• (bkz: atatürk)
  • tanimini yapabilene hediye verecegim bir olgu efendim vatan kurtarmak.

    ic huzurun iyiden iyiye bozuldugu, dis politikanin militer yaptirim olasiliklariyla calkalanmaya basladigi su son bir kac haftada vatan kurtarmak neymis, iyiden iyiye merak eder oldum.

    savas istiyorum diye cigiranlara sozlukte konan tepki malum. savas elbet uzun vadede cozum degil.

    buna mukabil, facebook'ta profiline fiyonk koyanlari, raki sofrasina memleket sorunlarini tartisanlari, msn'de gul yapraklariyla dans edenleri de itin gotune sokmaktan, yerden yere vurmaktan, "lan ibis iki application ekledin diye vatansever mi oldun" diye kinamaktan da geri kalmiyoruz. internet ustunden klavye sovalyesi olmanin gunluk hayatta yaptirim degeri sifir. ona da eyvallah.

    da ne yapiyoruz ben onu merak ediyorum.

    vatanin tehlike altinda oldugu ayan beyan ortada. kadir inanir misali, "bu boyle gitmez" demek iyi de, (otisabi'nin konuyla alakali entrysinden alinti yapiyorum affola), neyin nasil gidecegine dair bir kisinin de cikip "kisa vadece soyle, uzun vadede boyle yapilsin" diye fikir yuruttugunu gormedim.

    bu vatanin nasil kurtulmayacagini cozmusuz, nefis. ama nasil kurtulacagina dair hala tik yok.

    hepimiz sucluyuz o zaman.
  • bir tür sorgu sual kabul etmez, değeri kendinden menkul varoluş nedenidir. ingilizce konuşulan mekanlarda moral high ground olarak ifade edilen meşruiyyet zemini nin iflah bulmaz bir bileşeni olarak hizmet görür bu kavram ve içeriği. insan, bir kısım anarşist ve nihilist düşünce mehazından bakanlarca burun kıvırılarak reddedilse de ahlaki bir varlıktır. kimileyin akıl ve mantık marifetiyle kesin bir biçimde belirlenemese de neyin doğru neyin yanlış olduğuna ilişkin değer yargılarına sahiptir insan. bu yönüyle objektif varlığı kesin bir biçimde kavranan hakikatten yola çıksa da yapısı ve özü gereği normatiftir ahlak/etik. bu elbette ki bireysel bakış açısından böyledir. bergsoncu anlamda ahlak, doğa benzeri organik varoluşun toplumsal düzeydeki izdüşümü olan toplum halindeki yaşayıştaki kurallar bütünü anlamına gelir. bireyi toplumun atomize ve bütünleşik bir parçası haline getiren bu tür bir ahlaktır. varoluşumuzu anlamlı kılmak, boşa yaşayıp beyhude eylemediğimizi ispatlama çabasını bitmek tükenmez bir inatla sürdürürüz hepimiz. retrospektif bir bakışla geçmişimizi yeniden yazdığımızda (çünkü edward h. carr’ın da izah ettiği gibi tarihsel bir bakış açısı bugünün bilinç düzeyinden hareket edildiğinden, mihenktaşı olarak şimdiki idrak seviyemiz geçerli olduğundandır ki çarpıtıcı, tarihsel vakaları seçici ve yeniden yapılandırıcıdır) hiç birimiz keşke demek istemeyiz. vicdan adını verdiğimiz öz bilinçliliğimizin bu nedenle yara almasına dayanamayız zira. öte yandan ironik olarak her şeyi anlamsız bulma yargısı ve fikri de bir değerlendirme ve anlamlandırma gayretinin eseridir. demek ki anlamsızlık, hiçlik ve boşluk da bir değer sorunudur. bu mesele üzerine kelam tüketir ve beraberinde yeniden türetirken bakış açım, “vatan kurtarma” telaşının en azından türkiye özelinde ekseriyetle kaçınılmaz bir realite içermesinden, belirgin bir biçimde teyit edilen bir kaygı olmasından öte bir meşruluk argümanı bir varoluş nedeni olarak belli odaklarca bilinçli ve kasıtlı bir biçimde inatla sahiplenildiği doğrultusunda. kimi resmi odaklarca bıkmadan ve usanmadan dillendirilen “vatan kurtarmak” egemen söyleminin önce tarihsel bir arka planına göz attıktan sonra ortaya çıkan tarihsel gelişmeler ışığında “vatan kurtarmak” diskurunun günümüze değin ve günümüzde aldığı yeni biçime gelin birlikte bakalım. bu tür bir metodoloji “vatan kurtarmak” hakim söyleminin esas sahiplerini ve faillerini dikkate alırken kahve muhabbeti kabilinden sözkonusu olabilecek “vatan kurtarmak” lakırdılarını ciddiye almamakta ve değerlendirmeye değer görmemektedir.

