• celsisus, fahrenheit gibi ölçü birimlerinin yetmediği onun yerine ga (gavur amı) birimiyle ifae edilen sıcaklık türü.
  • (not: bu metin ekşi sözlük için yazılmamış, sadece ilk paragraftaki tanım cümlesi ile metin içindeki link ve bkz'lar ekşi sözlük için eklenmiştir)

    3 haziran 2002 günü öğle saatlerinde, bir demir yığınının içinde, en az 24 saattir tek lokma yememiş ve sedyede ağır hasta yatar vaziyette tanıştığım sıcak.

    dışarıdaki sıcağı ikiyle çarpıp bana yansıtan demir bir mezardayım adeta. her yanı kapalı bir cezaevi aracı (bkz: #26709561)

    suyum biteli saatler olmuş. bağırıyorum, askerler duymuyor. neredeyiz, antalya'ya vardık mı? neden durduk, onu da bilmiyorum. askerlere sesleniyorum, duyan yok. duyup ilgilenmeyebileceklerini biliyorum. gardiyana sesleniyorum adıyla. yusuf. revir gardiyanı.

    sonra gene asker bakar mısın diye devam ediyorum. yol arkadaşlarım biri uzman çavuş gerisi jandarma er olmak üzere dört-beş asker, bir gardiyan ve afyon cezaevinin sivil şoförlerinden biri. (sivil: asker veya gardiyan değil anlamında).

    genelde tek mahkûm için bu kadar insan seferber edilmez, nakledilecek mahkumların biraz birikmesi beklenir. ama durumum kötüydü. ailem çok uğraştı. çankaya köşkünden (bkz: ahmet necdet sezer) bile savcılığa "böyle biri varmış, gereğinin yapılması ve tarafımıza bildirilmesi" gibi bir yazı gelmiş. sağlık durumumdan dolayı geçici tahliye de konuşuldu ama savcı beye istemediğimi söyledim. annem ve babamla kavga bile ettim. böyle bir şey yazalım demişlerdi ama karşı çıkmıştım. bana rağmen başvurmuşlar. ben af istemiyorum. ben yazar olacağım, tanık olduğum her şeyi özgürce yazacağım ve yazacaklarımın “devlet seni erken bıraktı” gibi bir ithamın gölgesinde kalmasını istemiyorum. son saatine kadar yatmak istiyorum cezamı. diğer seçenek dışarıda altı ay kalıp daha rahat şartlarda tedavi görüp sonra buraya dönmek. diğer kaygılarımın yersiz olduğunu kabul etsem de, hapishane kapısından çıkıp altı ay sonra kendi ayaklarımla tıpış tıpış gelip nasıl geri gireceğim? başka ülkeye kaçmak, sığınmacı olmak hiç düşünmediğim, istemediğim bir şey.

    çok da sıkıştım. kelepçeli veya zincirli değilim, çünkü kaçamayacak, kaçmak şöyle dursun, yardımsız yürüyemeyecek kadar hastayım. zaten antalya'ya da bunun için götürülüyorum. ring aracının içinde, iki yana dizilmiş demir oturakların ortasına yerleştirilmiş bir sedyedeyim. tek mahkûmum. ağrılarıma ve zor nefes almama (ciğerlerim su toplamış, antalya’da bu suyu da çekeceklermiş, ciğerlerime kalın iğneler sokup) ek olarak, ikinci müdürün akşamdan verdiği ve kendisinin ancak zekâ seviyesinin yettiğince anlayabildiği talimatla saat başı demir kapıları löngür löngür aça aça gelip benim ölüp ölmediğimi kontrol eden aptal bir gardiyan yüzünden uyuyamamışım. saatlerdir de yoldayız. nispeten rahat bir yolculuk olsun diye 24 saattir bir şey yemedim. zor olmadı, çünkü zaten hiç iştahım yok. ama su... su… suya çok ihtiyacım var.

    tişörtüm ıslanıp ıslanıp üzerimde kuruyor. tişörtüm ıslandıkça ağzım daha çok kuruyor. güneş tam tepede. neredeyiz, niye durduk bilmiyorum. ama sanki beni ölmeye terk ettiler. annemi, babamı, kızkardeşimi, dört yaşındaki yeğenimi düşünüyorum. bir de halam geliyor aklıma. ölürsem arkamdan ağlayacak çekirdek kadro. bir de bizimkilerle aynı zamanda komşu da olan teyzemler. tabii bir de yasin var. başımıza gelenlerde, en zor günlerimizde bize en yakın duran, yakın akraba sıfatlı devlet demirbaşlarının fareler gibi kaçıştığı günlerde bize daha çok yaklaşan uzak akraba yasin...

