• 1932'de terk-i diyâr eden yazar, şair, gazeteci, tarihçi ahmet rasim'in mezar taşında "meb'us olarak öldü" yazar. politikayla pek de öyle alakâsı olmamasına rağmen ömrünün son beş yılında, fakirlikten, iki dönem (3.ve 4. dönem) istanbul milletvekilliği yapmış. evet garip ama gerçekten de fakir olduğu için milletvekili olmuş. zira vekil olmadan hemen önce o kadar darda ki 28 nisan 1927'de resimli perşembe adlı dergiye yazdığı "yazarlık yüzünden neler çektim - ekmekçi de veresiye vermeyeceğini söyledi" başlıklı bir yazıda fakirlikten dert yanmış:

    “biri:
    - kalk!.. kalk!..
    diye dürtüklüyormuş gibi gözlerim açık, yatağın içinde doğruldum. karanlık!.. komşunun yankılanan çalar saati, sabaha daha bir saatten çok sür olduğunu bildirdi. ben zaten erkenci olduğum için yataktan kalktım. gazı yaktım. birdenbire süren bi kaygının verdiği sıkıntı içinde kaldım:
    - bugün ne yapacağız?
    bir sigara sarmak için elimi pakete attığım sırada idi ki, rahmetli eşim kapıyı vurdu. kahve pişirmiş, getirdi. o zavallı da uyuyamamış. hem kahve içiyor, hem de onun yüzünde dolaşan bir tür tasanın izlerine dikkat ediyorum. dedim ki:
    - bir şey mi söyleyeceksin?
    içini çekti. bu haliyle beni üzmemek istediğini anlattı. dedim ki:
    - ne söyleyeceksen söyle:
    yine içini çektikten sonra dedi ki:
    - dün sabah ekmekçi de veresiye vermeyeceğini söyledi.”

    işte böylesi bir dertle kalkıp ankara'ya gelir 1927'de. sevgili badim incola sum in terra'nun şu entrysinde de bahsettiği üzere, o zamanki adı karaoğlan olan anafartlar caddesi'nde karşılaştığı ismail müştak mayakon sorar:
    - aman efendim. siz buradasınız da bize niçin haber vermiyorsunuz? nasılsınız , bir emriniz var mı ankara'da?
    63 yaşında ankara'ya nafaka aramaya gelen ahmet rasim iç çeker:
    - fırınlarda ekmeklerin dört köşe değil, yuvarlak yapılması yüzünde buraya kadar geldim işte.
    ismail müştak, boş gözlerle anlamaz bir halde bakınca ahmet rasim devam eder:
    - bir okka ekmek alayım dedim. elimden düşüp yuvarlanmaya başladı. bu tekerleğin peşinden ankara'ya kadar koştum. şaşkın şaşkın onu arıyorum şimdi.

    aynı akşam bu olayı çankaya köşkünde atatürk'e anlatan müştak bey paparayı yer:
    - yarım asır türk irfanına hizmet etmiş yoksul bir zat sana ankara'da ekmek aradığını söylediği halde hangi otelde kaldığını sormadın, yardım etmeye davranmadın değil mi?

    bunun üzerine o akşam bütün oteller aranıp bulunan ahmet rasim, çankaya'dan gönderilen otomobille köşke getirilir ve kendisini ayakta karşılayan atatürk, yemek masasında kendisini yanına oturtup bir aralık kulağına eğilerek:
    - boş bulunan istanbul mebusluğunu kabul buyurur musunuz diye sorar
    ahmet rasim ayağa kalkıp atatürk'ün elinin öper ve şöyle der:
    - ekmek, gerçekten arslan'ın ağzında imiş!

    lakin bu nefis mutlu anı, masadaki kılçık herifin biri bozar:
    - paşam, ahmet rasim artık bir iş göremez, çok ihtiyardır.
    bu kılçığa, atatürk'ün cevabi ise tarihidir:
    - ben ahmet rasim'i mebus namzedi, iş görsün diye yapmıyorum. iş gördü diye yapıyorum!

    bunlar gönül okşayan, nefis anektodlar; tabi eğer milletvekili nedir, devlet su işlerine memur alır gibi meclis'e vekil alınır mı, bir kişinin isteğiyle ulufe dağıtır gibi milletvekilliği dağıtılır mı, birine yardım etmenin daha farklı yolları olamaz mı gibi soruları es geçerseniz.

