• kitaptan alıntı bir öykü: 1972 yılında, gazeteciler üstadı meksika'da sıkıştırıp sorarlar:
    - "sizce filminiz oscar alabilecek mi?"
    - "elbette", diye yanıtlar bunuel, "benden istedikleri 25000 doları ödedim bile. amerikalıların bazı eksiklikleri olduğu doğrudur, ancak sözlerinin eri insanlardır."

    gazeteciler, yanıttaki muzipliği fark etmez ve ertesi günkü gazeteler, bunuel'in oscar'ı 25000 dolara satın aldığını yazar. üstat şaka yaptığını tekrarlar durur da kimseyi inandıramaz. üstelik aradan iki hafta geçer ve film gerçekten de oscar alır...
  • kitabın uslubu çok mühim zira çok sıcak bir dili var bir ispanyoldan(akdenziliden beklenileceği gibi) da bekliceniz şey..
  • bunuel'in anlatıp,jean claude carriere'nin kaleme aldığı bu biyografide, başlarda yer alan bellek hakkındaki yazı oldukça etkileyicidir..
  • bunuel'in senaristi ve yakın arkadaşı jean-claude carriére'in yardımlarıyla yazdığı anı kitabı.

    luis bunuel/@ivan karamazov
  • annesinin artık onu tanıyamayacak hale gelip belleğini yitirmesi karşısında, insanı var eden önemli şeyin bellek olduğu kanısına varan luis bunuel'in muhtemelen "verba volant scripta manent"'tan hareketle kendi belleğini aktarma çabasıdır. kitap 1900'den başlayıp 1977'e kadar gelir ki arada "sevdiklerim ve sevmediklerim" diye bir bölüm de vardır ve ama bence en dikkat çeken kısım çocukluğunun geçtiği yer olan calanda'yı anlattığı "ortaçağ anıları"dır:

    sık sık da söylediğim gibi, bu acımasız yasağın zaman zaman insana zevk bile verecek bir günah duygusuna yol açabileceği çok açık. uzun bir zaman durum benim için böyle oldu. hatta açıklayamadığım nedenlerle cinsellik ve ölüm arasında bir çeşit benzerlik, gizli, ama değişmez bir ilişki kurmuşumdur. açıklaması olanaksız bu duyguyu görüntüye dönüştürmeyi bile denedim. un chien andalou (endülüs köpeği) filminde, adamın yüzü kadının göğüslerini okşadığı sırada, birden ölü yüzüne dönüşüveriyor. acaba bu, çocukluğumda ve gençliğimde tarihin tanık olabileceği en acımasız cinsel baskının kurbanı olduğum için miydi?
  • bunuel'in kitabında ilginç ve şaşırtıcı olan sanırım şu: yıllara yayılan ve birçoğu ya eskide kalmış ya da sürmeye devam eden rutin alışkanlıklarına, dünyaya, dostlarına, sinemaya, ailesine, meslektaşlarına, ressamlara, şair ve yazarlara, kadınlara müthiş bir alaycılıkla ve belli bir mesafeden bakabilmesi. sanırım bunu başarmak oldukça zor, çünkü insan belli bir yaşı geçtikten sonra, gelecekte bu kitabı okuyacak yeni kuşaklar doğacaktır çünkü, parlak sözler söylemek ister, yaşam ve sanat hakkında sonu gelmez tumturaklı laflar etmek ister. ama bunuel öyle değil.

    öte yandan, konular arasında gezintiye çıkarken o denli rahat ki varlık ve nesneler arasında önem sırası bile gözetme ihtiyacı hissetmeden anlatıyor. chaplin'den bahsederken, beğenmediği bir filminden dolayı eisenstein'ı yumruklamak istediğini belirtiyor. sonra içkilerden bahsediyor, derken ufak bir anı kıvılcımı devreye giriyor. bir bakmışsın herhangi bir filminden bir sahne aktarmış, bazen o sahnenin nasıl oluştuğundan bahsediyor, kimi kez sigara ve içki içmek hakkında uzun açıklamalara girişiyor, hatta isteyen birkaç sayfa atlayabilir diyor.

    yarı alaycı biçimde paris'in kafelerinden ve barlarından bahsediyor. gerçeküstücüleri ve kendi filmlerini anlatırken de, günlük yaşamına vurgu yaparken de aynı rahatlığı ve sarkastik bakış açısını muhafaza ediyor. bir de sanırım hayatta birçok şeyi tatmanın, dolayısıyla mütevazı olmayı derinlemesine öğrenmenin, yanı sıra belirli bir ruhsal dinginliğe kavuşmanın rahatlığı bu, bilemiyorum. mesela cinselliğin zincirinden kurtulduğunu belirtmiş bir sayfada. artık cinsellik yerine içkiyi tercih edebileceğini belirtiyor ve bundan da gayet memnun olduğunu ifade ediyor.

    chaplin'le hollywood'daki buluşmaları, aragon'la ilginç sohbetleri, dali hakkındaki düşünceleri, greta garbo ile ilgili minik bir parça, hollywood film setleri, birkaç ispanya dönüş gezisi, fransa'nın caddeleri ve diğer dostlar, hayvan sevgisi, bellek ve uçurumları, gün içindeki düşünceler ve hissiyatlar, ispanya'nın orta çağ'ı, aile imgeleri, okul serüveni, din ve eğitim meseleleri, çapkınlık girişimleri, filmlerini yapım serüveni, yapımcı serge silberman ile buluşmaları, dostu ve senaristi jean-claude carriere ile ilgili hatıraları ve daha birçok şey bu kitapta zamanın tozlarından silkelenerek bir araya getirilmiş. arada karıştırıp herhangi bir yerinden okumak büyük keyif veriyor bendeniz hanging rock'a.