    sessiz sessiz ağlayarak kendimden geçiyorum. baygınlık mı, uyku mu emin olamadığım derinliklerden, kafamdan geçen bir espriyle, gülümseyerek çıkıyorum: ağlama oğlum vücut zaten su sıkıntısı yaşıyor, bir de gözyaşlarını harcama. (daha iyisini yapabilirim biliyorsunuz. o şartlarda idare eder).

    bedenimin alt tarafı su atamadığı için, üst tarafı su alamadığı için kıvranıyor. aklımdan geçen şey önce yüzümü ekşitiyor. kaşlarım çatılıyor. yine ağlamaklı oluyorum. ama başka çarem olmadığına hükmediyorum. son bir kez askerlere sesleniyorum, duyan olmuyor. belki duyuyor ama ilgilenmiyorlar. gardiyan duysa ilgilenir. hatta hangi şoförle geldik bilmiyorum ama o da duysa en azından askerleri uyarır. yok. hiç ses yok.

    belki yemeğe gittiler. ama yemek için durduysak bana neden sormuyorlar. birkaç saat önce durduğumuz yerde sordular. askerî bir tesisti. yemek yemedim ama tuvalete gittim. keşke su da alsaymışım. sesime cevap gelmeyeceğinden emin olunca sedyede hafifçe yana dönüp dibindeki son damlaya kadar "emdiğim" büyük su şişesini (bidon demek daha doğru olabilir) kucağıma çekiyorum. şişeye işemek bedenimi rahatlatırken düştüğüm hale gene ağlamaya başlıyorum sessiz sessiz. şişenin kapağını kapatıp hiç bakmamaya, görmemeye çalışarak demir oturakların altına doğru itiyorum.

    yıllar önce, 1986 sonları veya '87 başları olmalı, ankara ast'ta (bkz: ankara sanat tiyatrosu) izlediğim tek kişilik oyunu hatırlıyorum. zafer diper’in yargı oyununu. bir yerde mahsur kalan birkaç kişinin açlık ve susuzlukla imtihanıydı konu… (2015 notu: http://www.bizimtiyatro.net/…yunlar/oyun.php?id=113)

    … yargı'nın ayrıntılarını hatırlamaya çalışır, baygınlık mı, uyku mu olduğunu artık hiç anlamadığım dalgalarla boğuşurken, yaklaşan insan sesleriyle irkildim. maç konuşuyorlar! tuhaf bir şekilde, neyi beklediğimi unuttuğumu fark ettim. belki tek bir saniyeliğine, ama kesinlikle etkisi daha uzun bir “neredeyim, kimim, burası neresi?” hali yaşadım. zaten su içene kadar konuşulanları anlayıp hikâyeyi de kafamda oturtamadım. askerlerle birlikte aracın arka tarafına (normalde askerlerin yeri) binen gardiyan yusuf’un elinde su şişesi gördüm. “yusuf onu bana ver sen kendine alırsın yusuf bayılıcam onu bana ver yusuf parasını veririm” dedim, aynen böyle, noktasız virgülsüz, sayıklar gibi.

    yarım litrelik şişeyi birkaç yudumda metabolizmama dâhil ettim. gözlerim, kulaklarım ve bilincim yerine geldi. ring de hareket etti. akdeniz üniversitesi tıp fakültesi’ne doğru yola çıktık. yol boyu öğrendiklerim:

    orası antalya cezaeviymiş. beni oranın defterine kaydettirip hastaneye ondan sonra götürmeleri gerekiyormuş. işlemlerle uğraşırken maç başlamış. o gün, başta da yazdığım gibi, 3 haziran 2002’ymiş. türkiye’nin de oynayacağı dünya kupası başlıyormuş. hiç ilgilenmediğim ve tv’de, gazetede gözüme çarptıysa da hiç ilgimi çekmeyen bir konu. o sabah 11’de türkiye-brezilya maçı varmış. 11’e doğru antalya cezaevine varmışız. işlemler bitmiş, gözlerini maçtan ayıramamışlar. az bakalım şuna sonra çıkarız derken beni unutmuşlar. kendi başıma kaldığım süre bir maç süresinin biraz fazlasıymış. suyum biteli öyle uzun saatler olmamış. sıcaktan ve susuzluktan uykuyla baygınlık arası bir şeye dönüşen dalıp çıkmalarım, gün ışığı almayan hücrelerde de daha önce çok yaşadığım gibi, zaman algımı bozmuş.

