*

  • pınar kür tarafından günaydın geceyarısı adıyla türkçe'ye çevrilen ve can yayınları'ndan yayınlanan jean rhys'ın kasvetli beşinci romanın. adını emily dickinson'un bir şiirinden almıştır.

    arka kapaktan: günaydın geceyarısı, yazarın ortadan yok olmadan önce yazıp yayımladığı romanıdır ve o güne kadar yazdıkları arasında en etkileyici, en ürkütücü olanıdır. bu romanda, ilk gençlik yıllarını aramak için paris'e dönen, kırkını aşmış, kendini içkiye vermiş bir kadının öyküsü anlatılır. paris'te, bu umutsuz kadının karşısına yeni bir erkek çıkar. tehlikeli ve acıklı bir oyuna girişirler.
  • öncelikle bu kitap, az kişinin bildiği muhteşem kitaplardandır.

    kitabı okuyalı çok uzun zaman oldu. haliyle içeriğine dair, çok sahici bir "kadın hikayesi" olması, bolca paris, alkol ve melankoli barındırması dışında pek bir şey hatırlamıyorum. ama bir şekilde, yarattığı duygunun etkisiyle yazarı canım jean rhys'ı hemen her gün anıyorum. yalnız başıma yürürken, yalnız başıma yemek yerken, kendi kendime konuşurken, kendi kendime içerken iç sesim hep "rhys gibi," diyor; "günaydın geceyarısı!" nitekim ben bu kitabın yazarı olan kadını bir hayli seviyorum. kendisini çok samimi ve de çok sahici buluyorum. pek çok kadının laneti olan * "güçlü görünmek" kaygısına sahip olmadığı, fakat bunun dışında her türlü kaygıya sahip olduğu, kaygılarını gizlemeye çalışmadığı, neyse o olduğu için seviyorum; yani bir ideal olarak. ama bu güzel kadını ne yazık ki az kişi tanıyor. yaşadığı dönemde de öyle olmuş. hemen tüm eserleri gibi bu güzelim romanı da underrated. tıpkı kendisi gibi. (şuraya da şunu bırakayım: (bkz: #33169360))

    jean rhys'ın neden hak ettiği ilgiyi görmediğini yine çok sevdiğim ve çok sahici bulduğum canım tomris uyar, 1975 yılında, gündökümü'nde şöyle izah etmiş:

    "günaydın geceyarısı bitti. 'okurların-yazarları' ile 'yazarların-yazarları' üstüne nicedir düşünmüştüm. bu kesin bir ayrım değil tabii. okurların yakın bulduğu yazarları, best-seller'ları, yazarların da sevdiği oluyor kimi zaman, yalnız bir de yazarlara bir şeyler kazandıran kitaplar var ki okura pek seslenmiyor demek istiyorum. rhys'ın kitabı bunlardan. adının hep sessiz harflerden oluşması ne kadar açıklayıcı... fazla önemli sayılmayacak, tutulmayacak, tutumu benimsenmeyecek bir yazar rhys. tam bir nihilist. ama içtenliği romanın her sayfasında elle tutulacak kadar belirgin. bir gün bir yazara, bir şaire ufak bir anıştırma yoluyla müthiş çağrışımlar, geniş kapsamlı gözlemler getirebilir ancak. yazarlarda yaşayarak, gittikçe okura açılır; kendi erir, siner, unutulur ama kıpırdattığı şey sürer."

    ve bu insanlar, beraber rakı içilecek insanlardır.
  • george clooney, felicity jones, kyle chandler'ı kadrosunda bulunduran kitap uyarlaması netflix filmi. lily brooks-dalton'ın kitabından uyarlanan filmi george clooney yönetecek. the revenant'ın senaristlerinden mark l. smith senaryoyu yazdı.

