• hayat başka şeyler planlarken başa gelendir ve özel olmadığını anlamak üzerine, dozunda komedi, dozunda dram ile yalın ve vurucu bir şiir kıvamında, hayat tadında, muazzam bir film bu. kahrolası sorumluluklar, yüzeysel ilişkiler, boğucu toplumsal normlar, samimiyetsiz ritüeller içinde, emeklilik, ve aslında sevmediği; ancak varlığına alıştığı 42 yıllık eşini kaybetmek gibi iki önemli olayla sarsılan walter schmidt' in hayatına birileri kamera kurmuş, bize gösteriyor. 66 yıllık yaşamının, büyük ihtimalle çok uzun süredir ilk defa, durup muhasebesine girişen, yuvarlanıp giderken farkedemedikleriyle yüzleşen walter schmidt'e yoldaşlık ediyoruz. gereksiz hiçbir ayrıntının bulunmadığı, jack nicholson' un tek kişilik bir tiyatro oyunuymuşçasına takıldığı, evlilik, çocuk sahibi olma, iş hayatına atılma gibi ömrün önemli evrelerinde tekrar tekrar izlenmesi gereken derin bir film.

    düz duvara tırmanabilen, elinden ağ çıkartabilen değil; kızının nikahında, o mutlu olsun diye, inanmadığı yalanları sıralamak zorunda kalan, 6 yaşında bir tanzanyalı çocuğa mektup yazarken kendisi olabilen kahramanları daha çok görmek isterim beyaz perdede. bu filmi seven insana da anlamsız bir sempati duyarım.
  • 15. dakikada ağlamaklı moda girdiğim, bittikten 5 dakika sonra da anca kendime gelebildiğim film.

    kesinlikle bir blockbuster değil, ancak çok güzel bir eleştiri.

    --- spoiler ---

    sen git, güzel bir üniversiteden, güzel bir şekilde mezun ol, sonra güzel bir işe gir, karın olsun, çocukların olsun, araban olsun, amerikan rüyası gerçekleşsin.

    peki sonra?

    yokoluyorsun...
    öylece kayıp gidiyorsun.

    senden geriye, çocuklarına, eşine, arkadaşlarına hiçbir şey kalmıyor.
    iş konusundaki bilgin de birşey ifade etmiyor, artık yalnızca emekli olup ölümü beklemeyi hakeden birisi oluyorsun.

    sen birşeyler katamayınca hayat o zaman o kadar anlamsızlaşıyor ki
    gelme diyorlar sana, orada durma diyorlar.
    istenmiyorsun.

    sonra kendi boşluğunu, hiçliğini, yokoluşunu, zavallılığını örtmek için geçmişine sarılıyorsun, ama hiç iyi gelmiyor
    zamanın senin hırsının esiri olduğunu, ve aslında sana hiçbir şey yaşamadığını farkediyorsun.
    eğitiminin, ilişkilerinin, herşeyinin kullan at tarzı olduğunu, elinde olduğunu sandıklarının zamanla yokolduğunu farkediyorsun.

    onlara daha sıkı sarılmaya çalışıyorsun, ama sen sarılmaya çalıştıkça onların ne kadar yavan olduğunu bir daha anlıyorsun.

    sonra kurtuluşu sosyal yardımda buluyorsun.
    ailen ve bütün yakınların senin paran dışında birşeyine ihtiyaç duymadığını anlıyorsun çünkü.

    sosyal yardım sana çok iyi geliyor.
    ancak bir şekilde işe yaradığını hissediyorsun
    sevildiğini hissediyorsun.
    orada sana teşekkür eden, senden birşeyler alıp mutlu olan insanların olduğunu, ve dolayısıyla o dünyada olmanın gerekli olduğunu hissediyorsun.