    bu arada çankaya köşkündeki o kılçık kimdi bilmiyorum ama öngörüsü doğru çıkmışa benziyor. gerçekten de ahmet rasim çok da iş göremeden beş yıl içinde ihtiyar bir mebus olarak ölmüş!. merhumu, güftesini kendi yazdığı dün gece bezm-i meyde âh edip anmış beni ile yadetmiş olalım. paşam'dan gelsin.

    entryde geçen diyalogların kaynakları:
    - necdet rüştü efe, türk nüktecileri, nebioğlu yayınevi, istanbul, 1967, s.22.
    - hilmi yücebaş, atatürk'ün nükteleri-fıkraları, hatıraları, kültür kitapevi, 1963, s.187.
    - midhat cemal kuntay, son posta, istanbul, 22 mart 1955.
  • işkembe çorbasına
    kana kuvvet göze fer batna ciladır,
    muhibbi fukaradır
    bir mislü bahadır
    içene şifadır çorba
    şeklinde bir şiir yazmış olduğu için ülkemizdeki işkembecilerin bir kısmının ahmet rasim adını almasına neden olmuş bunun yanında büyük akşamcı, şair ve güftekar. (bkz: sakın gec kalma erken gel)
  • reşad ekrem koçu'nun kendine has üslubuyla kaleme aldığı "merhum ahmed rasim" başlıklı yazısı, buraya alınmaya ve zevkle okunmaya değer niteliktedir. imlasına müdahale edilmeden, bugün yaygın olarak kullanılmayan bazı kelimelerin metin içerisindeki anlamları parantez içerisinde gösterilmiştir.

    "merhum ahmed rasim"

    ben merhum ahmet rasimi perestiş ettiğim (taparcasına sevdiğim) büyük türk san’atkâr ve muharriri (yazarı) evliya çelebinin, iki buçuk asır sonra gelmiş bir torunu olarak görmekteyim. evliya, nasıl, orijinal uslûbu, ince görüşü, bir venedik ressamını andıran renkli cümleleriyle devrinin hakikî tablosunu çizmeye muvaffak olmuş ise, ahmet rasim merhum da, en kuvvetli bir fotoğraf objektifinden farksız yazılarıyla, yaşadığı devrin canlı, renkli doğru yüzlerce klişesini çıkarmıştır. bu yazılar, en tipik bir istanbul çocuğunun seyyal (akıcı) zekâsı, ince zevkleri, müstehzi (alaycı) , şakrak üslûbu pürüzsüz, düzgün lisanıyla yaratılmış eşsiz şeylerdir.

    şimdi de ahmet rasim, osmanlı tarihi, tarih ve muharrir eserleriyle bize ilk tarih zevkini veren bir hocadır. fakat onun hakikî simasını, biz şehir mektuplarında, eşkâli, zamanda ve muhtelif gazetelerde çıkmış, ne yazık ki bir kitap halinde toplanamamış ve her birisi zamanının bir köşesini aksettiren bir çok makalelerinde görürüz. ahmet rasimin bu yazıları da, zamanında zevk ile okunmuştur. bugün için ve yarın için ise, hem ayni zevk ve neşe ile okunacaktır, hem de birer tarihi vesika olarak bir çok içtimaiyatçı (sosyolog) ve müverrihe (tarihçi), birer tetkik mevzuu (araştırma konusu) olacaklardır.

    ahmet rasimin yazılarında, yaşadığı devrin pisikolojisini, en bariz hatlarıyle görürüz, sonra, bu orijinal muharririn en büyük kıymetlerinden biri de, onun, muhtelif halk tabakalarına inmesi olmuştur. bütün manzaralarıyla ve her çeşit insanıyla, büyük bir şehir, istanbul, ahmet rasimin emsalsiz bir objektife benzeyen gözlerinden en gizli köşelerini bile saklayamamış, ahmet rasimin yazılarında, bir sesli filim halinde akmıştır.

