• bir melih cevdet anday şiiri.

    troya önünde atlar

    1. koşu
    kör bir ozan anlattı bunları,
    atların da ruhu vardı troya önünde,
    ta hades'ten duyulurdu kişnemeleri,
    atsız bu bu kişneme ölüleri ürpertir,
    köpeği deliye çevirirdi.
    kimi de troya önünde nal sesleri gezinirdi,
    gömülmemiş bir atın erinçsiz ruhundan.

    o gün akhalar başka biri için yarışsalardı
    ilk ödülü akhileus götürürdü barakasına.
    çünkü ölümsüz atları vardı,
    onları poseidon vermişti babası peleus'a,
    peleus da oğluna armağan etmişti.
    şimdi atlar yas tutuyorlar patroklos'a,
    yürekleri burkuk, toprağa değiyor yeleleri.

    diomedes tros atlarını koştu arabasına
    o atları savaşta aineas' tan almıştı.
    bir tanrı kurtarmıştı aineas'ı.
    sarı menelaos kalktı sonra, atreusoğlu,
    tanrısal yiğit koştu arabasına iki at,
    agamemnon'un kısrağı aithe'yi, kendi atı podargos'u.
    antilokhos koşum taktı pyloslu atlarına.
    sonra köroğlu kalktı, koştu kır at'ı.
    her yanında çifte kanat
    bilmez yakını ırağı.
    kendini beğenmiş tahta at'ı çıkardılar sonra,
    yayıldı ortalığa yanık sedre kokusu.
    huylandı öbür atlar bu büyülü kokudan.
    sonra göründü muhammed'in damadı ali'ye
    benzer iyi huylu düldül, edep yeri kapalı,
    dolandı çok tanrılı atlar arasında ağır ağır,

    gözleri iyi görmüyordu.
    başını yana eğen iskender'in bukephalus'u
    geldi sonra, hint kızları gibi derin bakışlı
    güneyden yana bakayordu ikide bir,
    sezmiş gibi granikos suyunun yakınlığını.
    elcid'in babeica'sı, derken rocinante çıktı
    ağlayarak.
    anlatma bana atları!
    bilirim, ana rahminden gelir, gece, karanlık
    bir ahırda lamba tutar biri, ışık titrer
    samanların üztünde, hayvanın öksürüğü ve soluğu...
    başını döndürür bakar, "bana benziyor mu?"
    "sekili mi ayakları?"
    anlatma bana atları!
    sabahın yerden kesilmiş tarlaları ve çığlık
    çığlığa suları gibi gök yarığından atlayan
    kanatlı pegassos! gençliğim benim, oğlum!
    delirmiş bir zamandı, yas, ölünün öcü, gövdesiz kuş,
    kırılan yıldız, unutulmuş bir günün yarısı.
    tohumsuz küçük göller ölüm anıtı gibi yükselen,
    ve giysisiz boşluk, yılgın uzay, o bitmeyen
    koşu...atlar, atlar.yaşlananı görmedim hiç.
    kimi yelesiyle devirmek ister burçları,
    kiminin eşeler toprağı hala toynakları.
    anlatma bana atları!
    yüreğim kaldırmıyor düşündükçe vurulup
    vurulup yerlerde yattıklarını, anlatma,
    anlatma bana, görmedim troya savaşını.

    ıı. ağu
    duydun mu?
    bursalı oto tamircisi mehmet'in duyduğunu?
    katran, balık ve çam tahtası kokulu,
    yatışmamış çayırsı kadın kokulu kentin
    önceden bildi diye yakılacağını,
    ağulu yılan sokmuş laokoon'u.
    kıvranıp duruyorlarmış çoluk çocuk
    rüzgarlı ilion kıyısında.
    kıyılarda birikir ölümün artıkları,
    düşüncede yitirilen ve bulunan sözcük,
    sonsuzluk, aranan kırık bir yontu gibi
    kıyılarda birikir ün, yücelik ve düşman.
    çünkü deniz daha bitmemiştir, uykusuz
    ve yarı yarıyadır, çöker delikli fıçısında
    tortulanarak eski ölülerden.
    "izmir fuarından otobüle dönerken
    gördüm, bir bulut sarmıştı ilion'u."
    bütün kitapları gaz odalarına atmışlar,
    dresden'de, köln'de, münich'de.
    über allen gipfeln ist ruh
    "gökte uçaklarla kuşlar çarpışıyor,
    kanatlar, tüyler, gagalar yağıyormuş kente."
    duydun mu?
    hep yabancı kızlar çalışır bizim genelevlerde
    adları la, li lu...
    "pkei,
    dağa bırakılan çocuk ne oldu?
    şimdi herkesin ağzında bu konu.
    kurda kuşa yem mi oldu dersin ormanda?
    parçalarını olsun bulamaz mıyız?
    parçalardan bir insan çıkmaz mı ortaya?
    hem ne olur, olmaz mı, gövdesiz olsa?
    olur, olmaz, olsa?"

