• kktc'de bir sahil şehri. limanı ve turistik tesisleri bulunur
  • akdenizdeki en guzel kasabalarindan olan, nefes kesici guzellikteki limani, mukemmel bitki ortusu ve hem denizi hem de daglari mavi olan gorulmesi sart, ingilizcesi kyrenia...yunancasi kerynia olan yer.
  • girne'nin kesin olarak ne kadar eski oldugu konusunda tarihciler anlasamasa da, kentin tarihi m.o. 10. yuzyila kadar gider. kibris'in 9 kent kralligindan bir tanesidir. sehrin ziyaretciler icin o muhtesem cekiciligi sadece kalesinin ve tarihi limaninin buyuleyici guzelliginden degil, cevresinde ada boyunca rastlanmayan bir guzelligin icerisinde kurulmus tarihi koyler, kaleler ve manastirlardan da kaynaklanir.
  • girne nin tarihi eserleri arasinda archangelos kilisesi, hz. omer turbesi, st. hilarion, buffavento, bellapais manastiri, vrysi, antiphonitis, lambousa, karaman ve vounos yer almaktadır.
  • safligini kaybetmeden gelistirilebilse cok cok daha guzel bir mekan olabilecek sehr-i kibris
  • dalgalarla oynaşan yakamozu izlerken, hafif bir rüzgarın hüzün kokularını, içkinize kattığı, ister istemez içinize işleyen, herkesin sevemeyeceği adanın, buruk şehri...
  • girne
    içine girme
    girersen eylenme
    eylenirsen evlenme*
    evlenirsen döllenme
    döllenirsen çocuk etme
    çocuk edersen everme*...

    96 yazı...
    arnavut kaldırımı sokaklarını arşınlamaya başladığımda ilk aklıma gelen daha önce bu kadar güzel bir şehir görmediğim olmuştu. sessiz sakin bir ege kasabasına benziyordu girne…

    evlerin bahçeleri hanım elleri, akşam sefası, ortanca ve gül ağaçlarıyla doluydu. beyaz badanalıydı çoğu ev… ve o beyaz badanalı evlerdeki kıbrıslı kadınlar birer kara inci gibiydiler. bu kadar güzel kadınları da daha önce görmediğimi düşünmüştüm. parıl parıl parlayan esmer tenleri pürüzsüzdü, uzun boylu ve inceciktiler.

    girne kalesi’nin bir manzarası vardı ki, tablo gibiydi... işıl ışıl parlıyordu deniz önümüzde. işıklardan yapılmış bir halıydı sanki deniz. parlayanlar yüzyıllar önce batan kalyonlardan denize saçılan altın sikkelerdi…

    kalede yürürken karşıdan gelen adama takıldı gözüm. elinde pratik bir fotoğraf makinesiyle bize yaklaşan adam rauf denktaş’tı. yanımda ki arkadaşıma onu işaret ettim. inanmadı gelenin kıbrıs’ın cumhurbaşkanı olduğuna. biz yıllarca ankara’da yaşamıştık; bırak cumhurbaşkanını erdal inönü dışında hiçbir parti başkanını bile kendi başına sokakta dolaşırken, halkın içinde görmemiştik. bu yalnız başına etrafa gülücükler dağıtarak gelen adam nasıl bir cumhurbaşkanı olabilirdi? insanın inanası gelmezdi tabii. arkadaşım hemen salladı;
    “bence kardeşi olm o. koskoca cumhurbaşkanı yalnız gezer mi?”
    ben koşturup sordum.
    “siz rauf denktaş mısınız?”
    “evet, benim.” dedi. türkiye’den olduğumuzu konuşmamızdan anlamıştı herhalde. “kıbrıs’a hoş geldiniz.” diye ekledi.
    hemen rauf denktaş’ı aramıza alıp oradan geçen birisinden fotoğraf çekmesini rica ettik. adam fotoğrafımızı çekti, teşekkür ettik ve döndü gitti. kıbrıs halkı cumhurbaşkanını ortalarda dolaşırken görmeye alışıktı.

