• ulus baker’in odtü görsel-işitsel sistemler araştırma ve üretim merkezi’nde 1998 yılında verdiği seminer dizisinin kitaplaştırılmış hali. iletişim yayınları'ndan çıktı.

    "ulus baker 17. yüzyıldan başlayıp kant'la devam eden temel modern özneleşme süreçlerini deleuze'ün kılavuzluğunda ele alıyor. spinoza, descartes, leibniz, kant felsefelerine hep sanatla bağıntısını da gözeterek, bunlardan bir estetik çıkartılabilir mi diye bakıyor. sonra, resimde 19. yüzyıl sonunda başlayan dönüşümleri ele alıyor; imge üretimi bakımından sinemaya eğiliyor; sinemanın anlam üretme tarzlarına odaklanıyor. sanat ve arzu seminerini baştan sona kat eden affect (duygulanım) kavramı naracılığıyla, resim ve film dünyalarına, esinlendirici örneklerle dolu bir keşif gezisi bizi bekliyor." (tanıtım bülteninden)

    "bilirsiniz düşünceler insanların elinden çok kolay çıkar, kullanıma açık nesnelerdir, bedavadırlar her şeyden önce. satılan düşünceyle bakış açısı falan oluşturulamaz. düşüncenin pazarlandığını da hepimiz biliyoruz. artık günümüzde reklamcılar 'konsept' yaratıyorlar, deleuze'ün söylediği gibi. onların elinden bunu nasıl alacağız, mesele o. bir sanatçı sanat eserini reklam olmaktan nasıl çıkaracaktır? ya da gazete köşe yazısı düzeyinde yürütülen bazı etik ve politik tartışmaların elinden siyaset alanları nasıl kurtarılacak ve nasıl yeniden inşa edilecektir? ya da düşüncenin kurtarılması nasıl yeniden inşa edilecektir bu ortamın içerisinde? (ulus baker)"
  • (bkz: arzu nesnesi)
  • ulus baker'in takipçisini sıçratan seminerler dizisidir.

    kayıtları arşivlemek isteyenler için:
    https://youtube.com/…ug_owgvkdvkez8fhzc6srdrlcsvdfp
  • çocukların ortaokul çağında kesinlikle okuması gereken muhteşem bir kitap. şimdi diyeceksiniz ne gerek var, biz bile adam akıllı anlayamıyoruz bu 'mefhum'ları, çocukları felsefeden soğutmaya gerek yok.

    hayır efendim öyle değil. bir çocuğa ve yetişkine felsefi anlamda verilecek ilk mefhum bilmemek olmalıdır diye düşünüyorum. bilmemesine, bilememesine korkuyla yaklaşıp uzaklaşmak yerine kişi saygı duymayı öğrenmeli. bilmemesine saygı. hani şu kant'ın huşu diye bahsettiği şeye yakın.

    kitap yüzyıllardır soluduğumuz havadaki bazı kokusuz elementlere ışık tutuyor ortaçağdan toparlayarak. etkileşim denizi dediğimiz düzenin bazı ilişkileri bunlar. tarihi karakterlerin fikirlerinden yola çıkıyor ve insanı şaşırtacak ve ilgisini uyandıracak şekilde , böyle bir şey de varmış, dedirterek, bazen ağır bazen tempolu, ulus bakerin derya deniz - bu adamı ilk defa okudum- olduğu daha ilk sayfalardan belli olan beynine bir giriş yapıyorsunuz. resimdeki dönemsel tarz değişiklikleri misal bir antik çağ anlayışına ve galileo'nun yerçekimi deneylerine eklemlenebiliyor. bunları kolay kolay başka yerlerde bulamıyorsunuz.