    yani sen bu kadar zavallısın. :\

    --- spoiler ---
  • su yatagı sahnesiyle gülmekten bi hal eden film. mutlaka izlenmesi gerektigine inanılmaktadır. ` : kimberleyyy in hayati tavsiyesi ` ` : iste beklenen an`
    jack nicholsonun her bir hareketi, neredeyse her bakısı ayrı bi saheser tabii ki.
  • insana yaşlılığını düşündüren, bu yüzden beni mecidiyeköy odeon'dan beyoğlu'na dek efkarlı adımlarla yürüten film.
  • sonunda seyredebildiğim, seyrettiğime çok sevindiğim; aslında düşüncelere kapılıp hüzünlendiğim film... yalnız adam miti; yalnız adam, yapayalnızdır, alabildiğine. geçmişte yaşadıkları boğazındaki adem elmasında birikir, o yüzden yutkunur yutkunur gitmez. çevremde gördüğüm, ileri yaşta yalnız kalmış adamlar hep perişan oldular, sığamadılar bir yerlere… yaşlı insanlara hep saygı duydum, asla kalplerini kırmadım, çünkü düşünüyordum, ben yirmili yaşlarımın sonlarındayken yalnız kaldığımda onlara göre çok az anı, yaşanmışlık, üzüntü, keder, kaybedilen yakınlar olmasına rağmen bunlar sırtıma kaya gibi biniyordu… bu insanlar kat kat anıyla baş etmeye çalışıyor üzerine üstlük yalnızsa… neyse lafı uzatmayayım… sağlam film; çünkü gerçek…
  • filmi ilk izleyisimin uzerinden 10 sene civari bir zaman gecti. tum bu sure boyunca warren schmidt'in son sahnede neden agladigini anlamis degildim. dun gece bir kez daha izledim, ve 10 yil yaslanmis olmanin da etkisiyle bu kez anladim sanirim.

    --- spoiler ---

    warren, kendisinin de itiraf ettigi uzere son derece siradan bir hayat yasamis. olen karisina "hayatinin adami ben miydim, yoksa baska caren olmadigi icin mi benimle evlendin?" diye soruyor. yani tutkulu bir ask evliligi bile yapamamis. emekli oldugunda kendisi olmadan islerin donmeyecegi hissine kapiliyor (tanidik geldi mi?) ve bir dizi ogut vermek uzere yerine gecen meslektasini ziyarete gidiyor. donuste ise goruyor ki biraktigi tum emanet copu boylamis...

    kizi ile arasi iyi degil. kizinin nisanlisini begenmiyor ama kizini bu adamdan vazgecirmesi ihtimal dahilinde degil. nikah toreninde mikrofon kendisine uzatildiginda kizi (ve biz de) sovup sayacagini sanirken yapilabilecek en guzel dugun konusmalarindan birini yapiyor; artik pes etmis bir sekilde. yani hayati boyunca hicbir seyi degistiremiyor, hicbir seye etki edemiyor. ama iste hayatinin son demlerinde dunyanin obur ucundaki bir cocuga bir umut isigi oluyor; gonderdigi ufak paralarla da olsa onun hayatinda bir seyleri degistiriyor.