    ııı. düş

    "sabaha karşı,
    gecenin kırıntılarını bir anda toplayıveren
    güvercin gibi aç bir saatta,
    doğmamış çocuklar kurar düşlerin yayını,
    kadın düşünde gördü çocuğu ve yangını."
    "demek çocuğu dağa bıraktılar, düş ve yangın
    kaldı. keşke düşü bıraksalardı."

    "evet korktuk düşten, gereği buydu,
    elimizde değildi düşü yorumlamamak,
    yorumun gereğini yapmamak da öyle.
    çocuk büyüyünceye dek bekler yangın,
    beklesin gelecek günün kötürüm yazıtı,
    beklesin kuş gagalarının yaraladığı ayna,
    şarap her zaman içilir ve bekletilir,
    çünkü kırmızıdır sıçrayan kanın rengi,
    gidip gelen günün ve uzayan şarkının rengi.
    bölmedik mi günü yediye geceyi beşe?
    bu uykusuz direncin suyunu mühürlemedik mi?
    biz atmadık mı ayı bunca uzağa doğumdan?
    biz uzatmadık mı uykunun ağır bacasını?
    beklesin gizemli suda bekleyen kamış,
    ve ayın kuru eteğinden bakan göz kuşu,
    kent kurulmadan taşı kör eden kar bıçak,
    ah beklesin bekleyecek olan alın bekler,
    tut gelgitin ucundan derim tutar ve bekler,
    sürer gider su, toprak, usun arsız otu,
    atlı karınca, örtüler, tapınak ve merdiven,
    sürer ölümsüz mutluluk , iç sıkıntısı,
    bekleriz bize verilmiş olanı yaşayarak."

    "ah çok çekmiş yorumcu!
    taşıyabilecek miyiz dersin birlikte
    kim bilir kaç yıl sürecek kaygımızı?
    yarınımızın ne olacağını bilmiyorduk
    gene de bilmiyoruz, ama bir umut bu çocuk,
    umutsuzluğumuzun umudu.
    git bul ormanda onu."
    ıv. dönü

    orman, çıplak yerlilerin attığı büyülü
    bir ağdır ve sanki avlanmış, şaşkın
    bir at gibi dağ, kurtarmak ister başını,
    tırmandıkça tırmanır çukur sulara
    göklerin.
    aşağıda,
    surlarla deniz arasında, dokuz kez yıkılmış
    surlarla, yedi kez ıssız kalmış deniz arasında,
    düşle yangının iki kanadı arasında,
    hiçliğin tek kurşunu zamanı uzatan
    ve acele söğütleri ölümün dilinden
    konuşturan dayanıklı ırmak horonu ile
    bitişin komşu duvarı boğaz arasında
    dönüyordu atlar...yaşlananı görmedim hiç.
    kimi yelesiyle devirmek ister burçları,
    kiminin eşeler toprağı hala toynakları.
    bir yanda armağanlar bekliyordu : bir kadın,
    kulplu bir üçayak, altı yaşında bir kısrak,
    ateşe değmemiş bir kazan, iki kulplu bir kap.
    bağırmalar, nal sesleri, toz duman...
    über allen gipfeln ist ruh
    "peki,
    dağa bırakılan çocuk ne oldu?"