    kıyamet sonrası dünyada geçen hikayede chandler, amerikalı astronot mitchell'ı, clooney, kuzey kutbundaki yalnız bilim adamı augustine'i canlandıracak. hikayeleri paralel bir şekilde gidecek. augustine, dünyaya dönmeye çalışan aether uzay aracının mürettebatıyla temas kurmaya çalışacak.
  • george clooney’nin canı uzun zamandır oscar çekiyor, sizler de farkındasınızdır. ama yönettiklerinden ziyade yapımcılığını üstlendiği işlerle yaklaşabiliyor ödüle biliyorsunuz ki. bu sefer netflix bünyesinde çektiği bir bilimkurgu ile good night and good luck’ta aldığı adaylıkların yenilerini istiyor belli ki. lily brooks-dalton’ın romanından uyarladığı filmde post apokaliptik bir gerçeklikte tek başına dünya’dan uzak bir yerde araştırmalar yapan bir gökbilimciyi canlandıracakmış. bir türlü haber alamadıkları evlerine dönmekteki bir astronot ekibinin yolculukları sırasında da hayatları clooney ile kesişiyor. sonrasında da sanıyorum doğaüstü güçlere sahip bir çocuğun da dahil olduğu karmaşık, inişi çıkışı bol bir macera bekliyor olacak bizleri.

    açıkçası clooney’nin yönetmen olarak adının geçtiği her filmde sapsarı bir dünya izlediğimiz için renk yelpazesi the martian’a çok benzeyen bir film izlemeye hazır gibiyim. the revenant’ın senaryosunu da yazmış mark l. smith’in elinin değmiş olması biraz “acaba?” dedirtmiyor değil. ne de olsa yine bir hayatta kalma mücadelesiyle karşı karşıyayız. bir de clooney’nin çektiği filmlerde sürekli başrolü alma konusundaki açgözlülüğünden sıkılmadık mı? yine de izleyene kadar çok çenemi açmayacağım. oradaki netflix damgası beni susturmaya yetiyor. hadi bakalım. görsel anlamda devrim yaratmaya girişirlerse teknik dalları domine eder en kötü.
  • yürek istermiş meğer jean rhys okumak.
    ~" kendimi içkiye vererek ölmek. bu parlak fikir işte o zaman çaktı kafamda. anlaşılan, mirasımın faizinden otuz beş sterlin birikmişti. bu kadarı işimi görür diye düşündüm.
    bayağı gayret de gösterdim. soğuk,sarı,sümüğümsü pislik sızdıran sokaklardan bıktım,düşman tavırlı insanlardan,her gece gözyaşlarıyla uykuya dalmaktan bıktım. düşünmekten, anımsamaktan bıktım. yeter."
    ~"yapayalnızım. ses yok,dokunan yok,elini uzatan yok. burada daha ne kadar yatacağım? sonsuza dek mi? yoo,hayır bayan,bu sefer yalnızca bir iki yüz yıl boyunca..."
    ~"tanrı çok zalim, şeytanın biri de ondan. tabii,her şeyin sebebi bu;akla yakın tek açıklama..."
    ~"yatak. lüminal. uyku. yalnızca uyku,rüya yok."
    ~"ve ne düşler kurar insan,boş bir odada yalnızken,kapının açılmasını beklerken,mutlaka gerçekleşecek olanı beklerken..."
    yabancılaşma ile ilgili alıntıları yazmadım bile. çok kuvvetli bir metin,çok kuvvetli bir yazar.
  • nilgün marmara ile yazılarını birbirine benzettiğim yazar jean rhys'ın günaydın gece yarısı isimli kitabı
    kitaptan diğer güzel alıntılar ve konuşmalar :
    kimsenin sana bakmaması ya da seni görmemesi için yapabileceğin bir şey yok mu? elbette, zihninizi boş, tarafsız hale getirmelisiniz, o zaman yüzünüz de boş, tarafsız hale gelir ve görünmezsiniz.