    her ne kadar resmi ağızdan sert bir biçimde reddedilse ve kabul edilmese de osmanlı devleti’nin bir uzantısı olan modernleşen ve batılılaşan türkiye’yi inşa etme sürecinde, osmanlının gidişatını yeniden kurma çabalarında “devleti kurtarma” motifi en başta allah adına egemenliğin tek ve mutlak sahibi padişah tarafından sahiplenilmiştir. padişah bilindiği üzere dönemin en temel iktisadi varlığı, üretim aracı olan toprağın ve üzerindekilerin tartışma götürmez sahibiydi. elbette böylesi bir konumda bulunan padişahın “devlet kurtarma” misyonunu üstlenmesi yadırganacak bir şey gayret olarak görülemez. padişah bu uğurda en temel değişiklikleri askerlik, yönetim ve hukuk alanlarında icra etti. imparatorluğun artık iyiden iyiye çöktüğünün ayan beyan belli olduğu bu en uzun yüzyılda padişahın mutlak, merkezi otoritesini sarsan ve yer yer ona ortak olan güç odakları da türedi. bunlardan biri ayanlardı. ayanlar en temel üretim aracı olan topraklar üzerinde padişahtan ayrı ve otonomik bir biçimde önce fiili tasarruf elde ettiler. tanzimat hareketiyle ve sonrasındaki radikal reformizm zihniyeti ekseninde mülkiyet gibi kavramlar eşliğinde fiili tasarrufu hukuken müktesep bir hakka dönüştürdüler. padişahın mutlak otoritesinin tuzla buz olduğu bu dönemde üretim ilişkileri (nihai anlamda ekonomik kaynağın bölüşümü) radikal bir dönüşüme uğramış ve ayan adı verilen iktisadi ve siyasi aktörler de böylesi bir sürecin ürünü olarak belirmişlerdi. 1808 yılındaki sened-i ittifakla ayanlar ipso fakto durumu ipso jure bir pozisyona sokarak padişaha kendilerini kesin bir biçimde kabul ettirmeyi başardılar. bir diğer güç odağı da silahlı güç tekeline sahip orduydu. ordudan kasıt merkezi-otoriter bürokrasiden başkası değildir. genç osman’dan beri devlet sistemi içerisinde padişahı boğduracak ve yenisini tayin edecek ölçüde siyasi bir güç olarak kendisini hissettiren militer odak iktisadi bir aktör olmaktan uzaktı. sosyolojik anlamıyla kendisini dayadığı, kendisini onunla tanımladığı bir iktisadi sınıfa sahip değildi. gerçi osmanlı geleneğinde böylesi sınıfa dayanan bir iktisadi-siyasi güçten bahsetmek hemen hemen hiç mümkün olmadı. bu nedenle isnat ettiği dayanakların olmaması gerçeği karşısında devirdiği, “hal” ettiği padişahların yerine geniş halk kitleleri tarafından kabul edilmeyeceği, tanınmayacağı bilgisine sahip olarak hanedandan ayrı olarak yeğlediği birini/birilerini en tepeye yerleştirememiştir. bu nedenle devrilen her padişahın yerine osmanlı hanedanından yeni bir padişah iktidara getirilmiştir. çünkü sürecin beraberinde yaşatacağı meşruiyet krizinin altında kendisi de devlet de telafisi imkansız yaralar alabilirdi.

    militer dokunun eşrafla (loncayla) belli düzeyde bir organik ilişkisinden başka ulema ile de derin tarihsel bağları mevcuttu. sözgelimi lale devri’nin sonunu getiren patrona halil isyanında da ulema ile yeniçeriler arasındaki bu kadim bağlar tebarüz etmiştir. lale devrinde tek başına matbaanın bile gündeme gelişi o dönemlerde istanbul’da 90 bin kadar olduğu söylenen hattatın gözden düşerek vasıfsız bir iş gücü derekesine inme olasılığını bariz bir biçimde işaret ediyordu. padişah ve avanesinin de kaplumbağalar üzerindeki mumlar eşliğinde (kaplumbağa terbiyecilerinin o dönemin ürünü olduğundan bahsedilir, bahsedilmese de bana öyle geldi) ve lale bahçesindeki sefih yaşamları da tüm bunlara tuz biber ekerek dönemin büyük başlarının tasfiye edilmesi sonucunu doğurdu. militer yapı iktisaden ve dolayısıyla siyaseten “degrade” olma ihtimalini bir süreliğine de olsa bertaraf etmiş oldu bu sayede.