    ahmet rasimin yazılarından evvelâ lstanbulun bir panoraması çıkarılabilir. sokakları, evleri ve mabetleri, çeşmeleri, meyhaneleri, batakhaneleri; vapur, kayık, tramvay, tünel, araba, nakil vasıtaları... ahmet rasimin yazılarından, lstanbulun içtimaî (toplumsal) tarihçesini okuyabiliriz. rasimin hayatı temadi eden bir inkılâp senelerine tesadüf etmiştir. inkılâpların hayat üzerinde yaptığı değişiklikleri, onun yazılarında, adım adım takip etmek mümkündür.

    balıkçılar, tulumbacılar, serseriler hırsızlar, kumarbazlar, zamanın meşhur simaları, nüktedanları, mahalle aralarından yükselen kadın ve çoluk çocuk sesleri, yangınlarda, gece baskınlarında, meyhane kavgalarında yükselen mübhem (belirsiz), karışık, anonim sesler, tabaka tabaka, sınıf sınıf, yaş yaş bütün bir ıstanbul halkı, ahmet rasimin yazılarında en öz lisanları, şiveleri, argolarıyla konuşurlar.

    ahmet rasimin yazılarını sıkınız: istanbulun kokusu, esansı damlayacaktır. evet, ahmet rasimin ölümile, biz, içtimaî hayatımıza çevrilmiş emsalsiz gözler kaybettik. ahmet rasim, ebedi döşeğinde rahat rahat uyusun, o kıymetli gözler, ve o seyyal zekâ, yurduna, elinden gelen hizmeti yapmıştır; ne duymuş ise, ne görmüş ise, alicenap (şerefli, yüksek ruhlara yaraşır) bir sevgi ve cömertlik ile, neşretmiştir (yayımlamıştır).

    kaynak
  • “yaz geceleri, sıcağın hücumundan bezip de beyoğlu’nun geniş caddelerinden süzülerek şişli taraflarında ufak ufak esen poyraza göğüs vermekte de bir lezzet varmış. evvelki gece böyle bir gezintiye lüzum görmüştüm. bizim tokatlıyan’da, eş dosttan bir ikisine cam arkasından selâm verdikten sonra, yürürken ortalığı bir çıngırak sedası tuttu. bu ses çoktan beri işitilmemiş olduğu için, beni hayret içinde bıraktı. dikkat ettim. tramvay beygirlerinin boynunda bir dizi çıngırak var. hayvanlar bu türlü musikiye alışmadıklarından, hem arabayı çekiyorlar, hem de korku içinde olarak bir çeşit huylanma tarzında rakslar yapıyorlardı.

    gece yolculuğu hakikaten hoştur. hele kırda pek lâtiftir. şişli’nin kâğıthane üzerine bakan tepelerinin o saatlerde aldığı manzaralar korku verici olduğu kadar da hisse, vicdana ayrı bir temaşa arzusu getirir. burada karanlık ve uzak tepelerin üzerinde otlayan koyunların dikkatli kulaklara kadar gelip sönen melemeleri, kılavuz tekenin bildiğimiz çıngırak sedası, bir garibin kavalı, kâğıthane köyü’ne inen gecikmiş bir köylünün türküsü gibi sesler vardır.

    şişli’de binbirçiçek denilen bir gazino var. içinde alaturka çalgı çalıyor. fakat ne binbir çiçek! nergis, şebboy; ondan başka bir şey yok. yalnız akşama doğru beyoğlu’nun, galata’nın nadir çiçeklerinden bazıları düşüyor. artık yeşilliği seyredin. bülbülderesi’nden demet demet gül, tatavla’dan sümbül, yenişehir’den menekşe, çiçekçi sokağından karanfil, venedik sokağından lâle, derviş sokağından mine, timoni sokağından kamelya, fıçıcı’dan sarmaşık, kalyoncukulluğu’ndan yasemin, feriköy’den top salata, kemeraltı’ndan yediveren, doğruyol’dan gündüzsefası, kuledibi’nden yapışkan, arnavutköy’den gecesefası, dolapderesi’nden hindiba, samatya’dan papatya, yedikule’den marul, papasköprüsü’nden manolya, binardi sokağından ortanca, taksim’den salkım, boyacıköy’den zambak… fakat kokularından insanın burnu düşer.