    yaşlı kadın cevap vermiyor. yüzünün aynadan yansıdığını görebiliyorum, gözleri hala yılmaz ama ağzı ve çenesi çöküyor...
    ama neden ona bir peruk, birkaç düzgün elbise, içebileceği kadar şampanya, yemeyi sevdiği ve yememesi gereken her şeyi, isterse bir jigolo almıyorsun? son bir alevlenme ve altı ay içinde dışarıda ölecek. tüm beklediğin bu, değil mi? ama hayır, yavaş ölüme, vicdanınızda leke bırakmayan kansız ölüme sahip olmalısınız…

    pekala, bunu tartışalım bay blank. derneği temsil eden sizler, bana ayda dört yüz frank ödemeye hakkınız var. bu benim piyasa değerim, çünkü toplum'un verimsiz bir üyesiyim, alımda yavaşım, belirsizim, savaşta biraz zarar görmüşüm, inkar edilemez.
    hepimiz mutlu olamayız, hepimiz zengin olamayız, hepimiz şanslı olamayız ,ve öyle olsaydık çok daha az eğlenceli olurdu. öyle değil mi bay blank? parlak renkleri göstermek için koyu arka plan olmalıdır. bazıları ağlamalı ki diğerleri daha yürekten gülebilsin. fedakarlıklar gerekli… diyelim ki bacaklarımı kesmek için mistik bir hakkınız var.ama sakat olduğum için sonradan benimle alay etme hakkı , hayır, bu hakka sahip olamazsınız. ve bu senin en değer verdiğin hak, değil mi? sömürdüğün insanları küçümseyebilmelisin. ama size bol bol bela diliyorum bay blank ve her şeyden önce, lanet olası dükkanınız batsın. aleluya!

    kuzey, güney, doğu, batı - benim için hiçbir anlamı yok…

    çok zenginler, bu ikisi, anne ve kızı. ikisi de çok zengin ve çok üzgün. ne anne ne de kızı mutlu olmanın, hatta şen olmanın nasıl bir şey olduğunu hayal bile edemez.

    paranız ve arkadaşlarınız varsa, evler sadece basamaklı ve ön kapısı olan evlerdir ,kapının açıldığı ve birinin sizi gülümseyerek karşıladığı samimi evler. oldukça güvendeyseniz ve kökleriniz sağlamsa, bilirler. ama dostları ve paraları olmayanlara ,zavallı şeytanı bekleyerek saygıyla geri çekilirler. sonra öne doğru adım atıyorlar, bekleyen evler, kaşlarını çatmak ve ezmek için. misafirperver kapılar yok, yanan pencereler yok, sadece çatık karanlık. kaşlarını çatarak, sırıtarak ve küçümseyerek, evler birbiri ardına. karanlığın uzun küpleri, tepede iki ışıklı gözle alay etmek için. ve kime kızacaklarını biliyorlar.

    evet, üzgünüm, sirk aslanı kadar üzgünüm, kanatsız bir kartal kadar üzgünüm, tek telli ve o kırık bir keman kadar üzgünüm, yaşlanan bir kadın kadar üzgünüm. üzgün üzgün üzgün…

    çok basit ve monoton görünen hayatım, gerçekte,beni sevdikleri kafeler, sevmedikleri kafeler, dostane sokaklar, olmayan sokaklar, mutlu olabileceğim odalar, asla mutlu olamayacağım odalar, güzel gözüktüğüm aynalar, gözükmediğim aynalar,içinde şanslı olduğum elbiseler ve olmadıklarım gibi karmaşık bir mesele.

    bu insanlar kendilerini bana atıyorlar(çamur atıyorlar). huzursuz ve üzgün olduğum için, hepsi bana hayattan daha büyük atıyorlar. ama çarpmayı önlemek için kolumu kaldırabiliyorum ve yavaşça yere kayıyorlar. tamamen kendi içlerine kapanmış bireyciler, tanrı'ya şükürler olsun. ama dışadönük olanlar, ortalıkta dolanır, biraz eğlenmek için ölür, dikkatli olmanız gereken kişiler bunlardır.

    benim için üzülüyor, kibar olmaya çalışıyor. bu en kötüsü...

    bu sırada bir taksi yanaşıyor. tek kelime etmeden arabaya biniyor, kapıyı çarpıyor ve arabayı sürüyor ve beni kaldırımda öylece bırakıyor.
    ve aldırdım mı? hiç değil, hiç değil. aldırdığımı düşünüyorsan, o zaman hiç böyle yaşamadın, bir rüyaya daldın, tüm yüzler maskeli ve sadece ağaçlar canlı ve kuklaları çeken ipleri neredeyse görebiliyorsun. insan doğasının yakından görünümü ,buna değmez mi?