    osmanlı imparatorluğu’nun kadim düzeninin devamını sağlayan fetih ve beraberinde getirdiği iktisadi kaynak aktarımlarının kesintiye uğraması ve giderek avrupa’nın güçlü devletleri karşısında mevzi kaybetmesi karşısında padişahın kullarının (kapıkullarının) gözündeki yarı-tanrısal niteliği ciddi bir aşınmaya uğradı. padişahın kişisel otoritesinin yara almasıyla birlikte sadrazamın (vezir-i azam) gücü gün geçtikçe artıyordu. 1654’ten sonra veziriazamlar, saray içinde bulunan ve kendilerine ayrılan bir köşkte yaşamaya başladılar (babıali). padişah, hükümet toplantılarına nerdeyse hiç iştirak etmiyordu. osmanlı, artık babıali etrafında yapılanmaya başlamıştı ve kullar, bundan böyle padişahın değil, devletin hizmetinde çalışıyorlardı. bu sayede, soyut bir devlet hizmeti ideolojisi iyiden iyiye yerleşmeye başladı. xviii. yy’da osmanlı imparatorluğu’un gerilemeye başlamasıyla birlikte bu ideoloji, güçlü bir “devleti yaşatma” saplantısına dönüştü; çünkü devlet adamlarının gözünde bu kurum, kendi güç ve otoritelerinin yegane kaynağı olma özelliğini korumaya devam ediyordu.

    imparatorluğun en zor günlerinde devlet adamları, avrupa’da ve rusya’da bulunan kimi güç odaklarıyla kafa kafaya verip siyasal çözüm yolu arayışına giriştiler; ne var ki bu çabaların amacı “vatan”ı ya da “ulus”u kurtarmak değildi; onlar devleti yani kendilerine tahsis edilmiş iktisadi kaynaklardan yararlanma haklarını koruyabilecekleri asgari toprak parçasını kurtarmaya çalışıyorlardı. öte yandan devletin sağladığı imkanları bariz bir biçimde maddi nedenlere havale etmek resmi noksan görmekle malul olmak anlamına gelir. zira prestij rantı, nüfuz rantı ve iktisattan vareste siyasi iktidar da türkiye gerçeği düşünüldüğünde daha da ciddiyetle alınması gereken motifler olarak kendini gösterir. günümüze değin biteviye gündeme gelen “devlet kurtarmak” faaliyetinin en önemli nedenleri hep bunlar olagelmiştir.

    devşirme sistemine son verilmesiyle birlikte, özellikle xviii. yy’ın ortalarından başlayarak memurlardan oluşan bir yapılanma ortaya çıktı. 1803’te ilk kez bir bürokrat veziriazamlığa atandı. birkaç yıl sonra yeniçeri ordusunun kanlı bir biçimde ortadan kaldırılması, padişah ve ulemanın, eski osmanlı mutlakiyetçiliğine dönmek adına gösterdikleri son çırpınışlar olarak tarih sahnesindeki yerini alıyordu. 1800 yılların sonlarına gelindiğinde can çekişen imparatorluğu kurtarma çabaları yaygın bir hal olarak ahval-i adiyeden bir niteliğe büründü. öteden beri süregelen bu mücadeleye, bu olaydan yaklaşık yüzyıl sonra son verenler, batı yanlısı yeni bürokratlar (daha ziyade militer bürokratlar) olacaklardı.

    amma velakin bahsi geçen “devleti koruma ve kollama” ideolojisi, xx. yy’ın milliyetçilik cereyanıyla da pekiştirilerek cumhuriyetçi devletin temel enerji kaynağını oluşturacak olan batılılaşma taraftarı “yeni seçkinleri” etkisi altına aldı. yeni seçkinler ittihat ve terakki cemiyeti’nin zihinlere kazınan olumsuz eylemlerini de dikkate alarak bu tür bir yapılanma ile alakası olmadığını dosta düşmana ispat etmeye azami gayret sarf etmiştir. öte yandan aradaki tarihsel süreklilik konuya vakıf olanlarca biliniyordu.