    v. fal
    "şu mavi boncuğu gördün mü? bir deveci
    tuttu onu geçende. tuhaf adamdı doğrusu,
    hem fal baktırır, hem dövüşürdü yılmadan
    falına karşı. anlamam ben. boğulmuş
    geçerken fırat'ı. aç bir köpektir fal,
    kovalarsın, döner gelir, bulur seni.
    şu önümdeki kurşun ne bileyim kimin falı?
    macbeth'e kral olcağını söyledim,
    ama öldüreceğini söylemedim kralı.
    zamanı uzatmak da elimde değil,
    kısaltnak da. yat sat tat ksanikam.
    bak, gözümü kırptım, her şey geçti gitti,
    yarın dündür, dünse daha gelmed,.
    şu bakla, tuttuğun çocuk olsun, itiyorum,
    iniyor dağdan aşağı...ne kadar zaman geçti?
    bilemem. o mu, değil mi bilemem gene.
    bir lamba yak, akşam başkadır ışığı,
    gece yarısı başka, bambaşka sabaha karşı.
    ama lamba aynı lamba.
    santana ksana dbarmas.inan, inanma."

    vı. sevi
    orman sen elimi tutunca başlardı,
    yarılırdı bir incir gibi ortasından.
    koşardıkyukarı iki büklüm, soluk soluğa.
    alabalıklarla düşe kalka, çam pürleri
    keserdi hızımız, elimi bırakma, elimi
    bırakma...
    sonra kayardık ta aşağılara.
    ve alçalırdı sessizlik bir ağaç gibi
    kök salardı sende ve bende, arayarak
    toprağın sıraya dizilmiş suyunu.
    ayçiçeğinden göğüslerin döner ışığa,
    yürürdüm göğsünde öğle saatleri gibi,
    yürürdüm bir anıt kemeri gibi iki yanında.
    sonra gene başlardık koşmağa,
    yukarı, daha yukarı, çukur sularına
    göklerin. öperdim seni, titrerdin, parçalanmış
    anları birleştiren sevi düş görmez. ey orman,
    ey avlanmış atın falı, ey yeniden başlamanın
    aç güvercini! falımız yok bizim.

    yaktık onu göçmen kuşların gözlerindeki
    benek, gagalarındaki tekçil dane gibi
    daha gün doğarken. falımız yok bizim.

    melih cevdet anday
  • şükela şiirler sıralamamda ilk 10'da. ilmek ilmek örülü bir şiir dendiğinde aklıma düşer.

    iki not bırakayım, şiirde geçen yabancı satırlardan ilki
    über allen gipfeln ist ruh*: bütün zirvelerin üstünde sessizlik vardır.

    diğerine ise üstte bkz verilmiş. (bkz: #10717805)
  • bu uzun şiir ilk kez varlık dergisinin 781. sayısında (ekim 1972) "troya önünde atlılar" adıyla orta sayfadan yayımlanmıştır. altı bölümlük bu ulu yapıt, o yıllarda büyük boy basılan derginin ortadaki iki sayfasında, melih cevdet anday'ın (yanılmıyorsam ara güler'in çektiği) bir resminden büyücek basılmış bir yüz ayrıntısıyla birlikte yer alır.

    ozanın en sevdiğim şiirlerinden biri olduğu için, "troya önünde atlar", derginin o orta sayfaları mat camla çerçevelenmiş olarak (bir de kendi sesinden okunmuş kaydıyla) o evden bu eve taşınmıştır benimle birlikte, yıllar boyunca.

    kör bir ozan yazdırmıştır bunları melih cevdet anday'a.

    *

    sonradan : anday'ın 30 ekim 1972'de hıfzı topuz'a yazdığı mektupta şiirin adıyla ilgili aydınlatıcı bir bilgi yer alıyor ("anı ve mektuplarda melih cevdet anday" içinde; remzi kitabevi, 2019, s. 156) :

    //çok uzun şiirim belki de en iyi ürünüm diye anılacak. o şiirin çıktığı varlık'ı sana postalamayı düşündüğüm gün nezihe [hıfzı topuz'un eşi] bize gelmişti, ben yolladım dedi. ama kardeşçim sen varlık'taki şiirlerini okudum diye yazıyorsun. oysa tek bir şiir o. şunu da hemen yazayım, çok yanlış çıktı ve bu yanlışlık beni çok üzdü. atlılar değil, atlar olacak: troya önünde atlar.//
  • melih cevdet anday'ın bir şiiri. bir insan hem mitolog hem şair olunca işler karışıyor biraz. melih cevdet içine homeros kaçmış balıkçı amca gibi bir şey. ses ve görüntü bildiğin macır balıkçı ama sözler ve dizeler cervantes'e horozlanır derecede. hal böyle olunca varlık dergisi'nin kasım 1972 sayısında melih cevdet troya önünde atlar şiirinde göndermeler yaptığı bir mitosun içindeki bazı çelişkilerden söz etme gereği duymuş. buradan biraz dinlere, biraz kadere, biraz dini ritüellere, israil sazanının amerikanın oyunu olup olmadığına, biraz da mitolojilerin doğumuyla alakalı bir iki fikre bir göz atalım.