    velhasıl kelam, varın pek anlamayın ama ufku açılmaya müsait olanlara güzel bir meyve bu kitap. hele hele spinoza, kant, leibniz falan filan okuduysanız biraz.
  • deleuze kılavuzluğunda diye açıklama verirken cidden videoda tabi ki fark edemiyorsunuz ama kitapta (çok da güzel olmuş) onu anlayabiliyorsunuz. “bu arada dölöz ile ilgili herhangi bir kuram bulamıyorsunuz.”
    hegel için ben onu pek sevmem :) demesi ve bir çok bilgiyi spinoza üzerinden aktarması ile başlı başına açıklayıcı ve bir o kadar da sohbet havasında geçen seminer.
    kant’ın tüm epistemolojisini çok güzel bir şekilde aktarıyor. kant’ın arı usun eleştirisini elinize alın. bir şekilde bitirdiniz diyelim ama anlayabilecekleriniz bu kitapta anlatılanların yarısı kadar olursa iyi diyebilirim (ki bunu birkaç sayfa içerisinde yapıyor ulus) üstelik onun kategorilerinin aristo’nunkilerden hangi vechede farklı olduğunu da veriyor.
    (okur ya da izlerseniz leibnez’e üç kağıtçı demesinin sebebini de anlarsınız.)
    descartes’ın cogitosunu da çok güzel bir şekilde açıklıyor. kartezyen devremin nasıl gerçekleştiğini de yine sanat ve arzuda bulabilirsiniz.
    genel olarak bir çok terimi, bakış açısını felsefe, edebiyat ve sinema arasında gidip gelerek basit bir şekilde aktarıyor.
    bu arada psikanalizdeki arzunun spinoza’nın bakış açısı ile karşılaştırdığında nasıl bir sonuç çıktığını gösteriyor.

    kesinlikle çok keyifli
  • lacan diye bir psikanalizci var, psikanalizi ciddi devrimleştirmiş bir adamdır; bir anlamda freud’un arzu ve aşk kuramını tuhaf bir yönde yenilemiştir. freud için aşkın varoluşu, yani sevginin varoluşu tümüyle bir libidinal düzene, bir arzu düzenine bağlanıyordu. arzu düzeni açıkça söylemek gerekirse bende eksik olan bir şeyi başkasında aramam demektir. bende eksik olan bir şeyi... ama o zaman acaba o sevilen kişi karşı tarafta ne durumdadır? onun bakış açısı nedir? lacan’ın bu tartışmaya verdiği çok radikal bir cevap var, bir formülü var her şeyden önce. “birisini sevmek, kendinde olmayanı vermektir” diyor: donner ce qu’on n’a pas. yani sevmek kendinde olmayanı vermektir, ve bu sevme ânının gerçekleştiği an, aşkın “yüce” ânıdır - moment sublime diyor lacan. bundan ne anlamalıyız? yine belki lacan’la uzaktan paralellik içerisinde düşünen jacques derrida, konuyu dostluk ve cemaat meselesi etrafında ele alırken, yani bir tür sevgi bağının, cemaat bağının, bir tür sosyalleşmenin buna bağlı olarak nasıl yeniden düşünülebileceğini tartışmaya giriştiği bir yerde, antik çağdan beri artık pek düşünmediğimiz bir tür
    dostluk modelinin söz konusu olduğunu hatırlatır. bu dostluk modeli ise philia, sevgi. yunanlardan beri, aristo’nun etik’i özellikle eudemos’a etik’i çerçevesinde, ya da dostluk üzerine cicero’nun kitabında her zaman sevgiyi, sevilen kişinin bir özelliği olarak değil seven kişinin bir özelliği olarak görmek isteyen bir tavır hâkim. buna göre antik yunanlar için, antik yunan kültürü ve uygarlığı için -belki de ortaçağ’da da bu modelin devamı söz konusuydu- seviyor olmak, seviliyor olmaktan üstündür .
    “neden üstündür?” diye sorduklarında, sokrates’inden stoacılarına, ortaçağ düşünürlerinden montaigne ’e kadar dostluk üzerine düşünmüş olan, sevgi üzerine düşünmüş olan herkesin kafasında büyük bir açıklık var gerçekten. metafizik bir açıklık neredeyse se... çünkü seven kişi sevdiğini bilir, bunun farkındadır; bir
    sevgiyle duygulanmış olduğunu bilir. sevilen kişi ise bunu asla bilmek zorunda değildir, bilmediği bir şeye maruz kalmıştır, bu da kötü bir haldir.