    insanlar mutlu yaşamdan bahsederler ama bu, artık yaşayıp yaşamadığınızı umursamadığınız mutlu yaşamdır. oraya ancak uzun bir süre sonra ve birçok talihsizlikten sonra varırsınız. ve orada kalmaz asla.
    bu kayıtsızlık cennetine ulaşır ulaşmaz, ondan çekilirsiniz. cennetinizden cehenneme geri dönmelisiniz. dünya için ölü olduğunuzda, sırf sizi bir eğlence figürü haline getirmek için de olsa, dünya genellikle sizi kurtarır.

    lütfen, lütfen, mösyö ve madame, bay, bayan ve bayan, sizin gibi olmak için çok çalışıyorum. başaramayacağımı biliyorum ama bakın ne kadar uğraşıyorum. bir şapka seçmek için üç saat; her sabah bir buçuk saat kendimi herkes gibi göstermeye çalışıyorum. söylediğim her sözün bileklerinde zincirler var; düşündüğüm her düşünce ağır ağırlıklarla yüklü. doğduğumdan beri söylediğim her söz, düşündüğüm her düşünce, yaptığım her şey bağlanmadı mı, tartılmadı mı, zincirlenmedi mi? ve kusura bakmayın, tüm bunlarla başarılı olamadığımı biliyorum. ya da çakmalıkta çok başarılıyım... ama ne kadar çabaladığımı ve ne kadar nadiren cesaret edebildiğimi bir düşünün. düşünün ve biraz merhamet edin. yani, eğer düşünebiliyorsanız, sizi maymunlar.

    zayıf - çok ince - kirli ve bitkin görünüyorum, çok yorgun olduğunuzda gözlerinize gelen o ifadeyle her şey bir rüya gibi ve insanların söylediklerinin altında gerçekte ne olduğunu anlamaya başlıyorsunuz.

    hayatı garip yapan şey ,bir şeylerin olması ve bunlardan hayatta kalmak değil, sonradan bunların unutulmuş olmalarıdır.

    sonsuzluğunuz sandığınız bir an bile solup gider, unutulur ve ölür. hayatı bu kadar komik yapan şey bu ,unutuşun ve her gün yeni bir gün ve herkes için bir umut var, yaşasın...

    sonunda enno'yu sevdim mi? beni hiç sevdi mi? bilmiyorum. ancak, daha sonra parçalara ayrılmaya başladım. hepsi birden değil tabii. önce bu oldu, sonra bu…

    bu onun fikri. ancak cinsel değil, ırksal özelliklere karşı olacağını öğrenecek. aşk, ingiltere'de amansız bir erdemdir. (genellikle bir hijyen meselesidir canım. ahlaksız gereklilik - ve kim uygunsuz gereklilik için para, düşünce ya da zaman harcar ki?… gül yaprağı tayınımız var, ama sadece gül yaprakları hafif bir müshil olduğu için.)

    insanları neden sevdiğini nasıl söyleyebilirsin? şimşeklerin nereye düşeceğini bildiğini söylemen gibi bir şey olurdu. en azından bana hep böyle görünmüştür.

    ama "yarın"ı düşündüğümde kafamda bir boşluk, bir boşluk var - sanki boşluğa düşüyormuşum gibi. yarın asla gelmez.

    bu isimlerde bir kitabın ne kadar komik olacağını düşünmek, 'sadece bir beyin ya da beni hayal kurmaktan alıkoyamazsın'. tabii ki doğru ve güvenilir olarak kabul edilmesi, herhangi bir kanaat taşıması için bir erkek tarafından yazılması gerekirdi. ne yazık, ne yazık!

    elbette bu adamın bu evde kaldığına ve bu insanları tanıdığına şüphe yok. biri bunun bize, birbirimize daha fazla güven vereceğini düşünürdü. hiç de değil, bizi şüpheli yapıyor. kesin bir anonimliğin bu durumlarda daha yardımcı olacağına şüphe yok.

    bu, içkinin seni kötü göstermeden önce seni güzel gösterdiği zaman aralığıdır.
hesabın var mı? giriş yap