    bir toplum kendiliğinden ne konzervatiftir ne de reformist/modernisttir. benzer bir yaklaşım, toplumsal aktörler veya sınıflar için de muteberdir. her sosyal sınıf ve aktör, her toplum, bir mevcudiyet esnekliğinden, bir seçme özgürlüğünden istifade eder. insanlar ekseriyetle hem yenileşme/değiştirme hem de koruma, muhafaza etme temayülünü bir arada yansıtırlar. türkiye’nin süregelen devlet adamları, iktidarın yaşadığı bu ikilemin manidar bir örneğidir: yönetici olmak, ayrıcalıklı bir konuma ulaşmak ve toplumda kazandıkları üstünlüğü güvence altına alan biçimi muhafaza etmek ya da giriştikleri değişim hareketini, iktidarlarının tehlikeye düşmesi pahasına sürdürmek. türk devleti, batılılaşma atılımı yaparken anlamlı bir toplumsal hareketten destek görmediği, böylesine gayretkeş bir çabanın içine de angaje olmadığından, sırtını kendi kadrolarına dayadı. buna uyum sağlayacak ve bunu daha ileri noktalara taşıyacak laik ve rasyonalist (!) bir seçkinler topluluğunun tez elden icat edilmesi bir zorunluluk olarak ortadaydı. bunu göz ardı etmek on yılda onbeş milyon genç yaratılmasını, cumhuriyetin gençlere emanet edilmesini kavrayamamakla eş değerdir. süregelen bir nüfus, halk, metazori de olsa icat edilen bir ulus varken tabula rasa vari işlenecek bir zihniyete neden özlem duyulmuştur?

    “vatan kurtarmak” projesini tarihsel bir bağlamda ele alırken bu tür bir yaklaşımın başat olduğu devletçilik uygulamasına değinilmesi elzemdir. modernleştirici bir inisiyatifle devletin yeni seçkinleri tarafından liberal demokratik söylem icabı özel sektöre ait olması gereken türde kamusal işletmeler kurulmuş; bu sayede özel sektörde oluşması hedeflenen endüstri kolları, üretmesi gereken mallar tayin edilmeye ve bunlara yön vermek ve öncülük etmek gibi hayırhah neticelere ulaşılması fikri belirgindi. devletçilik yaklaşımının söz konusu iktisadi misyonundan başka kerim devlet anlayışına hizmet etmesi de belirgin bir sonuç olarak amaçlanmıştı. böylece giderek halktan daha çok kişi devlet işletmelerinin bir çalışanı olacak ve kurulu düzenin en önemli emniyet sübabı vazifesi görebilecekti. sistem bu sayede tıngır mıngır işleyişiyle evrimsel bir süreç sonucunda kontrollü ve nihai evreye ulaşabilecekti. devlet kurtarma iddiasını biraz da bu gözle irdelemekte fayda vardır.

    batıcılığı yakobenik bir tarzda dayatma çabasında rekabet kabul etmez bir yetki ve otoriteye sahip cumhuriyet döneminin yeni seçkinleri ilk dönemde yaptıkları tüm faaliyetlerinde bariz veya üstü örtük bir biçimde “vatan kurtarma” fenomenine göndermede bulunmuşlardır. hatta çok partili siyasal yaşama geçiş ve beraberinde gelinen nokta da yine vazgeçiş de hep “vatan kurtarma” egemen söyleminin kisvesi altında işleme tabi tutulmaktan kurtulamamıştır. ne ki, siyasi elitler, yakup kadri’nin “politikada 45 yıl” adlı anı kitabında belirttiği gibi kurtuluş savaşı’nın külleri daha soğumadan menfaat çatışmalarının göbeğinde birbirleriyle kıyasıya mücadeleye tutuşmuşlardır. her bir kişisel ve grup çıkarı “vatan kurtarmak” gibi makbul ve kutsal bir ilkeyle peçeleniyordu.

    pretoryenizm bağlamında siyasal yaşama yapılan her tür “rot balans ayarı” da öncelikle “vatan kurtarmak” penceresinden bir tarih yazımına konu olurken yeni dönemde yapılması öngörülen her tür pratik de yine bu açıdan meşrulaştırılıyordu. her şey bir anda süt liman bir çehreye bürünüyordu. tarihin sıfır noktası misullu başlangıçlar inşa ediliyordu. müdahaleye gerekçe oluşturan her tür içinden çıkılmaz çatışmalar bir anda kesintiye uğruyordu. söylenildiği gibi “vatan” bir süreliğine güvende oluyordu. demokles kılıcı bu bir türlü kurtulamayan vatanın üzerinde biteviye sallanmaya devam ediyordu. kılıcın salınım gücü azalır gibi olduğu vakit “vatan kurtarmak” eylemi yeniden gündeme geliyordu. tüm askeri darbelerden sonra yapılan kamuoyu açıklamalarında öz olarak benzer motifler bariz bir biçimde göze çarpmaktadır. soğuk savaş denilen gerginlik ortamında mevcut netameli koşullar hizmet ediyordu bu tür doğrudan “fine tuning”lere.