    (bkz: ulus baker)
  • spinoza ’nın ünlü bir sözü var tractatus ’unda, “doğa uluslar, milletler, kabileler yaratmaz, yalnızca bireyler yaratır”. bu ne demektir? biliyorsunuz, milliyetçiliğin bütün ideolojisi şu fikre dayanır: “biz doğadan öyleyiz, doğamız türk” mesela, ya da “doğamız alman, ari ırkız”. halbuki doğa, müslümanlar üretmez, sonradan müslüman olacak, müslüman yapılacak bireyler üretir. dolayısıyla doğal hak, hukuken verilmiş bir şey değildir. doğal hak, hukuken verilmiş bir şey değildi; gerçekten başımıza gelen, negotiations* içinde ortaya çıkan ve eğer bir bireysek kendimizin de üretmek zorunda
    kaldığımız direnç süreçleri gibidir.

    (bkz: ulus baker)
  • ...televizyon. budalalaştırıcı bir estetiği vardır televizyonun. yani bunu nasıl başarmışlardır, onu çözümleyebilirsiniz tabii. bunun arkasında, bunu başarmak için kotarılmış dev bir endüstri var.
    bunu çözümlerseniz, mesajların yapısını çözümlerseniz bunu görürsünüz.

    (bkz: ulus baker)
  • ...
    spinoza’nın tutumunda da bir cogito prensibi var ama, o böyle ethica’sının bir yerinde, “insan, düşünür” deyip geçiyor. yani ses tonu önemlidir felsefelerde. anlaşılan spinoza için, descartes’ın bu büyük öznellik buluşu o kadar önemli değilmiş, ilerde estetik konusuna daha fazla girmeye başladığımızda ilgileneceğimiz leibniz ise, yine benzer bir ilişki çerçevesinde aynı eleştirileri yöneltiyordu ama, esas eleştiri cogito kavramını, “düşünüyorum” kavramını, yani bu öznelliği korumayı amaçlayan bir düşünürün, kant’ın yaptığıdır. kant descartes’a şöyle diyor: “tamam kuşku duyuyorsun, zorunlu olarak düşünüyorsun, zorunlu olarak varsın, buna tamam, ama sen aynı zorunlulukla ‘ben düşünen bir şeyim’ diyemezsin,” diyor. “ikisi arasında bir fark var,” diyor. cogito kavramının başkalaşması gerekir, farklı bir öznellik anlayışının kurulması gerekir çünkü “düşündüğün için varsın” ile “var olduğun için düşünüyorsun” arasındaki farkı hiçbir zaman açıklama şansın yok bununla. aynı zamanda insana bir “şey” diyerek, şeyler arasında -aynen eskilerin yaptığı gibi- aşkın bir form, biçim yaratıyorsun. cümlelerin türleri ve bağlanışları aynı türden değil, aynı biçimde değil, dikkat ediyorsanız. en son çıkarım: demek ki ben düşünen bir şe-yim, res cogitans. bu aynen, “insan düşünen hayvandır, akıllı hayvandır” türünden bir terim. ama insan bir “şey” olmayabilir. demek ki, “şey”le birlikte, bu süreç içerisinde, kepler’in falan filan astronomide ki, newton’un, özellikle leibniz’in sonsuz küçüklükler hesabında bu kesitleri sonsuzca birbirine yaklaştırma faaliyetleri diyelim, son olarak descartes’ın öznelliği çok aşın bir güçle vurgulayışı ve bunun arka planında yatan toplumsal, tarihsel vs. bir sürü gelişme, bizi belli bir noktaya götürüyor. ayncalıklı anlann kaybolduğu, tümüyle mekanik yasalara göre işlediği varsayılan bir dünyada yaşayacağız. sanat da bunu yapacaktır, ahlak da bunu yapacaktır, felsefe de böyle düşünecektir. bilimler zaten öyle varsayıyorlar dünyayı, ve toplumlar da bu program üzerine inşa edilecektir, yani modern toplum aygıtları, modern iktidar aygıtları, böyle bir düşünce sistemi uyarınca inşa edilecektir.
    [s. 31-s.32] (bkz: ulus baker)