    --- spoiler ---

    bu film de hayatta en sevdigim filmlerden biri oluyor...
  • özellikle "bazen kendi kendime soruyorum: kim bu yanımda yatan yaşlı kadın?" şeklindeki repliği aklımda kalan güzel bir film. hakikaten insanlar böyle düşünüyor mu acaba yaşıtları eşleri 60 lı yaşlara geldiği zaman?
  • 2002 yilinda bu filmdeki insanustu, muhtesem performansi karsisinda jack nicholson'a verilmeyen oscar, akademi odul tarihinin en yanlis kararlarindan biridir.
  • gayet garip bir ruh haliyle izledigimden mi bilmem acayip hosuma giden bir film oldu. jack nicholson olmasa bu kadar güzel olabilir miydi diye de düsünmedik degil lakin filmde en hosuma giden sey, olayların bugünün kosullarında gerceklesmesine ragmen insanların hiçbirsekilde teknolojiyi kullanmıyor olusuydu. mesela mektuplar geliyor ne bileyim, kimsenin cep telefonu kullandıgını görmedim, ankesörlü telefon kullanıyorlar hatta.. ne bir internet var ortalıkta, ne de konusulmadan görüsülmeden halledilen problemler vs vs..gayet normal seylerin, gercek seylerin abartılmadan gözler önüne serildigi bir filmdi ve sanki 80lerde cekilmiş gibiydi.
    evet, iyiydi.
  • buram buram minimalizm kokan çok iyi yönetilmiş alexander payne filmi. anlatmak istediğini gayet sade, hatta kimilerine sıkıcı gelecek kadar mat anlatıyor film. bu sadelik bilinçli bir tercih çünkü jack nicholsonun canlandırdığı karakterin hayatını işte bu sıkıcı durağanlık oluşturuyor. monoton bir iş hayatı, zahmetli rutinlerden oluşan bir ev hayatı, dar ve boş bir odası, daha da boş bir karısı var. payne in kullandığı donuk renkler ve filmin geçtiği mekanların çorak havası karakterle birebir özdeşleşiyor. adeta mekan, schmidt ve hayat birbirine benziyor.

    emeklilik, hemen ardından da karısının ani ölümünden sonra ise zaten durgun ve amaçsız geçen hayat tam bir işkenceye dönüşüyor onun için. bu andan itibaren ise yaptığı tercihlerle hayatını yönlendirmeye karar veren karakteri birbirinden zor durumlar bekliyor. yönetmenin de yaptığı tercihler gayet yerinde ve eğlenceli aslında. filmin kalan kısmında jack nicholsonı sürekli sıkışık yerlerde ve zor durumlarda görüyoruz. sürekli daralıyor, özgürleşmeye ferahlamaya fırsat bulamıyor. bu sıkışık mekan bazen koca bir boşluğun ortasındaki bir telefon kulübesi oluyor, bazen bir karavanın konfor fakiri koltuğu. bu rahatsızlığın filmin tamamına yansıdığı da söylenebilir. schmidt karakterinde binbir türlü mimiği bizlere gösteren nicholsonun yirmi sekiz çeşit rahatsız olma ifadesini izlemek ayrı bir keyif elbette. tabii kızının düğünü konusu her geçtiğinde suratının aldığı halleri de belirtmeden geçemem.

    bütün bunlara rağmen filmi schmidt adına umutlu hale getirecek öğe elbette uzaktan uzağa yardım ettiği o afrikalı çocuk. filmin bu bölümlerinde de jack nicholsonun, bu sefer mimiklerine değil özellikle ses tonuna dikkat etmek gerek. film boyunca genellikle iki lafı bir araya getirirken avurtları göçen, sıkılıp tekleyerek konuşan warren schmidt mektuplarda akıcı ve samimi bir havaya giriyor, kimi zaman yalan söylese bile.
    aslında schmidt sürekli bir çırpınış içinde. ama bu, içine düştüğü monotonluktan kaçmak için değil, örneğin truman showdaki truman burbank gibi dışarıya bir açılış peşinde değil. onun çırpınışları içeri doğru. monoton bir hayatı var evet, ama aslında o bu monotonluktan nefret etmiyor. rutin bir hayatı sevdiği şekilde ve sevdikleriyle yaşayabilecekse buna razı. asıl istediği o durağanlığı oluşturan nesneleri her gün yeniden keşfetmek. yaşlandığını farkediyor, ölüme yaklaşıyor ve yalnızlıktan kaçmıyor, bunun yerine onu seven bir kız, derdini anlatabildiği afrikalı bir evlatlık çocuk ve bir karavan, belki de geçirdiği iyi günlerden birkaçıyla yalnız kalmak istiyor.

    dediğim gibi warren schmidt sade bir adam, sade bir hayatı var ve istekleri de bu kadar basit. yönetmenin en büyük meziyeti de onu çok yakından tanımak ve anlamak. ki schmidt hakkında söylenebilecek en doğru şeylerden bazılarını söylüyor.
hesabın var mı? giriş yap