    ingilizlerden çok etkilenmişti kıbrıslılar. alışveriş yaparken pazarlık gibi bir şey teklif bile edilmiyordu. bunu teklif ettiğiniz dükkan sahibi sanki onu karaborsacılıkla suçlamışsınız gibi düşünüyor ve size mal satmak istemiyordu. bir şeyin fiyatı neyse oydu. alırsınız ya da almazsınız. beş arkadaş bir dükkana doluşmuştuk. çok güzel ve ucuz hediyelikler satılıyordu. deli gibi her gördüğümüzü alıyorduk. dükkan sahibi. saat 12’ye beş kala,
    “5 dakika sonra öğle paydosu, alışverişinizi çabucak bitirir misiniz?” dedi.
    biz, “peki.” deyip devam ettik. saat tam 12 olduğunda adam,
    “ben dükkanı kapatıyorum, alışverişinizi bitiremeyeceksiniz.” dedi.
    “yok!” dedik, “biz bitirdik bile, bunları hesaplayın.”
    adam, “ama paydostan önce bitirmeniz gerekirdi. maalesef onları size satamayacağım dinlenme vaktim başladı” dedi.
    inanamadık. hemencecik hesaplayıverse diye düşünürken. adam beş kişinin aldığı kucak kucak malları bıraktırdı, dükkanı kilitleyip gitti. biz ona saydırıyorduk içimizden; ama büyük ihtimalle istirahat saatine bu kadar saygı duyan bir adam olarak o da bizim hakkımızda iyi şeyler düşünmüyordu.

    çıktık ki, bütün dükkanlar bizimki gibi kapanmış. herkes siesta yapmaya gitmiş. sabahları çok az çalışıyorlardı. öğleyin üç saat siesta yapıp tekrar işbaşı yapıyorlar; iki saat daha çalışıp evlere gidiyorlardı. biz o ilk günümüzde siesta yapmadık, öğleyin bir hayalet şehre dönen girne sokaklarını dolaştık. ama kafamıza öğle güneşini yediğimiz ve tavuk olduğumuz o günden sonra bir daha denemedik siesta vakti ortalıkta dolaşmayı.

    tavuk çok ilginç bir hastalıktı. bir tür sivrisinek bulaştırıyordu insanlara hastalığı. adaya ilk girişte sinekler sizi mutlaka ısırmış oluyordu zaten. vücudunuza* yerleşen virüs, su ve tuz kaybedip yorgun düştüğünüzde iki üç saatte sizi nakavt ediyordu. kitaplardan bildiğim sıcak iklimlerin hastalıklarından birine ben de yakalanmıştım. çocukken okuduğumuz o macera kitaplarındaki hastalıklardan biri… sevinilecek bir şey değildi tabii. vücudumdaki tüm kaslar bana acı veriyordu. hareket edemiyordum, müthiş bir halsizlik ve ateş. kendimi kötü hissetmeye başladıktan iki saat sonra hareket edemez hale gelmiştim. izinden kışlalarına dönen iki askerden beni taşımalarını rica ettim. mehmetçiklerden biri beni sırtlayıp lefkoşa otobüsünün koltuğuna taşıdı. daha hastalığın başındaydım.

    türk askerinin bir sınır ötesi operasyonuyla kurtarılmıştım. otobüsten indiğimde de başka bir mehmetçik taşıyacaktı beni doktora kadar. aslında beni taşıyan askerlere mücahit demek daha doğru olur belki de... kıbrısta askerlere mehmetçik değil mücahit deniyordu. bu sözcük, 1974 öncesinde rumlara karşı silahlı mücadele yapan şehitlerin anısını taze tutmak için söyleniyordu...

    doktor’un karşısına bir patates çuvalından farksız çıktım. parmaklarımı hareket ettirecek kadar dermanım yoktu. hastalık genelde üç gün sürüyordu. ama türk hekiminin* novaljin ve c vitamininden oluşan karışımı koca bir şırıngayla kalçama enjekte etmesi ve maden suyu rejimiyle bir günde kendime geldim. kıbrısta bulunduğum süre boyunca tuzlu ayran ve maden suyu içmeyi bir alışkanlık haline getirdim.