    ne kadar kibar ve güler yüzlü bir hikâye! her şeyi açıklıyor. her şey açıklanınca 15 dakika öncesine kadar bizzat yaşadıklarım sanki gerçek olmaktan çıkmış gibi, ben bile rahatlıyorum…

    not: 18 gün hastanede, 4 gün antalya cezaevinin en kötü hücresinde (başgardiyanlardan biri, ki beni karısının sevgililerinden birine benzetti diye tahmin ediyorum, "bunu dördüncü katta en sondaki hücre var ya, oraya koyun" dedi) olmak üzere antalya'da 22 gün kaldım. "şehrimize/hastanemize/hapishanemize terörist gelmiş" diye durduk yere sansasyon malzemesi oldum. koskoca antalya'nın koskoca il jandarma alay komutanı bile gelip kaçabilir miyim diye odamı bizzat inceledi, alınması gereken önlemleri not aldırdı.

    giderken sedyeyle indirildiğim afyon cezaevi merdivenlerini 22 gün sonra yürüyerek çıktım. 11 ay sonra da 10 yıllık cezamı tamamladım ve tahliye edildim.

    ek: https://www.facebook.com/…3741829.1210416325&type=1
  • derece anca 37'i gectigi zaman telaffuz edilmeye baslayan sicakliklardir. 37-25 arasindaki sicakliklar antalyalilar tarafindan genellikle "hava serinceymis" olarak kategorize edilirken; 25-20 araligi ise "hava soguk baya ceket alin cikarken" olarak kategorize edilir. 20-10 arasi kara kıştır. antalyalilarin genellikle 10 derecenin altina iliskin gelismis bir algisi yoktur, uzun süre korunmasiz olarak maruz kalirlarsa donarak ölebilirler. sifirin altindaki derecelere giremiyorum bile, bu derecelerde yasama sanslari cok düsüktür, dogal seleksiyonla elenirler. maruz kalmayi birak daha hayal etmeye calisirken beyinleri donar ve ölürler.
  • 150 kiloluk bol kıllı bir tellağın apış arası gibidir.
  • ıslaktır. evet efendim bildiğiniz ıslaktır.

    10 dakika hareketsiz durmanız sırılsıklam olmanız için yeterlidir. terden bahsetmiyorum. o bambaşka. her gözeneğinizden ter fışkırır o da ıslatır ama benim bahsettiğim o değil. sigara paketi ıslanır, üstünüz ıslanır, masa sandalye ıslanır. o meşhur nem işte budur.
  • adamı asıl perişan eden, antalya sıcağı değil antalya nemidir.
  • gün içinden örnekle anlatayım bu sıcağı. mesela ofise girdiniz, klimaya şükür, oda sıcaklığı 24 derece. sonra ofisten dışarı çıkmanız gerekti. dışarısının sıcak olduğunu biliyorsunuz. hatta 41 derece, yüzde 60 nem gibi ayrıntılı şekilde biliyorsunuz. dışarı çıktığınızda yüzünüze vuran ıslak sıcaklık hissini daha bu yaz 253 kere yaşadınız. peki sonuç? 254. kez klimalı ortamdan çıkma anını yaşıyorsunuz ve yine tepkiniz "vay anasını sıcağa bak" oluyor. daha hiç "hmm evet bu sıcağı bekliyordum" diyemedim. hep ilk günkü gibi şaşırıyorum. erkeklerin 1000 defa meme görse dahi 1001. memede "ooo meme" demesi gibi bir şey.
  • ben hayatımda bugünkü kadar sıcaklık görmedim an itibariyle 41 derece
  • pencere açılmaz kapatılır (klima olmaksızın), şayet pencereyi açtığınızda yüzünüze vuran nemli sıcaklıkla çalışan bir fırının kapağını açmış gibi hissedersiniz.
  • akla zarar etkileri olabilir. beyni öğle sicaginda eritip haber ajanslarına düşebilirsiniz. http://www.dha.com.tr/…-istiyor-musunuz_735989.html
hesabın var mı? giriş yap