• 8 mayıs 1961 tarihinde günlüğüne şu satırları yazmış yazar:

    "hiçbir şeyi bitiremiyorum. dün akşam içki, cigara beni çok sarstı. gece yarısı öksürükle uyandım ve ilk defa gelecek seneye çıkamam korkusu aklıma geldi. ciddiyetle geldi. hiçbir şeyi bitirmeden ölmek istemiyorum. o kadar eser ve kullanmadığım o kadar kelime varken... (günlüklerin ışığında tanpınar'la başbaşa)

    ölümünden 8 ay önce yazmış bu satırları. "kullanmadığımız kelimeler" deyimi metafor olarak da düşünülünce insan daha bir üzülüyor.
  • "ancak zaaflarımızı seven bizi hakkıyla sever, meziyetlerimizi herkes zaten kabul eder"

    sahnenin dışındakiler
  • "türkiye evlatlarına kendisinden başka bir şeyle meşgul olmak imkânını vermiyor.”

    bugün uzun uzun baktığım görsel

    debe edit: fotoğrafın bulanık olmasına gönlü el vermeyen eyyorlayamiyorum fotoğrafı düzenlemiş sağ olsun. renkli hâli bilhassa güzel.

    renkli düzenleme
    siyah-beyaz
  • mezarlıkların girişlerine dizeleri konması gereken şair:

    "uzak, çok uzağız şimdi ışıktan
    çocuk sesinden, gül ve sarmaşıktan
    dönmeyen gemiler olduk açıktan
    adımızı soran, arayan var mı?"
  • "
    birtakım mekteplerimiz var; birçok şeyler öğretiyoruz. fakat hep eksik olan bir memur kadrosunu doldurmak için çalışıyoruz. bu kadro dolduğu gün ne yapacağız? çocuklarımızı muayyen* yaşlara kadar okutmayı âdet edindik. bu çok güzel bir şey! fakat günün birinde bu mektepler sadece işsiz adam çıkaracak, bir yığın yarı münevver* hayatı kaplayacak... o zaman ne olacak? kriz...

    "

    huzur - 1949
  • saatleri ayarlama enstitüsü özelinde tanımlamak gerekirse, hayri irdal'ın bizzat kendisidir.

    tıpkı hayri irdal gibi ahmet hamdi tanpınar da hem osmanlı hem de cumhuriyet döneminde yaşamıştır. hayri irdal'ın ağzından toplumun gülünç yönlerini ve köksüz modernleşme çabalarının beyhudeliğini anlatır. romanda kurguladığı zaman olgusu bergson'un zaman felsefesinden etkilendiğini gösterir. önemli olan, sürecin kendisidir ancak türk toplumu "yeni" olanı karşılarken süreç denilen şeyi dışladığı için köksüz kalmıştır. bu "yeni" olana en uygun örnek ilk eşi ile ikinci eşi arasındaki karakter farkıdır.

    her "yeni"nin iyi, her "eski"nin de kötü olmadığını; köklere bağlı kalmadan değişebilmenin ve gelişebilmenin anlamsızlığını toplumun gülünç yanlarını vererek anlatır. öyle ki hayri irdal'ın okulla pek ilgisi olmamasına rağmen kitap yazması bile ahmet hamdi tanpınar'ın toplumsal çelişkilere örneğidir.

    romanın anlaşılabilmesi için bir seferden fazla okunması gerekir. çünkü her şeyden önce hayri irdal'ın baldızının iğrenç sesine rağmen coşkuyla alkışlanması, günümüz açısından da önemli bir veri sunar. toplum değişmiştir değişmesine ancak köksüzdür. değerleri tamamen "yeni" üzerine kurgulanmıştır, hem de sorgulamadan. tıpkı bugün birçoğumuzun siyasete ve sosyal yaşama ilişkin yaşananlara anlam veremediğimiz için tepkisiz kalmamız ve şaşırmamıza benzer olarak hayri irdal da şaşırmaktadır. işi vardır ancak tam olarak ne yaptığı belli değildir, çevresi geniştir ancak girdiği hiçbir ortam kensini ait hissettiği bir yer değildir. dolayısıyla bugün birçoğumuzun, en azından sorgulayan birçoğumuzun kabuğuna çekilmesi ve garip bir insan olaral nitelendirilmesi gibi, hayri irdal da kabuğuna çekilmiş ve garip olarak kabul edilmiştir. ancak zaten hayri irdal bu durumu kendi içinde kabullenmiştir.

