• ilk kez 1997'de basılmış erdal öz'ün sait faik hikaye armağanlı öykü kitabı
    öykülerde yazarın çocukluk günlerinin tadı var
  • bugün duyduğumuz acı haberin öznesi erdal öz'ü anımsatan öykünün * adı

    -sular ne güzelse, bugün, 6 mayıs'ta senden gelen kara haber o kadar kötü oldu erdal abi...
  • ....
    sonrası birdenbire denizdi işte; sesinden, kokusundan bildiğim yoğun deniz. denizleri hep sevdim ben, suları hep sevdim; seni denizler, sular gibi sevdim; sular ne güzelse seni öyle sevdim. * *
    ....
  • türkçenin şiirle yoğrulmuş bir öykü dili olduğunu ve öykünün romandan çok şiirle akraba olduğunu göstermeyi başaran erdal öz kitabı.
  • yalnızca arka kapağındaki o şanlı ve haklı erdal öz seslenişi kitaba sabırsızca sarılmanıza yeter. ince yazılmıştır.
  • erdal öz'ü çok geç tanıdım. aslında güzel olan her şeyi ya çok geç tanımışımdır ya da o güzelin hayaline özlemle vaktimi harcayıp durmuşumdur. doksanların sonunda bursa'da artık dönemini kapatmak üzere misafirlerini bekleyen sönmez iş sarayı içerisinde kitapçılar ikinci el kitaplarını tablayla koridor civarına ya da dükkanın önünde raflara bırakırlardı. erdal öz'ü kitabı yeni çıkmıştı. çok geçmeden kitabının ikinci el raflarında, tabla üzerinde görüleceği günler yakındı.

    birkaç yıl önce kendisine şerafettin paşa camisi üzerinde dükkan açan eski bir tuzpazarı işportacısıyla karşılaştığımda da, klasik can yayını kapak baskılı pek çok kitabı bir rafta topladığını görmüştüm. adamın kızı ve eşi yanındaydı. aslında onu o halde görünce sevinmiş, eski günlerde tuzpazarı aralığında tabla koyup, kitap sattığı günler aklıma gelmişti. düşünce yapısını, kitaplara olan sevdasını konuşarak onu anlama arzum depreşmişti. o gün onu açtığı sahafında gördüğüm günde sular ne güzelse yine gözüme ilişmişti ama o aralar can yayınlarına karşı istemsizce bir mesafem vardı. adama spinoza'ın ethica'sını sorup, elim ve muhabbet dairem boş bir halde dükkanından ayrılmıştım.

    yıllar öyle acımasızca ilerledi ki; muhayyilem günden güne etkisini yitiriyor, ara sıra çalışma disiplini gütmeden yazdığım yazılar sıkıcı, bir otodidaktın yalnızca egosunu mevzu edinip, kısıtlı bir dünyanın esiri olarak can sıkıntısını ayyuka çıkardığı küçük dünyasına ait 'denemelerden' öteye gitmiyordu. hayal kurmak bir tarafa, artık hiç tanımadığım* bir insanın önerileri, tesellileri işe yaramaz hale gelmişti. ne yapabilirdim? kendimi stephen king'in insanın kendi yazdığı öyküler konusunda fikri gibi kandıramazdım. sonuçta dünya için çok önemli bir iş yapmıyor, kendi zihnime, hayallerime yönelik metin çalışmalarıyla yılları tüketiyordum.

    bir ara etnik bir prens olarak ruhunu mum alevine emanet edip, yalnızca kendi doğrularıyla yaşayan birinin kendisine motto olarak belirlediği yazım şekli aklımı kurcalamaya başlamıştı. mottosu yazabilmek için hiç okumamaktan geçiyordu.* toplu sipariş ettiğim kitaplar içerisine - artık can yayınlarına olan mesafeyi bitirmiş halde- erdal öz'ün kitabını da eklemiştim. fakat kuşku bir yana, hafızamı kemiren bu gereksiz mottodan kurtulamıyordum. bu anlamsız parolayla geçen aylar sonrasında kitaplara olan bilinçli uzaklığımı yenip, tekrardan okumaya devam ederken, şahsımda sorun olarak teşkil eden ayrıntıya dönük 'can sıkıntılı' temalı asıl problemin 'kendi kaygılarım' olduğunu görmemle yeni bir bulantıya kendimi bıraktım.