    kubrick'in paths of glory'sini çok sevdiğini, bununla birlikte rossellini'nin roma citta aperta'sını sevmediğini, eisenstein'ın potemkin zırhlısı'ndan çok etkilendiğini, lang'ın bütün filmlerini sevdiğini, wajda'ya hayranlık duyduğunu, ülkedaşı saura'yı sevdiğini ve daha birçok filmi, yönetmeni, şair ve yazarı bir bir anıp yazıya geçirmiş üstad, hayranlık uyandırıcı, resmen bilgi ve anekdot orgazmı.
  • kitaptan:

    "kubrick'in paths of glory'sini, fellini'nin roma'sını, sergei eisenstein' ın potemkin zırhlısı'nı, marco ferreri'nin la grande bouffe'unu çok severim. la grande bouffe, bence hedonizmin bir anıtı, tensel isteklerin büyük bir trajedisi, bir başyapıtıdır. jacques becker'in goupi mains rouges ve rene clement'ın jeux interdits filmini de beğenirim. daha önce de söylediğim gibi fritz lang'ın bütün filmlerini severim. buster keaton'ı ve marx brothers'ı da çok severim. jan potocki'nin romanı ve wojciech has'ın filmi olan rekopis znaleziony w saragossie filmini üç kez görmüştüm, ki bu benim için olağandışı bir şeydir. bu filmi alatriste'in meksika için simon del desierto filmi karşılığında satın almasını sağlamıştım.
    jean renoir'in savaş öncesi filmlerini, ingmar bergman'ın persona'sını da çok beğenirim. federico fellini'den de la strada'yı, le notti di cabiria'yı, la dolce vita'yı severim. i vitelloni'yi hiç göremedim ve buna hala çok üzülürüm. buna karşılık casanova filmini seyrederken sonunu beklemeden çıkıp gitmiştim.
    vittorio de sica'nın sciuscia'sını, umberto d ve ladri di biciclette filmlerini çok beğenirim. bu filmde de sica, bir iş aletini filmin yıldızı yapma başarısını göstermişti. kendisini iyi tanırım ve çok yakınlık duyarım.
    erich von stroheim'ın ve josef von sternberg'in filmlerini de severim. underworld bana o dönemde muhteşem gelmişti.
    from here to eternity filminden nefret etmişimdir. milliyetçi ve askeri unsurlar içeren bir melodram; ama ne yazık ki büyük bir başarı kazandı.
    andrzej wajda'ya ve filmlerine çok değer veririm. onunla hiç karşılaşmadım, ama uzun zaman önce cannes film festivali'nde, film yapma isteğinin benim ilk filmlerimle uyandığını açıklamıştı. bu da tıpkı benim fritz lang'ın ilk filmlerine duyduğum hayranlığı anımsatıyor. bu filmler yaşamımı çok etkilemişti. bir ülkeden diğerine, bir filmden bir başkasına durmaksızın gidip gelen bu gizemli akışta beni etkileyen bir şeyler vardı. wajda, bir de bana "çırağınız" diye esprili bir biçimde yazıp imzaladığı bir kart göndermişti. bu hareketi gördüğümde bende büyük bir hayranlık uyandıran filmlerinden çok daha fazla duygulandırmıştı beni.
    jean vigo'nun atalante'si ve henri-georges clouzot'nun manon'u da çok güzeldi. çekim sırasında vigo'yu ziyaret etmiştim. bu ziyaretten fizik olarak çok güçsüz, çok genç ve kibar bir adamın anısı kaldı bende.
    sevdiğim filmlerin arasında dead of night adlı ingiliz filmini de saymak isterim. bu, birçok dehşet öyküsünün tadına doyulmaz bir güzellikle bütünleştirildiği bir filmdir. white shadows in the south seas'i f.w. murnau'nun tabu'sundan çok daha üstün bulmuştum. fazla tanınmayan, ama şiirsel ve büyüleyici bir anlatımı olan ve jennifer jones'un oynadığı portrait of jennie'ye hayran kalmıştım. bir yerde bu filme duyduğum hayranlıktan söz etmiş olmalıyım ki david o. selznick bana bir teşekkür mektubu yazmıştı.
    roberto rossellini'nin roma, citta aperta filminden hiç hoşlanmadım. bitişik odada işkence gören direnişçi ile kucağında genç bir kadın, şampanya içen alman subayı arasındaki çelişkinin veriliş biçimi son derece ucuz gelmişti bana.
    benim gibi aragonlu olan ve uzun bir zamandır tanıdığım carlos saura'nın (llanto por un bandido filminde beni cellat rolünde oynatmayı bile başarmıştı) la caza ve la prima angelica filmlerini çok sevdim. bana göre çok önemli bir sinemacıdır, tabii cria cuervos gibi birkaç örnek dışında ... son iki veya üç filmini görmedim. artık hiçbir şey seyretmiyorum zaten.
    john huston'un san josa purua yakınlarında çevrilen the treasure of the sierra madre filmini beğenirim.
    huston büyük bir yönetmen, çok içten bir insandır. nazarin'in cannes'da gösterilmesi büyük çapta onun sayesinde olmuştur. filmi meksika'da gördüğü gün, tüm bir sabahını, telefon başında avrupa'yı arayarak geçirmişti. bunu hiç
    unutamam."
hesabın var mı? giriş yap