    tuhaftır! dilimizde öyle kelimeler vardır ki, sırf türkçe’ye çevrilecek olursa tadı kaçıyor. meselâ “leb-i davet”. bu tamlama şu haliyle gayet manalı, hatta hayali canlandırmaya da yarıyor. lâkin bunu sırf türkçe yapınca: “buyurun dudağı, gelsenize haydi gidelim dudağı” şekline giriyor. şişli’de bununla hayli uğraştım. eve döndüğümde uykum kaçmış olduğundan, bu bahsi daha da derinleştirdim. meselâ fransızlar “quatre fois heureux” derler. “dört defa mesut” demektir. bu tamlamayı arapça ve farsça’nın yardımı ile tercüme edecek olursak “mes’ûd-ı murabbâ”, “mes’ûd-ı çârümîn” demek gerekecek. zaten, “mes’ûd-ı muzâaf” tamlamasını önceden kabul etmiştik.

    böyle yeni kelimelere “lisan garabeti” diye bakanlar gariptirler. dil, gökten mi inmiştir ki daima gördüğümüz, bildiğimiz tamlama ve kelimeleri kullanalım? biliyoruz ki her dil kendine mahsus birtakım tamlamalar ve ibareler meydana getirerek tarihî, millî bazı kinayeler ile ifade güzelliğine kavuşmaktadır. bizde de, bu çeşit söz takımlarının biçim ve şekillerinin yapılması gerektir. meselâ “leb-i davet, leb-i istiskal, leb-i ziyaret, leb-i mevecât, şuh dehân, bî-vefâ kulak, oynak el, kahraman pazu, tayyâr bacak, ser-i seyyâr, çeşm-i hunrîz, sirişk-i siyah lû’b-ı asfer, dendân-ı istihkar, şikem-i muzâaf” gibi terkiplerin her birine birer kullanılacak yer bulmak kolaydır.

    rüzgârlı bir havada sirkeci istasyonu’nda oturursanız, “sirişk-i siyâh”ı görürsünüz. rüzgâr maden kömürlerine vurunca havaya kalkan ince toz bir kere gözlerinizi doldurdu mu, elinizde olmadan ağlarsınız. bu akan yaşlar, o bitip tükenmez maden zerreleri ile karışarak akıyor. biraz ileriye gidecek olursanız, “dendân-ı istihkar”ını göstererek oynak el ve kahraman pazusunu kullanacak gibi görünüyor. insan böyle yerlerde, alafrangada âdet olduğu üzere, “dehân-ı şûh u şen” ile o “şikem-i muzâaf” sahibini azarlayacak olursa, dört ayaklı bir kelime gibi çekilip gidiyor. gördünüz mü? şu ibarelerin neresinde dilimizin şivesine aykırılık var?

    bazan dikkat ederim; hiç ufak param bulunmaz. rumeli şimendiferi, halkın tam rahatını arzu ettiğinden dolayı, bilet parasının tamamı tamamına hazırlanmasını ve gişelerde para bozulmamasını âdet edinmiştir. ne yapayım? suratımı asar, biletçiye bir “bonjur!” der, ondan sonrasını da fransızca söylerim. biletçi derhal mecidiyeyi bozar, şapkasını çıkarır, selâmlar. trende deöyle. fransızca, almanca bilirseniz kondüktörler sizi tıkız yere götürmezler, ayrı bir yer bulurlar.

    göksu’da akşamları süzüle süzüle vadiye sokulan sandallar, sağda solda dinlenerek gün batarken küçüksu önüne çıkınca, suların coşkun akışındaki hüzünlü ilhamlar, kâğıthane dönüşünde bulunur ki görülür manzaralardan değildir. gönül oralarda gecelemek, ertesi sabahı görmek istiyor. gece, yıldızlı örtüsünü semaya yayar yaymaz insanın içine, yorulmuş zihinlere ferahlıktan ve şenlikten ibaret bir sevinç hissi geliyor; terlemiş alınlara rahat ve huzur verecek rüzgârlar temas ediyor.