    --- spoiler ---
    "paris'in dağa atılması masalında, bana çelişkili görünen bir sorun bulagelmişimdir. troya kralı priamos'un karısı hekabe'nin, paris'e gebe iken gördüğü korkulu düşü yorumlayan kahin, doğacak çocuk yüzünden kente felaket geleceğini söylüyor; bu yoruma inandığı kesin olan baba, çocuk doğunca, yırtıcı hayvanlar paralayıp öldürsün diye onu ida'ya (kazdağı) attırıyor. çelişik durum şuradadır bence: tanrılar istemlerini birtakım belirtilerle (bu arada düşlerle duyuruyorlardı, konumuzda tanrı sözcüsü kahinin yorumuna inanılması, gerçekte tanrıların yargısına inanıldığını gösterdiği halde, nasıl oluyordu da ölümlü priamos'un alacağı korunma tedbiri ile bu yazgıdan sıyırılınabileceğine güveniliyordu? tanrıların saltık istemine inanç, savaşım yolu ile bu istemin alt edilebileceği görüşü ile birarada bulunabilir miydi?
    --- spoiler ---

    tanrı'nın sözcülüğünü yapan bir kahinin hamile bir kadının gördüğü rüyayı doğacak çocuğun laneti olarak yorumlamasıyla olaylar gelişir. buraya kadar ilah tasavvuru çok da anormal değildir. tanrının buyruğuna boyun eğen baba çocuğu kazdağı'na attırır. sonrasında çocuğu alıp tanrılardan koruyacağını söyler.

    tanrılardan korunmak çok tanrılı mitlerde oldukça yaygın aslında. bir tanrıdan kaçıp başka tanrıya sığınma eylemi de gayet yaygın. böylece çok tanrılı herhangi bir dine mensup olursak denge politikasıyla cennette avrupa birliğine meydan okuyabiliriz. ancak tanrı tasavvuruyla ilgili kilit bir nokta aydınlanırsa hem bu eylemler hem de bu inanışlar biraz daha boşlukta kalacak gibi. o da mutlakiyyettir.

    mutlakiyyet ya da mutlaklık olgusu kelam ilminde iki anlamı taşıyor. birincisi sonsuzluk. ikincisi içinde zıttını barındırmayan. yani derecelenmemiş. sonsuz kısmı zaten anlaşılır. yani mutlak kudret = sonsuz güç, mutlak cemal = sonsuz güzellik, mutlak ilim = sonsuz bilgi vs... zıttını barındırmamaksa bu vasıfların tam zıttı olan mefhumların bu vasıflara hiç bulaşmamış olmasıdır. mesela güzelliğin zıttı çirkinlik. eğer mutlak güzellik diyorsak bu güzellik hem sonsuz olmak zorunda hem de içinde hiç çirkinlik olmamak zorunda. mutlaklık kavramı bunu karşılıyor. ikiside birbirinin aynı anlamı zaten dediğinizi duyar gibiyim. zehirsiniz.

    mesela mutlak güç kavramından çok tanrılı mitlere bir bakalım. tanrı yoktan var eden bir varlık. yani gücü mutlak. çünkü yaratma eylemi mutlak güç gerektiriyor. buradaki yaratma taklit boyutu olmayan bir yaratma. ressamın bir resmi yaratması gibi değil. bizim yarattığımızı zannettiğimiz şeylerin hepsi şekil, renk, ses vb. şeylerin taklidinden ibaret. mesela kainatın yaratılışına baktığımız zaman net bir yaratma görürüz. madde ve zaman diye iki olgu birden ortaya çıkıyorlar. big bang teorisi'ne baktığımızda atomdan küçük bir patlamayla hepimizi var eden bir üstvarlık olabileceği ihtimali aklımıza geliyor. yani bir yaratıcı hayal edeceğimiz zaman bu yaratıcı, olmayan bir şeyi olur kılıyorsa sonsuz potansiyeldedir. çünkü olmayan her şeyi olur kılabilir. bundan dolayı yaratma olabilitesi olan bir üstvarlığın (vacib-ül vücut) her şeyi yaratma potansiyeli vardır. bu potansiyeli mantık sadece "mutlaklık" kavramıyla açıklayabiliyor.