    ne ki soğuk savaş sonrasında bildik anlamda askeri müdahalelere gerekçe üretmek ve uluslar arası arenadan eskiden olduğu gibi kabul edilme ve tanınma mümkün olamıyordu. demokles kılıcı hepinizin de bildiği gibi en son “28 şubat süreci”nde “postmodern darbe” söylemlerine konu olarak yeniden güç kazandı. demokles kılıcı eskisi gibi halktan kabul gören ve uluslar arası iktidar odaklarınca makbul bulunan müdahale olanaklarından çok uzaktı artık. yeni döneme adapte olmak bariz bir biçimde kendini hissettiriyordu.

    günümüzde gelinen aşamada “vatan kurtarmak” misyonu tsk’dan kimi stk’lara kayma yönünde bir eğilim kazandı. bunlardan biri de polisin yoğun operasyonları sonucu keşfedilen vatansever kuvvetler birliği idi. vatansever kuvvetler birliği başkanı taner ünal tutanakla tespit edilen ifadesinde "biz bu hareketi vatan için başlattık." diyor. amacımız vatanı yine kurtarmaktı. kurtulmak istemeyen ve kurtulmak bilmeyen vatandı esas meselemiz bizim. vatanı yıkmaktan çok ona çelme takmaya çalışanlardı hedefimiz demek istiyordu esasında. ironik bir biçimde onu yargılayan mahkeme de onu "devletin bağımsızlığını zayıflatmaya veya birliğini bozmaya, türkiye cumhuriyeti hükümetini ortadan kaldırmaya veya görevlerini yapmasını kısmen veya tamamen engellemeye teşebbüs" suçlarından tutuklayıp cezaevine koyuyordu.

    enteresan bir tutarsızlık: vatan kurtarmak hayırhah niyetiyle yola koyulan "vatansever", "devletin bağımsızlığını ve birliğini bozma" suçundan yani "vatana ihanet"ten yargılanıyor. kurtarılmak istenen vatanın anlamı her bir odak tarafından farklı farklı özelliklere sahipti. yine dikkate değer bir şeydir ki şemdinli davası sanıkları da "vatanın bölünmez bütünlüğüne" yönelik eylemlerden, yani "bölücülük" suçundan yargılanmışlardı.

    "vatan kurtarmak" ile "vatana hiyanetlik yapmak" arasındaki ince ve bıçak sırtı sınırı birbirinden ayıran kriter, mihenktaşı nedir? herhalde yazılı kurallarla temayüz eden hukuktur bu. çünkü vatanı yaşanılır kılan, dolayısıyla birbirinden farklı unsurları bir arada tutan şey sadece ve sadece hukuktur. birbirinden farklı unsurların mozaik olduğundan bahsedilse mozaik bu zenginliği yansıtmaktan uzaktır. son dönemde gündeme gelen ebru metaforu tarihsel bağlam dikkate alındığında daha açıklayıcı ve kullanışlıdır. zira ebru sanatında renkler birbirinden ayrı, karışmadan münferiden durmaktan ziyade iç içe geçişkendir ve kaygan bir yapıya sahiptir. bahse konu hukuk ise hiçbir siyasi, ideolojik, etnik, mezhepsel açılardan kategorik ayrımlar yapmayan herkesi kanun önünde eşit kabul eden hukuktur. içinden hukuku çekip çıkarttığınız, bir kez delinse ne olur dediğiniz vakit işte o zaman ulus olarak ifade bulan varlık, birbirinin kurdu olup birbirini yok etmeye varan düşmanlara dönüşür. ülke herkesin bir an evvel içinden kurtulmak için can attığı bir tür yapay cehenneme dönüşür. devlet, bağımsızlığı ve birliği muhafaza eden bir otorite olmaktan çıkıp, düzeni ve istikrarı temin eden, bireysel yaşamları daha güvenli kılan, zayıfın güçlünün yok etme tehditlerine karşı korunduğu bir güç olmaktan çok keyfiliğin egemen olduğu ve herkesin ikiyüzlü ve samimiyetten uzak bir biçimde itaat ettiği bir tür tirana dönüşür. bu nedenlerle hukuku, objektif kuralları işlemez hale getirerek devlet iktidarının araçlarını kullanarak ortadan kaldıranlar, devlet üzerinde çöreklenip hukuksal işleyişi sekteye uğratanlar en büyük "vatan hainleri"dir esasında. onlar aksini iddia etseler de.
hesabın var mı? giriş yap