• insanlar arasında tembellikten/somutlaştırmayı sevmemekten/becerememekten ya da üşenmekten kullanılan ve bireyden bireye değişen goreceli* bi kavram olup, tek gün yaşayan bazı kelebek türlerinin lugatlarında yoktur misal. veya üç dünya gününde otuzbin nesil geliştirebilen bir bakteri içün nedir son günler ?

    "esasen doğru kullanımı; son altıyüzondört günde marmara'ya düşen yağmur, metrekareye yetmişsekiz kilogram olarak gerçekleşti" olmalıdır.

    "böyleyken böyle sevgili izleyiciler; son günlerde artan nisan yağmurları nedeniyle bataklığa dönüşen istanbul'u kurbağalar bastı" demek de mümkündür ama beher dinleyicide farklı çağrışımlar yapması kaçınlmazdır.

    ee, peki nedir o zaman bu son günler. olumsuz bişey midir ?
    bişeylerin son günlerde artması, azalması, renklenmesi, eylemlenmesi nedir.
    asla ve kat'a olumlu ya da olumsuz diyemeyiz bünyedeki etkilerine bakmaksızın.
  • -*
    ölüm döşeğindeki kişiler için de kullanırız bu naciz hedeyi.

    'takma kafanı moruk, herif geberip gidecek son günlerini yaşıyo"
    cümlesinin olumluluğu; günlerinin sayılı olmasından değil, gidecek olmasının iyi bişey olmasına gösterge teşkil eden, cümlenin sarfedildiği kişi olan 'takma kafanı moruk' ifadesinde gibidir. ama herif ve gebermektir aslında son bombayı koyan. gerekirse diye (bkz: cocugu koymak)

    yoksa benzer cümleyi;
    "üzme kadıncağızı, son günlerini yaşıyo" diyerek -cağız kadının ölecek olmasının ne kadar da olumsuz bi durum olduğuna da delalet değil midir sevgili savaş süzal.

    -* dabi dabi
  • arkadaşı jillian becker sylvia plath'ın son günlerini anlatıyor..

    (bkz: sylvia plath/@ibisile)
  • sene 2003. lise ikinci sınıfı okumak için bir yıllığına fransa'ya, tanımadığım bir ailenin yanında yaşamaya gidiyorum. üç çocuklarıyla beş kişilik bir aile. yanımda yirmi beş kiloluk bir valiz, valizin içinde kuruyemişinden çini tabağına nereden baksan on kilo hediye var. sülalenin her üyesi alnıma bir öpücük kondurup valize ufak bir hediye atmış gibi düşün. memleketimiz ile fransa arasındaki buzları eritmek için yola koyulmaya hazırlanan bir barış elçisi gibiyim. görev bilinciyle fransa'ya iniş yapıyorum, beynimin derinlerinde "ulan acaba hata mı..." deyip gerisini getiremeyen bir ses çınlayıp duruyor. yanında kalacağım ailenin anasıyla babası -ki kendileri ikinci anam ve babamlar o zamandan beri- sağ olsunlar arabayla gelip alıyorlar beni. arka koltuğa oturuyorum. anam bir efes pilsen açıp kolunu yarı açık cama dayıyor. koltuk altındaki à la française kıllarını seyredip "ulan acaba hata mı..." diyorum içimden.

    eve varıyoruz. irili ufaklı üç çocuk-herif. mutfağın bir köşesinde tabaktaki çiğ at etinin üstüne yumurta kırılıyor. "martini?" diyor anam; "doldur" diyorum. "martini nedir agam?" diye soruyor içimden bir ses. "dur şimdi zaten ortalık karışık" diyorum içimdeki sese. kezzap uzatsalar fondipleyecek gibiyim, içim yanıyor. hediyeleri valizden çıkarmaya koyuluyorum. kuruyemiş ve lokumlar rağbet görüyor, çini tabak paramparça olmuş. "biz onu onarırız" diyorlar, "bizimkiler üzülecek, acaba hiç demesem mi?" diye düşünüyorum. "akşam yemeğine misafirimiz var" diyorlar sonra aniden. "misafir ben değil miyim" diyorum içimden. "uzakdoğulu iki fotoğrafçı okyanusu fotoğraflamak için buraya geldi, akşam onları ağırlayacağız" diyorlar. "beni kim ağırlayacak" diye düşünüyorum. içim dalgalı.

    akşam oluyor. masada sekiz kişi, fransızlar pek ingilizce bilmiyor; uzakdoğulular hiç fransızca bilmiyor. masanın ortasında dev bir krem karamel, yanında bir fotoğraf makinesi duruyor. "onytl," diyor anam ile babam fotoğrafçılara; "daha bugün geldi, bir yıl bizimle kalacak". içten gülüşmeler. tüm bu gülüşmeleri kafamda dublajlayıp onlara beynimin basacağı anlamlar atfetmeye çalışırken yemeğimi yemeyi unutuyorum. "öldürün lan beni" diyor küçük dilim gırtlağıma doğru. sesim çıkmıyor. uzakdoğu krem karamele ilgiyle yaklaşıyor.

    işte tam olarak böyle bir evreni var son günler'in. brian evenson'ın türkçeye çevrilen ilk kitabı olan son günler'in yani. bir garip kitap. en garip kitap. hem başkahramanına hem de okuruna her sayfada "neler oluyor lan burada" diye sorduran bir kitap. önsözünü yazan peter straub'ın deyimiyle "her satırından aşırılık fışkıran" bir kitap. girdiği bir çatışmadan sol elini bırakarak ayrılan detektif kline'ın bir tarikat tarafından, tarikatte işlenen bir cinayeti çözmek için giriştiği pek de hayırlı olmayan bir macerayı anlatıyor. kitabı beyazperdeye uyarlamaya niyetli can evrenol'un hazırladığı bir de şöyle teaser var. zincirlikuyu metrobüsünde omuz farkıyla önünüze geçmeye çalışan mahmut'u aşıp koltuğu kaptığınızda okumaya başlarsanız, ludwig wittgenstein'ın yanında elinizde palanızla iniverirsiniz metrobüsten yarım saatin sonunda. metrobüsten iyi inersiniz. cennete gidesin brian başkan.
hesabın var mı? giriş yap