    girne akşamları bir başka güzel oluyordu. deniz kenarındaki barlarda oturup sohbet edebiliyor, bir yandan çok yüksek olmayan müzikleri dinleyemiyordunuz. kıbrıs’ta efes bulmak çok kolay değildi. adını şimdi hatırlamadığım bir ingiliz birasını seviyordu kıbrıslılar. efes satan barlara gidebiliyorduk sadece. kıbrıs halkının sevdiği biranın tadı bizim damak zevkimize hiç uygun değildi. garsonlara istediğiniz biranın markasını söylemenize gerek kalmıyordu. konuşmanızdan türkiye’den geldiğinizi anlıyor ve doğrudan efes getiriyordu. seçiminiz efes değilse belirtmeniz gerekirdi. türkiye’de ucuz diye bira içmeye alışmıştık. ama aslında kıbrıs’ta böyle bir sınırlama yoktu. bütün içkiler çok ucuzdu. hatta bira pahalı bile sayılabilirdi. bunu fark ettikten sonra bir daha bira içmedik. o harika aromalı yabancı içkilerin hepsinin tadına baktık. girne’nin etrafında çok güzel kumarhaneler ve diskolar vardı. kumarhaneye girerken bir miktar jeton alıyorduk. kumarhane’de önce kendimize bedava bir balık ziyafeti çekiyor, sonra çeşit çeşit içkilerden içiyor, kafamız iyice güzel olduktan sonra da jetonları geri verip diskolara damlıyorduk. adını unuttuğum bir diskoya gittik. halikarnas gibi denize nazır, kayalıkların üzerinde kurulmuş bir diskoydu. ve o gece tekila gecesiydi. giriş paralıydı, bir içki parasına aldığınız biletle istediğiniz ilk içkiyi içiyordunuz, geri kalanı paralıydı. aynı türkiye’deki gibi. ancak bir fark vardı; o da tekila’nın gece boyunca parasız olmasıydı. böyle geceler sürekli düzenleniyordu. bir içki sürekli bedava oluyor, onun dışındakilere para veriliyordu. tam bizlikti kıbrıs.

    uzun sözün kısası girne’ye gittik, eğlendik; ama evlenmedik, döllenmedik, çocuk etmedik. bir hoş sefa olarak aklımıza yazdık geri geldik…

    eylenme: eğlenme, oyalanma
    everme: evlendirme
  • hiç savaşmamış bir kaleye sahip, kuzey kıbrıs'ın kanımca en güzel yeri. limanda oturup bimbir çeşit dilin içinde türkçe konuşmak gibisi yoktur. limana inen dar sokaklar şairane bir güzelliğe sahiptir. özellikle de akşamüstü vakti insanı alıp götürür. girne aynı zamanda barış harekatının başladığı çıkarma plajına ev sahipliği yapar. son zamanlardaki yapılaşmayla güneydeki beşparmak dağlarına doğru genişlemeye başlamıştır.
  • girne kıbrısın en gizel yerlerinden biridir. malesef sonzamanlarda katlediliyor!! çünkü gayet çarpık yerleşmeler başladı. özelliklede site yapan firmalar dağları maffediyor. bunu ancak yeni yeni farkeden devletimiz bir emirname yaptı ve bu olaylara dur dedi ama biraz geç kaldı desek yalan olmaz. allahda daha da geç kalıpta karpazı da maffetmedik. ama herşeye rağmen girne limanı dünyanın en güzel limanlarından biridir.
  • aksam ustleri limaninda yuruyup denizini koklamayi, chimerasinda oturmayi, denizkizinin kumunu, set pansiyonunda pizzali sarapli aksam yemeklerini, babaannemin evinden cikip doma giderken gectigim ara sokaklarini, oralarda sisman kucuk kopekli kadinlarin islettigi pansiyonlarini, smarties kokan marketlerini, on saniyelik yagmur serinligini, gunduzleri yastigimin uzerine koydugum yaseminlerinin kokusunu, bellapaisini, havasini, suyunu ozledigim sehir..
hesabın var mı? giriş yap