    göksu gölgeler içinde kaldığı zaman, batan güneşin son ışıkları, o hafif karanlık içinde ayrı bir güzellik aksi meydana getiriyor. sulara doğru eğilen yaprakların uçları, toprağa doğru inen dalların her yanı karararak renk zıtlıkları ortaya çıkarıyor. o zaman, ta içerilerden ağır ağır gelen, gittikçe hafifleşen uzak bir gürültü, bir vakit oralarda aksedip kalan neşeli seslerin geri döndüğünü hatırlatıyor. sanki zayıf bir ses haline gelmiş gibi boyuna tekrarlanan, gönül âlemlerine mahsus garip bir hüzün duyuluyor. insan, ağlamaya bahane ararken seviniyor. sandal ilerledikçe, gölgeler koyulaşıyor. bir yere geliniyor ki, oradan öteye geçilmiyor. uzun, karanlık, titreşimli, derin bir koridoru andıran bir boşluk, iç burukluğu veren bir ıssızlık gitmenize engel oluyor.

    geceleyin oradan çıkılmaya gelmez. yuvada barınan kuşlar, sanki insanların orada bulunuşundan hoşlanıyormuş gibi, ara sıra o yıldızlı semaya, sessizce akan suya baka baka ötüşürler. uçuş yok, yalnız ilâhî, tabiî bir nağme havalarda uçuşur, bir yerde duramayıp yine yuvaya döner. ayın doğuşu, mehtap töreni ayrı ayrı makamda ötüşlerle icra edilir. beliren yıldızlar kesik, etkisiz ışıklarla, oralara esmer gölgeler yağdırır. ben böyle seyredeğer şeylere tesadüf edeceğimi bildiğim için, bu mevsimi oralarda geçiririm. dün, yine oradaydım. gece, kıyısında düşünceye dalmış olarak sona erdi.

    zaten dere, boğaziçi’nin sadabat’ı olduğu için, bahar mevsimi gelir gelmez, yaz ve sonbahar günlerini orada geçirmek isteyenler hemen her vakit orada bir neşe sermayesi bulmaktadırlar. meselâ çarşamba, cuma, pazar günleri tiyatro var. pazartesi, perşembe zuhurî kolu oynuyor. arada bir cumartesi ile salı mı? ona da dinlenmek, evde oturmak gibi bir lezzet yetişir.”

    ahmet rasim bey
    şehir mektupları, 1898
  • muharrir bu ya'da "laf değil muharrir bu, yaz. hem çalakalem yaz. durma yaz. bu nasihati kulağına küpe yap. buna bir rumuz olmak üzere kurşunkalemini kulağının arkasından eksik etme. yolda yaz. tramvayda, otomobilde, şimendiferde, vapurda, arabada, kayıkta, dur, otur, hopla zıpla yaz," diyen bu posbıyıklı babacan yazarımız son zamanlarında yazamaz olunca iş aramak için ankara'nın yolunu tutar.

    orada karşılaştığı ismail müştak (mayakon) "vay efendim, siz burada? nasılsınız, bir emriniz mi var?" der.

    "fırınlarda ekmekleri dört köşe değil de yuvarlak yapıyorlar, ondan düştüm buraya" der ahmet rasim.

    ismail müştak bundan bir anlam çıkaramayınca açıklar. "bir okka ekmek alayım dedim. elimden düşüp yuvarlanmaya başladı. ben de bu tekerleğin peşinden ankara'ya kadar geldim işte."

    bu içler acısı durum kendisine arz edilince atatürk, kabul esnasında "boş bulunan istanbul mebusluğunu lütfen kabul eder misiniz?" diye sorar.

    bilmem ki safa neşe bu ömrün neresinde'nin güftekârı yazarımız, atatürk'ün eline yapışır ve "ekmek gerçekten aslanın ağzındaymış," der...
  • bir dönem istanbul milletvekilliği yapmış nüktedan kişi.
    kitabe i gam, adlı bir romanı vardır. ilk sevgi, bir sefilenin evrak ı metrukesi, meyl i dil, afife, tecrübesiz aşk, asker oğlu, ömr i ebedi, hamamcı ülfet, fuhş i atik önemli öykü kitaplarıdır.
  • bira hakkındaki görüşlerine katılmamak elde değil. (bkz: fuhş-ı atik)