    modernleşmeye tam olarak karşı olmayan ahmet hamdi tanpınar, gelişimin temeline yalnızca batılı değerlerin alınması ve sorgulamaksızın doğru kabul edilmesini eleştirir. batı bizden ileridir, doğru; ancak sırf batı'dan geldiği için, sadece "yeni" olduğu için toplumsal değerlerin hiçe sayılarak her şeyin benimsenmesi, arada kalmışlık anlamına gelir. dolayısıyla ahmet hamdi tanpınar, döneminin aydını olarak romanını hem toplum hem de siyaset eleştirisi olarak zaman temasından kusursuz biçimde kurgulamıştır.

    ahmet hamdi tanpınar'ın edebi kişiliğini tartışmak mümkün değildir, benim merak ettiğim şey ise günümüzde yaşasa topluma ve siyasete dair görüşlerinin ne olacağıdır.
  • ''üç gündür paris'teyim. ne yaptığımı, ne yapacağımı bilmiyorum ve bir kere daha anladım ki, seyahatin, yer değiştirmenin kendine göre bir yaşı, bir nevi iklimi var. paris'ten hiçbir şey görmedim henüz. montparnasse'da oturdum durdum. yağmur. belki yol yorgunluğu bunu yaptı. fakat o heyecanım yok. seyahat daima kısa olmalı ve ben şimdiye kadar kozmopolit olmadığımı, olamayacağımı anlamalıydım. kozmopolit olmama imkan yok, çünkü yüksek tabakadan değilim. o imkanlarım yok. aşağıda, dipte çöreklenen, yaşayan tabakaya gelince onu da benimseyemeyeceğim aşikar. burada şimdilik köksüzlerin arasında bulunuyorum.''

    ahmet hamdi tanpınar - 30 haziran 1959
  • mîna urgan'ın ahmet hamdi ile ilgili olan anıları, şu enteresan başlıkla anlatılıyor:

    “kadın dırdırı dinlememek için bekâr kaldım”

    “15 yaşındaydım, okuldan kaçıp kaçıp can çekişen ahmet haşim'in ziyaretine, onun bahariye'deki evine giderdim. ahmet hamdi tanpınar'la ilk kez haşim'e giderken, vapurda karşılaştım. o da haşim'i ziyarete gidiyormuş. ahmet hamdi son derece alçak gönüllü, iddiasız bir adamdı. bir ara o sıralar tek parti olan halk partisi'nde milletvekili oldu. ben, gençliğimin bütün küstahlığıyla saldırdım ona, 'utanmıyor musun, para için kendini partiye sattın' diye söylendim. o zamanlar bilmiyordum onun çok önemli bir yazar olacağını, o sadece gülümsüyordu bana, 'öfkelenme' diyordu. ondan 14 yaş küçük, gencecik bir kız saldırıyordu ona.

    sonra edebiyat fakültesi'nde meslektaş olduk. hamdi fevkalâde bir hocaydı ama metodik değildi, savruktu. meselâ fransız şiirinden bir alıntı yapması gerektiğinde, kitaptan bakmayı unutmuş olurdu, hademeler beni arardı, 'koşun hamdi bey sizi çağırıyor' derlerdi. charles baudelaire'in bir dizesini, stéphane mallarmé'nin bir şiirini sorardı bana. benim de ezberim çok iyi olduğu için ona ezberden okurdum. fransız edebiyatı konusunda çok bilgiliydi.

    o zamanlar çok güzel bir gelenek vardı edebiyat fakültesi'nde. ecnebi filolojisi yapanlar türkoloji bölümünden bir sertifika almak zorundaydı. aynı şekilde türkologlar da fransız, alman, ingiliz filolojilerinden sertifika alırlardı. bu çok güzel ve faydalı bir uygulamaydı. bu düzenlemeden ötürü ahmet hamdi'yle mesleki bir yakınlığımız vardı.

