• cannes film festivalinin açılışında, her filmden kısa kısa tanıtıcı sahneler gösterilirken es geçilen film.
  • georges simenon'un romanından uyarlanmıştır.
  • özlemiştik long shot'ları..

    georges simenon'un kitabından daha fazlası var bu filmde. humbert balsan'ın ölümünün ağırlığı yer alıyor a londoni férfi'de. filmin orijinal adıysa, kitabın adı, l'homme de londres şeklinde. fransızca ve ingilizce konuşmalar çok güzeldi. ingilizce bir kenara, macar oyuncuların fransızcayı aksanlı konuşmalarına tebessüm ettim. tilda swinton'ın fransızca "tu es fou !" (tü es fuuu !) şeklinde eşine bağırışı nasıldır öyle, muhteşem.

    film, genel olarak öyle muazzam değil ne yazık ki. tarr sineması izleyenler göreceklerdir ki a londoni férfi, bir şeylerin eksikliğini yaşıyor. belki de humbert balsan'ın eksikliğinden, tam bilemiyorum. film biterken, öyle kalakaldım. boşluğa gittim. ayrıca, brown (janos derzsi) ile mösyö malouin'ın kızının (erika bok) a torinoi lo'da yer aldığını da söylemeden geçemeyeceğim.

    mâmâfih, sinematografi için fred kelemen'e ne desek az, gayet başarılı.
  • georges simenon'un l'homme de londres romanını uyarlarken bela tarr laszlo krasznahorkai ile birlikte senaryo ve olaydizimi değişikliği yapmış. romanda maloin'i fransız polisinden kurtarmak isteyen özel dedektif onun lehine, brown'ı öldürmeyip kulübede ölü bulduğu yolunda tanıklık yapmayı öneriyor, maloin ise reddederek cinayeti üstlenip polise teslim oluyormuş. buna karşılık filmde maloin böyle bir çözümü kabullenmekle kalmıyor, dedektiften sadaka kabilinden birazcık para almaya da razı oluyor. konuşmama, iletişim kopukluğu ile olmayabilecek vahşetlere yol açar görünme açısından kitapla film arasında fark var mı emin değilim. bilgiler kendi uyanık sinema izleyiciliğimden değil, andras balint kovacs'ın tarr hakkındaki the cinema of bela tarr the circle closes yönetmen eleştirisi kitabından. senaryo ve olaydizimi değişikliğiyle şöyle bir durum ortaya çıkıyormuş: simenon'un maloin'i hiçkimseydi ve polisin gözünde bir suçlu olsa da bir kimse haline geldi. tarr'ın maloin'i sadece birisi olmayı umdu fakat tüm yolu yürümedi ve kendilik saygısını bile yitirerek yoksul bir hiçkimse olarak kaldı.

    tarr londra'dan gelen adam'da* (2007) eleştirelliğini konuşturuyor. dünyanın para düzenine lanet. o tonton, külyutmaz dedektifin paranın, sermayenin alıcı kuşu olmasına vurgu yapmış oluyor. gene mücevher ve kürk dükkanındaki satıcıların bıktırıcı tanıtım ve tacizleri, keza kızın çalıştığı şarküteriden mi ne ayrılma sırasında köpek kemik çekiştirir gibi kızı paylaşamama ve hırsından kuduran kahya kadın/bayan patron sahnesi aynı paralelde. oysa duygu olarak bu film insanı öteki filmlerine göre daha sarıp sarmalıyıcı, insan ve makul hissettiricidir. yani en sakin, duru filminde bile yapacağını yapıyor. sonunda da belki keskin körpe sapına zarar diye üslubunun düğümünü torino atı ile bağlıyor, kendi sonunu ilan ediyor. çok inatçı, vazgeçmeyen bir adam aslen. ikinci kez izlediğimde omuzlarımı daha düşürdü, içimi daha fazla sıktı. çıkış gerçekten yok gibiydi. satantango'nun örümcek çalışması gibi; kader/sistem bireyin zoruna ve zıddına ağlarını örüyor. burada ilk filmlerindeki ev sorununa da dar ve yoksul mahalle sokağında top oynayan çocukla minik ve önemli bir atıf yapıyor. her filmi birbiriyle bağlantılara sahip ve her filmin merkezi film olarak satantango'yla ilintileri var. hemen baştaki yavaş çekim gemi sahnesinde aklımıza bir önceki werckmeister harmoniak'ın balinası geliyor: hareketsiz/sessiz gemi = sirk balinası. sadece akla getirmiyor, görsel benzerlikleri de var. erika bok'un gözleri bu sefer sakin bir delilik yayıyor. annesi tilda swinton ile gerçekten aile oluşturmuşlar, filmde bu iliklere işlemiş.