    sanat ve arzu seminerleri

    edit: imlada kusur.
  • "benim çok sevdiğim bir adamdır rönesans adamı. rönesans adamları çok hoş adamlardır, çoğu delidir bunların, özellikle kepler. çok duygusal adamlardır; dine inanır gibi görünürler, aslında inanmıyorlardır. kullandıkları bütün temalar hayata dair, ilahi temalardır. işte isa, tanrı filan... ama buna karşın bu ilahi temalara ihtiyaçları vardır. bir tür özgürleşme için ihtiyaçları vardır. ortaçağ’da hâlâ sürdürülen aristocu ve platoncu biçimlerin artık kaldırılamadığı bir dünyada bunlara ihtiyaçları vardır ve bunu her alanda yapmalıdırlar. o yüzden şu tür portrelerle karşılaşıyorsunuz, işte leonardo da vinci, verilebilen en ünlü örnek... hem bilimci, hem sanatçı, hem her şey. çok ayrıcalıklı bir figür olduğunu da sanmıyorum ben leonardo da vinci’nin. bence rönesans’ın en önemli adamı (bkz: kepler)'dir tabii. çünkü kepler, bu “aşkın form” düşüncesini, ortaçağ’da da süren aşkın form düşüncesini, ve doğanın, dünyanın ve insanın “poz verdiği” düşüncesini yıktı. bunu fotoğrafla karıştırmayın; fotoğraf herhangi bir ânın çekilmesidir, herhangi bir ânı ayrıcalıklı kılmanın biçimidir, geçişin biçimi değildir fotoğraf. şöyle bir şey diyebilirim, kepler’in büyük önemi, dünya tarihinde ilk kez şöyle bir düşünceyi üretebilmesinde yatıyor: işte bir ipin ucuna bir bilye bağlayıp bunu çevirirsem, bütün bu physis içerisinde, bütün bu hareket içerisinde ayrıcalıklı herhangi bir an yoktur. nasıl dile getirebileceğimi bilmiyorum ama bu şu anlama geliyor: artık ilgi ‘herhangi anlar’a yönelik, ayrıcalıklı anlara değil. bir hedefe, bir amaca gidip oraya varan, ölümüne varan ya da yaşama doğru yükselen süreç biçiminin, aşkın süreç biçimlerinin bir tarafa bırakılıp, yaşamda içkin olarak bulunan anların herhangi birisinin ötekine eş uzaklıkta olması, yani aynı değerde olması demek bu. böyle bir düşüncenin üretimini astronomide kepler’e borçluyuz. kepler olmasa elbette galileo olamazdı, çünkü kepler bütün astronomisini şu meseleye dayandırmıştı: bir orbit, bir yörünge üzerinde dönen herhangi bir cismin yani bir yörüngenin ta kendisinin, çünkü yörünge üzerinde dönmekte olan cisim yörüngenin ta kendisidir aynı zamanda, yörünge bir soyutlamadır, takip ettiği yolun, bu kat edişin süresiyle olan ilişkisini formüle ederek modem astronomiyi kurmuştu." s.24 - s.25 (bkz: ulus baker)

    sanat ve arzu seminerleri
hesabın var mı? giriş yap