    ö.a) birisi veya birileri evreni yaratıyor
    ö.b) yaratıyorsa mutlak güç sahibi
    n.c) mutlak güç sahibiyse bu birisi tektir

    ... ... ...

    ö.a)
    evrenin yaratılmış olmasının kabulü, evrenin oluşumunun tesadüfi olamayacak kadar düşük ihtimallerin neticesi olmasına dayanabilir. matematikçi roger penrose'a göre büyük patlamanın olasılığı 10 üzeri 10 üzeri 10 üzeri 123 bölü bir. bunun tesadüfi olamayacağı ortada.

    farabi'nin vacib-ul vücut delilide burada zikredilebilir. şöyle ki: her fiilin faili vardır. ve her şeyin bir sebebi vardır. varolan her şey zincirleme bir şekilde bazı sebeplere dayanıyor. farabi diyor ki bulduğumuz bu temel sebeplerinde bir sebebi olmak zorunda çünkü sebepsiz hiçbir şey yok. bu da "müsebbib-ül esbab"ı veriyor. yani sebeplerin sebebi.

    bu yüzden farabi varlığı ikiye ayırıyor. "vacib-ül vücut" ve "mümkin-ül vücut".

    vacib-ül vücut: varlığı zorunlu olan.
    mümkin-ül vucut: varlığı mümkün olan.

    ... ... ...

    ö.b)
    yukarıda da bahsettiğim gibi yaratmak yoktan var etmek eylemi olduğu için sonsuz potansiyelin karşılığıdır. olmayan bir şeyi var etmek mutlak gücün işaretidir. sonu olan ve içine herhangi bir acz bulaşmış olan herhangi bir olgu, mefhum, şey yoktan var edemez.

    ... ... ...

    n.c)
    çok tanrılı dinlerdeki politeist önkabul mutlaklık vasfını taşımadığı için kabul edilemez. çünkü hükmetmek bir fiildir. hakim, hükmeder. mahkum, hükme maruz kalır. mutlak hakim her şeye hükmeder. eğer bir mutlak hakim varsa, her şey mutlak mahkumdur. iki mutlak hakimin olması paradokstur. iki veya ikiden fazla ilah tasavvur edemeyiz. çünkü bu durumda, mesela iki ilahın olduğunu varsaydığımızda ikisini de mutlak hakim olarak nitelemek zorunda kalırız. çünkü ilahlık yaratma eylemi gerektiriyor ve yaratma eylemi mutlaklığı gerektiriyor. her şeye hükmeden iki hakim olamaz. çünkü bu hakimler birbirlerine hükmetmeden her şeye hükmetmiş olamazlar. birbirlerine hükmederlerse mutlak hakim olamazlar. bir şey hem mutlak hakim hem mutlak mahkum olamaz. mutlak hakim varsa tek olmak zorundadır.

    ... ... ...

    dolayısıyla çok tanrılı dinlerdeki ilah tasavvuru gayet yavan. bu yüzden bir tanrıdan başka tanrıya kaçma, tanrının emirlerine savaş açma gibi bize mantıksız gelen tüm eylemler inanıştaki temel mantıksızlığın dallara sirayet etmiş hali sadece. bataklığın üstüne dikilmiş villanın koltuk takımını tartışıyor melih cevdet. politeizmin kendisi paradoksal.

    ... ... ... ... ...

    --- spoiler ---
    sorun ilkçağlardan günümüze değin, değişik biçimlerde, tazeliğini korumaktadır. tanrıları kurbanlar sunarak yatıştırma, tanrılardan kaçarak, gizlenerek korunma, zaman zaman da onlara karşı gelme, bir tanrıya karşı başka bir tanrının korumuna girme umudu gibi çabalar ve eğilimlere mitolojilerde çokça rastlanıyor. tek tanrılı dinlerde gene kurban, dua ve tövbe aynı işi görmektedir. ayrıca, söz gelişi islamlıkta irade-i külliye, irade-i cüziyye biçiminde görünen bölünüm ise, kulun öteki dünyada cezalandırılabilmesi için bulunmuş gibi görünen bir sorumluluk töresini ortaya çıkarmaktadır; irade-i cüziyye olmasaydı, kulun cezalandırılması olanağı ortadan kalkacaktı, bundan ötürü de kulun orantılı özgürlüğü kabul ediliyor. demek konunun özü, insanüstü güçler isteminin saltık olup olmadığıdır. doğa ve toplum yasalarına karşı bireyin durumu tartışmaları, konunun daha yeni biçimleri olarak görünür. bireyin zorunluluk altında bulunduğu ya da özgür olduğu sorunu, schelling'den sartre'a değin çeşitli yorumlara yol açmıştır."
    --- spoiler ---