    neydi bu bulantı? cortazar'ın seksek kitabında daha toplu bir şekilde özetlediği manaya dönük bir karmaşadan başka bir şey değildi:

    -denebilir ki mutluluk insanın yalnızca kendisine aittir, tek kişiliktir mutluluk, oysa mutsuzluk herkesin gibidir, herkese ait gibidir.

    ne zaman kendime ait bir şeyi daha çoğul, topluma yönelik düşünmeye başlasam, o zaman kaygılarımın ucu bucağı gözükmemeye, korkularımla başa çıkamayıp kendimi yerde buluyor, zedelenen ne varsa onları sarıp, iyileştirmek yerine 'zamanla geçer yalanına' tutunduğum an mutsuzluğumu katmerliyordum. fakat şimdi bir şeyi daha iyi anlıyorum. erdal öz bir suflör gibi öyküler konusunda yardımcı olurken, bu yalnızca bir edebiyat metininin işlenişi, onun yapımıyla alakalı; aslında insan hayatları adına da sürpriz bir tavsiyede bulunuyordu. neydi o tavsiye? sular ne güzelse kitabının arka kapak yazısında şöyle yazmaktadır:

    -öykü, ancak okunarak beğenilsin, bir başkasına konusu özetlenip anlatılınca öykü öykülüğünü yitirsin istiyorum. ama okur, öyküyü okumaya başlayınca öyküden kopamasın, yapışsın öyküye, sonuna kadar sürüklesin öykü onu. bu elbette okurun değil, öykünün görevidir.

    öykü yazmak, bir metin üzerine çalışmak, yaşanmışlığı hayal dünyasında yeniden yaratıp sunmak bir kenara, tıpkı kendisinin çabaladığı öykü yazma metoduna eş insan kendi hikayesini, insan oluşunu, yaşam bütünlüğünü bu form haliyle oluşturamaz mıydı? yazar* elbette bunu yazının zihnindeki görsel formunun bir tür kinematiği olarak ele almaktan bahsediyordu ama benim için bu formül, bir başkasının görüntüsü olmaksızın kendi görüntüm dahilinde bile işe yarayabilir diye düşündüm.

    erdal öz 'bir uçurtma gibi' öyküsünü şöyle sonlandırıyor: 'irfan' ın o yüksek kayalıklardan aşağı kendini neden attığını çok iyi biliyorum. ama anlatamam. söz verdim irfan'a; kimseye anlatmayacağıma söz verdim.' aynen öyle de insanlar nedenleri bilmeksizin bir varlığa sevgisini, özlemini sürdürmeye ve hatta o varlık üzerine acı çekerek özlem besleyebilir; kimseye anlatmaksızın.

    erdal öz biraz yaşanmışlığı, biraz sanatın devinimine uygunluk ölçüsünde bu kitabında kafa ütülemeden, insanın duygu sinir uçlarına dokunan öyküler yazmış. biraz geç kalmışlığın, biraz mutsuzluğun ve biraz biraz da yalnızlığımın etkisiyle sular ne güzelse'yi başka sevdim!

    balkona çıkıp, başımı çevirip baktığımda denizi göreceğim ucundan kıyısından. yağmur yağıyordur ve gökyüzü bizim, hepimizindir. ıslak betona biçimsiz parmaklarımla dokunup, sokak lambalarına denk gelecek sigaramın ucunu ateşleyeceğim. yine, hiç olmamış, olmayacak bir acıyla özlem duymaya devam edeceğim. belki bir sigara daha yakar 'sular ne güzelse ve sen de' deyip ıslak parmaklarımla kurumuş gözlerimi sileceğim.
hesabın var mı? giriş yap