    fakültede yalnızca bayan okutmanlar ve doçentlerden oluşan bir bölüm vardı. kendi aralarında yoğun bir kavga içindeydiler sürekli. hamdi o bölüme başkan tayin edildi ve işi çok zor oldu. bu hanımlardan iyice bezdiği bir gün alı al moru mor odama daldı ve 'mina sakın ağzını açma' diye beni susturup oturdu. ona bir kahve söyledim. bir süre sonra anlatmaya başladı, bütün derdini döktü ve 'ben kadın dırdırı dinlememek için bekâr kaldım' dedi. mizah duygusu çok gelişmişti. bacağını kırdığında ziyaretine gelen öğrencilerine, 'söyleyin bakalım hanginizin âhı tuttu?' diye sataşıyordu.

    bazı imtihanlara beraber giriyorduk onunla. bir keresinde iki kız girdi sınava. biri güzeldi, biri çirkin. güzel olan soruları çirkinden daha iyi cevapladı. ama hamdi güzel olanı geçirmedi, çirkin olanı geçirdi. ben dayanamayıp güzel kızı niye geçirmediğini sordum ona. 'çirkin olanı bir yıl daha görmeye dayanamam ama güzel olanı hem daha çok görürüm, hem o dersini daha da iyi öğrenir' dedi.

    hamdi âşk konusunda çok ketumdu. onun dertli bir âşkı olduğunu düşünürdük hep. onun hayâl dünyasını çok meşgul ederdi bu gizemli âşklar. evli hanımlarla platonik ilişkileri olduğunu sanıyordum.

    o ansızın ölünce ilişkisi olduğunu tahmin ettiğim evli kadınlar kocalarının kollarında hoplaya zıplaya cenazeye geldiler.

    ahmet hamdi'ye çok yakındım ama onun kitaplarını okumamıştım. ben tanpınar'ın ne büyük bir yazar olduğunu, o öldükten sonra anladım. yalnızca huzur, saatleri ayarlama enstitüsü değil, öyküleri, denemeleri, beş şehir adlı kitabı da muhteşemdir bence.”

    kaynak: “bir gül bu karanlıklarda” (tanpınar üzerine yazılar)

    kitap-lık, sayı 40, mart-nisan 2000, ahmet hamdi tanpınar özel bölümü
  • “ben istanbul’un imar işlerinin mesuliyetini taşıyan bir adam olsam, değil ibrahim paşa sarayı gibi ayakta duran bir binayı yıkmak, ecdad elinden çıkmış küçük bir taş parçasını yerinden oynatmak için yüz defa düşünür ve galiba yüzüncüsünde gene yerine bırakırdım. çünkü bu şehri güzelleştireyim derken fakirleştirmekten, hayatı soysuzlaştırmaktan çekinirim. bu şehir en büyük zenginliğini mazisinden alır. onu, nesiller önünde yaşattıkça zengindir.

    başka memleketlerde 50, 60 sene evvele ait bir kahve, adını değiştirirse veya yıkılırsa sanat ve edebiyat âlemi yerinden oynar, şahsa ait ve o kadar kan dökülerek elde edilmiş tasarruf hakları bile münakaşa edilir, ‘burada verlaine her akşam aperatifini alır, dostlarıyla konuşurdu...’ diye on senede bir, bu binanın artık yok olmasına acıklanan kitaplar çıkar. bizse istanbul’u durup dururken canlı bir tarihinden mahrum etmeye kalkıyoruz.”
    (yaşadığım gibi, s. 197)
  • kitaplarını hatmetmiş ve tüm külliyatını okumuş bir insan olarak, bu adamı her düşündüğümde mutlu oluyorum. içimi amansız bir mutluluk kaplıyor. başıma ne gelirse gelsin duvar dibine oturup bir kaç sayfa tanpınar okumanın beni tedavi edeceğini tahayyül ediyorum. teessür ile dolup taşsam da eserleri bana selamet sağlıyor her daim. özellikle etrafımdaki herkesi iyileştirdiğim ancak kendime zerre-i miskal kadar faydamın olmadığı hayatımın şu enterasan döneminde bana can suyu oluyor desem yeridir. bazen bir serseri, bir berduş gibi davrandığım bazen ise sorumluluklardan bunaldığım bu günlerimde aslında beni birilerinin anlayabileceğini düşünmüş olsam da ahmet ağabeyin o sözleri gelir aklıma.

    “insan insana, insanlara hangi derdini anlatabilir?. yıldızlar birbirleriyle konuşabilir, insan insanla konuşamaz.”
hesabın var mı? giriş yap