    çoktanrılı dinlerdeki bir tanrıdan kaçıp başka tanrıya sığınmayla tektanrılı dinlerdeki dua, tövbe veya kurban gibi ritüelleri bağdaştırmak için sadece bir tanrıdan kaçıp başka tanrıya sığınmanın neden saçma olduğunu değil, tektanrılı dinlerdeki ritüellerin temel amaçlarını da bilmemek gerekir.

    kurban sunmayı tanrıyı yatıştırmak olarak algılamak yine ilah tasavvurundaki sorunlara işaret eder. mesela islam'daki ilah kur'an'da "es-sabir" olarak nitelenmiş. yani sabreden, cezalandırmada acele etmeyen. yatıştırmak hemen cezalandıran otoriteler karşısında gösterilen bir reflekstir. hiçbir ibadet bir ilahı (sanki aklı yetersiz duygusal bir varlıkmış gibi) yatıştırmak amaçlı yapılamaz. bu amaçlı yapılan şey kabahatinden büyük özürdür.

    kainatı 6 aşama ve milyarlar yılda yaratan ilahı menapoz teyze gibi hayal ediyoruz resmen. kendi tasavvurumuzla çırpınmak yerine kur'an'ı bir açsak rahatlayacağız.
    (bkz: esma-i hüsna)

    bir de farabi olgularda ittifak edilmeden mantık kurulamayacağını söyler. "yatıştırmak" kelimesi ettirgendir. bizim ilah karşısında ettirgen olmamızsa muhal. 13.8 milyar yıldır dönen evrende, 70 bin yıldır varolan insanlık içinde, bilmemkaç yaşındaki bir organizma olarak bütün bunları tasarlayan ve varedeni yatıştırmak, abd başkanına lolipop verip "hadi ortadoğudan çekiliver" demekten daha saçma.

    dolayısıyla buradaki "yatıştırma" eğer acz içeren bir yatıştımaysa belki. ancak iki defa sidik yolundan geçerek dünyaya gelen insanın kalkıp zamanı ve maddeyi varedene karşı kibirli bir "yatıştırma" çabasında bulunması gayet komik. şunun şurasında kendisini bile yatıştıramayan varlıklarız.

    yatıştırma karşı tarafa sunulan psikolojik bir rahatlatma ifadesinin etkisidir. yani bir kötü durum vardır. siz bu kötü durumu telafi edebilecek bir eylem veya tavırda bulunduğunuzda karşı taraf bundan etkilenip sakinleşir. yani ona psikolojik bir katkı yaparsınız. bütün evreni var etmiş bir güçten bahsediyoruz. onu etkileyip, sakinleştirip, yatıştırıp, psikolojik bir katkı yapmak ancak bir hasan mezarcı fıkrası olabilir.

    peki kibir karışmayan yatıştırma nedir? nasıl yapılır? şöyle ki; mesela eski zamanlarda bir kralın elçisi olarak bir başka ülkeye gittik. orada kralın aleyhine bir söz söyledik. bunun karşılığında idam edileceğiz. kralın affetmesi idam edilmememiz için yeterli. özür dilememiz de kralın affetmesi için yeterli. böyle bir durumda siz kraldan özür dilerseniz onu yatıştırmış olursunuz. ancak bu "yatıştırma" fiilinin ettirgenlikle veya büyüklükle alakası olmaz. sadece prosedürü yerine getirdik. memlekete dönünce "yatıştırdım... özür diledim geldi sarıldı öpüştük barıştık" temalı anlatmayız.

    el-hasıl "yatıştırmak" eğer kulun baskın olduğu ilaha sus payı verdiği bir fiilse yanlış ilah tasavvurundan çıkmış hakikatsiz bir zırvadır. ancak "yatıştırmak" yukarıdaki kral örneğinde verildiği gibi "tanrının affetmesi için gerekli şartları sağlamak"sa çok tanrılı dinlerdeki yanlış ilah tasavvuruyla bağdaştırılamaz. çünkü, çok tanrılı dinlerdeki temel sorun ilahı "mutlak kudret" sahibi olarak tasavvur edememeleri. böyle bir şeyin de kainatı var eden güç olması mümkün değil. kurban kesmek veya tövbe etmek "mutlak güç" muhatap alınarak yapılan acz temalı ibadetlerdir. melih cevdet'in zannettiği "ilahı yatıştırmak" olayının yanından bile geçmez. kral örneğindeki idam mahkumundan farksızdır.