    “bira, konyak, monyak, bunlar içilir şeyler değildir. illa bira, adeta hamallıktır. iç bira iç... insanın midesi saka kırbasına döner.”
  • 1865-1932 yılları arasında yaşamış olan, servet i fünun edebiyatından bağımsız bir çizgi belirleyen ilk yazarlarımızdandır..
    eserlerinde mizahi bir dil kullanmıştır..özellikle anı ve fıkraları ile tanınır..
    eserlerinden bazıları :
    anı, fıkra türünde ;
    eşkal-i zaman (1918)
    gülüp ağladıklarım (1926)
    muharrir, şair, edip (1924)
    falaka (1927)
    fuhş i atik (1922)

    roman, öykü türünde ;
    afife (1894)
    bir sefilenin evrak i metrukesi (1893)
    hamamcı ülfet (1922)
    iki günahkar (1922)
  • daha bugün gibi....

    şehir mektupları- ahmet rasim ( 144. )

    ''arkadaşlar! direktöre haber verin, ben artık şehir mektupçuluğundan istifa edeceğim, çünkü uğradığım şeylere tahammül edecek gücüm kalmadı. rumeli şimendiferlerinden aleyhimize yazdın diye bilet vermiyorlar. anadolu şirketi, inşa edeceği rıhtımdan herkesi ücretiz geçirecek, benden para alacakmış. karşı tramvaycıları beni görür görmez ''dolmuştur'' levhası asıyor, tünel kabul etmiyor, köprü memurları dik dik bakıyorlar. 4, 5 numaralarda burada yer yok diye sömürüyorlar, şirket-i hayriye vapurlarında yanılıp da bir kahve içsem fazlasıyla para alıyorlar. çaycı reşid-i bî-nevâ dükkânına yanaştırmıyor, abdürrezzak-ı uhduke-ahlakın neşesi kaçıyor. kel hasan bey kaşınıyor. osmanlı tiyatrosu bedava loca vermiyor. iştayn mağazası madik edip ne kadar eski, solmuş arasında çatır çatır düğmeleri düğmeleri düşen, omuz başı dikişleri sökülen, derhal diz kapağı çıkan, parçaları püskülleşen elbiseler veriyor. önceleri veresiye verirken şimdi viktor tring ''tring!'' para diyor. karlman blumberg aleyhinde iftira davası açacağım diye bağırıyor. sarraf, icraya başvurarak paraları tahsil edeceğim diye korkutuyor. bakkal fitili almış, veresiye defteri koltuğunda beni arıyor. kaap pusula elde, sokak sokak ardımda geziyor. kömürcü, rızkıma engel oldu diyerek gücenmeye devam ediyor. sucu bulsa bir yudum suda boğacak. ekmekçi yiyeceğimizi kesti.sembolistler selam vermiyorlar. şairler somurtmuş, hicviye yapıyorlar. nesir yazarları çalakalem beni küçük düşürmekle meşgul. eyüp vapurlarına devrilirler korkusuyla ben binmiyorum. arabacıla riki aktı ücretle kağıthane'ye taşıyorlar. gülistan bahçesinde bir portakala iki kuruş alıyorlar. konkordiya'da yanıma bir palikarya oturtuyorlar. kristal'de foyalarını ortaya çıkarırım korkusuyla fuayeye almıyorlar. kafe komers'te ticaret edemedik bahanesiyle haraç vermiyorlar. tokatliyan'da dayak korkusuyla oturamıyorum. yani pek alafranga canım sıkılıyor. hayati bile isveç horozu gibi üzerime kabarıyor.''
  • heybeliada mezarlığının tam girişinde, hüseyin rahmi gürpınar'ın mezarını da görecek şekilde konumlanmış bir mezarı olan değerli edebiyatçımız. keyif ehli bir insan olduğu rivayet olunur. portresini içeren mezar taşı, sofu bir meczup tarafından dine aykırı görülüp tahrip edilmiştir. kendisinin, çilingir sofrasını paylaştığı kadim dostlarına, mezarımın başında bir gün rakı sofrası kurun, diye vasiyet ettiği, bu vefakâr dostların gönül borçlarını ifa etmeye geldiklerinde bekçi - polis işbirliğiyle sille tokat dağıtıldığı da kulaktan kulağa aktarılır.
hesabın var mı? giriş yap