    bu filmde son filmi a torinoi lo'nun baba-kız ilişkilerine dair davranışsal ve ruhsal ipuçları varmış ve araya serpiştirilmiş gibi geldi. maloin bazı bakımlardan satantango'nun doktoru (gözlemci ve içkici). elbette zaman ve yorum farkları da var. tarr'ın kapatmalara, açmazlara, pencere örtmelerine ilgisi burada koyu gölgelerle ama ayrıca göz kamaştıran ve göz körleştiren beyazları, ışıklarıyla da veriliyor. filmde hem çok uzun bir kara perde - görünmezlik seansı var hem de bembeyaz karanlık sahnesi var. baba-kız ilişkisi diyordum; torino atı filmindeki baba-kız gerilimi burada daha çok karı-koca arasında; ama azaltılmış dozda baba-kız arasında da var. her iki filmde de ikili arasında cinsel bir gerilimin de bulunduğu, sosyoekonopsikolojik koşulların kırıp yansıtmasına tabi olduğu ileri sürülebilir. burada bir de homoerotik eğilim hırsız-polis, suçlu-dikizci-suçlu ilişki örüntülerinde içkin gibi. tabii baş sapıklık röntgencilik olarak yerini kapıyor. kovacs, bu filmle birlikte tarr sinemasında bir 'suskun drama'dan söz edilebileceğini öne sürüyor. haklı bence, hem de o eğilim werckmeister harmoniak'tan başlamış olarak. bir başka dikkat çekici özellik, filmin ayrıksı tarr filmi hissedilmesini sağlamak üzere mihaly vig'in film müziğini daha film noir tarzına yakın tonalitede ve sade bestelemesi. kulak tırmalayıcı, irkiltici dış sesleri en azda tutması. onun yerine biteviye hareketler ve ritmlerle atmosferi oluşturmuş. tabii satantango çağrışım ve göndermelerinde tekrar akordeonu konuşturmuş.

    duyulduğuna göre cannes'da ve dünyada beklediği tepkileri, ciddiye alınmayı görmeyen tarr çok kırılmış, sinema endüstrisine, sanat dünyasına küsmüş. bir son filmden (torino atı) sonra film çekmeyi bırakacağını bu filmden sonra ilan etmiş. kovacs'a göre, bu film büyük bir başarı kazansaydı ne olacağını tarr'ın kendisi dahil hiç kimse bilemez. aslında büyük aksaklıkları çözdükten sonra ortaya çıkışıyla bu filmden beklentiler artmıştı. filmin finansmanı çöktükten sonra bunu herhangi bir ödün vermeden bir yıl içinde yeniden kurmayı başarmıştı. tarr'ın inanılmaz inatçılığı ve olağandışı savaşım becerilerini ortaya çıkaran bir durumdu.

    torino atı'ndan beri gerçekten de film çekmiyor, galiba saraybosna'da bir sinema okulunun açılmasına önayak olmuş, gençlere sinemada yardım etmeyi sürdürdüğü söyleniyor. kovacs ise tarr'ın blöf yapmadığını 2013 tarihli kitabında söylüyor. tarr sanatının zirvesine ve limitlerine geldi, kimsenin dediğine bakacak biri değil, son filmden sonra ya gerçekten film çekmez, ya çekerse artık başka bir sanat anlayışı ve evreye girer diye yorumluyor. savını hem genel sanat yorumuna hem de parametrelere, sinema ölçek ve ölçütlerine dayandırıyor.

    tarr'ın yavaş anlatının bir biçimini kullanışı için (bkz: askıda tutma).

    burada bir aptal sorusu gündeme geliyor: filme adını veren londra'dan gelen adam brown denen alter ego adam mı, dedektif morrison mu? ilki değil mi? brown hiçbir zaman doğrudan maloin'e yanaşmaz, yine de maloin paranın onda olduğunu brown'ın bildiğini hisseder, aralarında sözsüz bir iletişim vardır. ve bu brown aşağı yukarı bütün film boyunca suskundur. en uzun konuşan kişi londra'dan gelen öteki adam morrison, o da esasen aşırı yavaş konuşuyor.

    ***
    yaklaşık 1 yıl sonra 2-3 laf daha, özet veya özsuyu niyetine:
    siyah beyaz kontrastı en yüksek bela tarr filmi.
    fotoğraf tarihine de bariz selamlar çakanı.
    film noir estetiğinin çağdaş yorumu, bu açıdan karhozat'tan üstün desek mi?
    georges simenon'u daha da ileri felsefi-estetik düzeye taşıyanı.
    sessiz/biriken şiddeti en iyi vereni.
    yönetmenin bu filmde iktidardan nefret ettiği söylenir ama iktidarı da kallavi verir.
  • film ilerlemiyor. normalinden iki katı hızla izledim yine ilerlemedi. olay örgüsünü bile yakalayamadım ağırlıktan ki normalde hızdan, fazla hareketlilikten yakalanmaz. o denli yavaş, o denli ömür törpüsü.
  • konusu itibariyle pek güzel olmayan, mekanların çekim esnasında çok çok iyi kullanıldığı ve karakterin ruh halini iyi yansıtan, şahane bir bela tarr filmi.
  • içim şişiyor film açayım bari deyip bu filme denk gelmek şahane gerçekten. yönetmeni merak ediyordum bir süredir. ben ne bileyim nuri bilge ceylan'ın kendisinin yanında akıcı kaldığını. bir ara içim geçmiş uyumuşum. gözümü açtığımda sahne devam ediyordu. içim 2 kat şişti film biterken.
  • işitsel olarak pek tatmin etmesede,görsel olarak kusursuz bir bela tarr filmi. bu filmle birlikte dikkatimi çeken şey bela tarr filmlerinde ana kadın karakterlerin gerginliği. tabiki erika hariç o zaten pek konuşmaz.* filmden bir sahne .

    dance
hesabın var mı? giriş yap