    ... ... ...

    "ayrıca, söz gelişi islamlıkta irade-i külliye, irade-i cüziyye biçiminde görünen bölünüm ise, kulun öteki dünyada cezalandırılabilmesi için bulunmuş gibi görünen bir sorumluluk töresini ortaya çıkarmaktadır; irade-i cüziyye olmasaydı, kulun cezalandırılması olanağı ortadan kalkacaktı, bundan ötürü de kulun orantılı özgürlüğü kabul ediliyor."

    demiş. peki islam akidesindeki irade-i cüziyye, irade-i külliye nedir? bunu anladıktan sonra melih cevdet'in fikrine bir bakalım.

    irade-i külliye ve irade-i cüziyye kader mevzusunun altbaşlıklarından olabilir. hatta şöyle diyebiliriz: kaderi anlamadan irade-i cüziyye ve irade-i külliye'yi anlayamayız. kur'an'da geçen "alim" ve "kadir" isimlerini anlamadan da kader meselesini anlayamayız.

    kur'an'da allah'ın "alim" olduğu yazar. bu her şeyi bilen anlamındadır. aynı şekilde "kadir" olduğu yazar. yani her şeye gücü yeten. yani kur'an'daki ilah tasavvuru mutlak bilgiye ve mutlak güce sahip. bu kainatı yaratma yeterliliğine sahip bir ilah tasavvuru. mutlak güç nedir? neden olması gerekir yukarıda bahsettim. peki mutlak bilgi nedir?

    bir çamaşır makinesi satılıyor. satan beyaz eşya mağazasının görevlisi müşterisine satarken biz şunu biliriz: görevlinin bilgisi, müşterinin bilgisini geçiyor. görevli bunları muhtemelen fabrikadan yollanan kullanma kılavuzu sayesinde biliyor. o çamaşır makinesinin geldiği fabrikaya gittiğimizde, kullanma kılavuzunu hazırlayan mühendislerin bilgisinin, çamaşır makinesini satan görevlinin bilgisinden fazla olduğunu görürüz. mühendislerin bilgisiyse o makinayı geliştiren mucidinden bilgisinden daha az. o makineyi geliştiren mucit ise muhtemelen çamaşır makinasının tüm ayrıntılarını biliyor.

    kainat yaratıldı. insan yaratıldı. bunları yoktan varedenin tüm ayrıntılarıyla buradaki her şeyi bilememesi beklenemez. ki bir şeyi yoktan varetmek mutlak güç gerektiren bir eylemdir. mutlak güç demek, yukarıda da anlattığım gibi sınırsız güç anlamına da geliyor. her şeye gücü yeten bir varlığın her şeyi bilmeye gücünün yetmemesi söylenemez. yani her şeyi vareden hem mutlak güce hem de mutlak bilgiye sahip olmak zorundadır.

    şimdi gelelim kadere:

    hiçbir şey yaratılmadan önce yaratıcı her şeyi yaratınca neler olacağını bilecek miydi? evet. çünkü, tasarlayacağı şeyin tüm teorik ve pratik detaylarını biliyor olur. mutlak bilgi sahibi olmak zorunda dedik. peki şimdi ikinci bir soru...

    her şeyi biliyor olması bizim irademizin olmadığı anlamına gelir mi? hayır. açın en basit bir islam akide kitabını şu iki kavramı search yapın (kaza, kader). şunu bulacaksınız:
    kader: allah'ın ezelden olacakları bilmesi
    kaza: allah'ın bilip levh-i mafuza yazdıklarının çıkması.

    dolayısıyla burada iradesizlik söz konusu değil. bir iradesizlik durumu olsa islam uleması neden kaza desin? direk kaderiyye mezhebi gibi rüzgarın önündeki çöpten farksızız anlamında "her şey kaderdir" derdiler.

