasta olmayın.
  • er kişinin başına gelebilecek belki de en değerli şeydir. hastalanır ve bir de izin çakarsan artık o hastalık çölde bir vaha gibi gelir diğerlerinin gözüne. mesela birinin bademciği şişer, ananı sikeyim ya niye benimki şişmedi dersin. olay aynen şöyle olmuştur, elemanın tekinin apandisti patladı ve buna 45 gün çaktılar izni. adam bölükte rambo karizmasında geziyor, geride kalanlar ise amına koyayım ya benimki niye patlamadı lan diye dövünüp duruyor. elemanın teki taktı kafaya patlatacak apandisti, çarşı izninde çıkıyor internet kafeye apandist sebepleri, apandist nasıl patlar diye kafa patlatıyor. aradan geçen 2-3 ay sonra tam biz umudu kesmişken hoyrat bir çığlık koğuşta yankılandı.

    -anaaaam, anaaaaam, amua goyiiiiim.
    -lan oğlum noooldu lan.
    -lan gol oldu lan galiba.

    45 gün izin. bekle beni samsum diye diye gitti lan herif.
hesabın var mı? giriş yap