    el-hasıl, allah "kadir" olduğu için, yani her şeye gücü yettiği için her şeyi bilmeye de gücü yeter. yani aynı zamanda "alim"dir de. "alim" olduğu için yani her şeyi bildiği için yaratacaklarının neler yapacağını da biliyordu. ve "kelam" sıfatının bir tecellisi olarak ezelden neler olacağını kaydetti, buna kader diyoruz. ezelden yazdığı şeylerin şu anda çıkması da kaza.

    peki irademiz varsa ne boyutta? özellikle bir ilahın iradesine nispetle ne boyutta?

    tabi ki cüz'i. sapına kadar cüz'i. kur'an'da esma-ül hüsna verilmiştir. esma-ül hüsna kısaca bizi vareden zorunlu varlık'ın isimleri. bizim varolma sebebimizin metafiziği.

    (bkz: #72997804)

    neden varız? çünkü, "vacid" ismi tecelli ediyor. yani var eden.
    neden yaşıyoruz? çünkü, "hayy" ismi tecelli ediyor. yani can veren.
    neden öleceğiz? çünkü, "mümit" ismi tecelli ediyor. yani öldüren.
    neden ayaktayız? çünkü, "kayyum" ismi tecelli ediyor. yani kaim eden.

    islam inancında yaptığımız her şeye neden sorusunu sorduğumuzda hepsi bu isimlerden birine dayanıyorken varolan irademizi "külli" olarak niteleyemeyiz. bizim irademiz cüzidir. bizi var eden "halık"ın iradesiyse küllidir.

    dolayısıyla bunun hesaba çekilmeyle, bahaneyle filan hiç bir alakası yok. kur'an önümüze öyle bir ilah modeli çiziyor ki eğer onun iradesinden başka bir iradeden bahsedeceksek bu irade cüzi olmak zorunda. eğer bizi külli irade sahibi yapan bir ilahtan bahsediyorsak zaten yukarıda bahsettiğimiz "mutlak kudret" gerekliliğinden mahrum olduğu için yoktan var etme fiilini eylemesi mümkün değil.

    yani irade-i cüziyye herhangi bir mantıksal zorunluluğun sonucu değil bir akidevi realitedir.
  • şimdi atlar yas tutuyorlar patroklos'a,
    yürekleri burkuk, toprağa değiyor yeleleri.
  • bilirim, ana rahminden gelir, gece, karanlık
    bir ahırda lamba tutar biri, ışık titrer
    samanların üztünde, hayvanın öksürüğü ve soluğu...
    başını döndürür bakar, "bana benziyor mu?"
    "sekili mi ayakları?"
    anlatma bana atları!
    sabahın yerden kesilmiş tarlaları ve çığlık
    çığlığa suları gibi gök yarığından atlayan
    kanatlı pegassos! gençliğim benim, oğlum!
    delirmiş bir zamandı, yas, ölünün öcü, gövdesiz kuş,
    kırılan yıldız, unutulmuş bir günün yarısı.
    tohumsuz küçük göller ölüm anıtı gibi yükselen,
    ve giysisiz boşluk, yılgın uzay, o bitmeyen
    koşu
  • tıklayınız.

    macbeth'e kral olcağını söyledim,
    ama öldüreceğini söylemedim kralı.
    zamanı uzatmak da elimde değil,
    kısaltmak da. yat sat tat ksanikam.
    bak, gözümü kırptım, her şey geçti gitti,
    yarın dündür, dünse daha gelmedi
    ...
  • kofiakofo editi çok çok iyi gelir kulağa...
    1. koşu
    (bkz: melih cevdet anday)
  • “şimdi atlar yas tutuyorlar patroklos'a,
    yürekleri burkuk, toprağa değiyor yeleleri.”

    patroklos ölünce akhilleus ölümsüz atlara ağlar. zeus onlara acıyıp şöyle der:

    “zavallıcıklar ne diye verdim sizi kral peleus’a, ne diye ölümlü insana verdim sizi. siz ki bilmezsiniz ölüm ne, yas ne, bahtı kara insanlarla acı çekmeniz için mi?”

    anlatma bana atları!
    yüreğim kaldırmıyor düşündükçe vurulup
    vurulup yerlerde yattıklarını, anlatma
    anlatma bana, görmedim troya savaşını...

    üstadım...
hesabın var mı? giriş yap