10 entry daha
  • cahit zarifoğlu'nun işaret çocukları (1967) şiir kitabında bulunan uzun ve etkileyici bir şiiri. ben izine bir seçkide rastladığımdan bunun sadece bir kısmını okuduğum hissine kapıldım, zira oradaki şiir 5. bölüm numarası gibi bir sayının altında;

    "aşk çocuklar parlayınca görülen ışıklardır" bengi dizesiyle, kanatlı söz gibi başlıyordu. [insan hemen, çocuklar aşk parlayınca görülen ışıklardır, diye nazireyle karışık düzeltiyor zihninde.]

    okuduğum seçkideki şiirdeki yol gösterici bölüm numaraları 5, 7, 8, 9 idi. arada 6 yok! ve tümünü yazsam mı, kitabında 9.5 sayfa. zaten cahit zarifoğlu etkili bir şair, şiir bütününde güzel, tümünü alabiliyorsak buraya alalım arkadaşlar. numaralamayı internet taramasıyla çözdük, seçki kitabı bölümleri 6'yı atlayarak dizmiş.

    cahit zarifoğlu yerel kültürüne önem veren, yaslanan bir şair olmasına karşın yöresel terim kaynayan maraş'tan imbikten damıtır gibi ender-i nadirattan sözcük sızdırıyor. süyük bunlardan biri. sonra bir şair tavrı olarak, yardımsız bir ses müziği oluşturacağında noktalamalara, virgüllere boş vermiş; özel isimlerin eklerinin üst kesmeyle ayrılmasını sese, dizeye uymaz bulduğunda tavrını koymuş, o ekleri ana sözcüğe ulalı ses yapmış. bu kesmesiz özel isimler onun düzyazısında da var. bir edebiyat araştırmacısı olmayan halimle dikkatimi çekti.

    5.

    aşk çocuklar parlayınca görülen ışıklardır
    ışık yüreğe varınca yorulur çeşmeler
    aşığın avuç açıp doldurduğu sularla
    ki ölenler vardı sularla küçüklüğümün oralarda
    elim yarım ve bilgisiz uzanarak
    her şeyim çocukluğum
    en yakın nalbantın ağzından kestiği at
    sarsılınca ayağını büküp başlamışlardı
    güçlüydü nalbantın çıplak kollu adamı

    oyuncak atımla yolum düşerdi şehrin şanlarına
    sokağı dönerdim
    kaplanları karanlık ağızları arap bağırlarını
    zayıf çöl savrulu arap bağırlarını
    anlamadığım koşuyu birden bırakır ağlarken
    birden kaybolan oyuncak atlı çocukları dönerdim
    küçüklüğümün oralarda dehşetle devrilirdim
    nedeninden hiç bir şey bilinmeyen
    sen ey şanlara

    mahallede tuhaf bir korkuyla erkekler dolanırdı
    ender dururdu kadınlar

    demirinde gül suyu şişeleri asılı pencerede
    duvarlarına akrep tutturulmuş oda
    duvar gezinirdi akrebin altında
    duvar loş akrep sarhoş
    lambanın o büyük şafağından sonra
    gidip gelirdi mutfağa
    kilerde kirpilerin çuvalların dibinde
    peynir küpünün içinde
    çocukları

    asılan kocası
    kurşunla delinen akrabaları dururdu öper gelirdi
    kan güden bir yaşamayla gider
    kan güden bir yaşamayla gelirdi hizmetçi kadın
    öyle sanırdım ben oralardım çocukluğumdu
    beni bağrına bastırırdı
    gözümü gözüne kaldıramazdım
    kaşlarının dibinde kuytu
    ilk gelinlik mağarası
    kadınların kaynama mağarası
    ağzının içi mor kat kat pütür
    sonra duvar
    demir
    gül suyu şişesi
    karşı pencere

    sabah nalbant hala durur beynimde
    çocuğum öylece uyanırım
    pek bilmem

    alt katta sivilceli bir oğlan
    anası civcivleri ağaca saçar
    yağmur toprak süyüklerden sallanırdı
    taşlıkta kavun çekirdekleri kavrulan evde
    sıcakken ateşin üstünde
    kentteki kişilerin elleri tavanın içinde
    alıp avucuna konan kabuksuz kavun çekirdekleri
    alıp değdirirdim dudaklarımda kabaran deriye
    kızgın
    dudağımın uykuda sevinçle yarılmış derisine kızgın
    parmaklarımın cıva akan ucunda
    müthiş azıcık kaygan
    kavun çekirdeğinin batan sivrisinde
    ağzı kanasın diye nalbantın
    kestiği at

    çocuklar kişneyerek doldular avucuma
    annelerinden koşan babalarıyla kovalanan
    sarı ve siyah başlarıyla
    ölümle boğuşa boğuşa onu kaldırım taşlarından çekerek üstlerine
    terli yüzleriyle yapıştılar ellerime
    çocukluğumun orda en bülbül yerinde
    nalbanttaki atın içinde şah duran korkuydu
    zahmetle taşıyıp beraber kurduğumuz bahçeye
    atın içinden bedeni yırtarak
    fırlayan korku
    ta kendisi bahçeye kurduğumuz salıncak

    çocuk boşluktayken ölüye asılı kalmak
    annesinin sesi her evden
    şehirde her baş dönmesinden
    çocuklarca çıngırak gibi duyulur
    annenin elinde birden tahta kaşık kırılır
    içini bastırır raftan bir kaşık daha alır
    ocaktaki çorbanın önüne çömelmiş
    düşüncesi suyun şeytanına çağrılır
    -hangi salıncaktasın çocuğum ipi iyi tut
    annenim ben
    yaklaşır kan kokusu yere vurur
    burunda ve orada iyice kan bulunur
    kaplar koşuşan bağrışan yüzleri
    eğilirler bakarlar
    ki tırnaktaki noktadır
    cansız bedene tırpanını geçirmiş
    çarşaf gibi büyüyen

    bayramlar oyun arkadaşları kuşlarla
    güzel seslerle yaklaşır
    tırnakta beyaz nokta olunca parmağa halkalı şeker
    ölüm ve korku beraberce toplanır
    dernek kurulur
    her kadında bir çekmece açılır ve kapanır
    ey alın beni
    yuvarlak ve dalgın kalayım
    arkamda dik ve beni iterek kendine çekerek
    taş ve yerinden oynamaz
    oysa onlar kuşlar gibi uçar durur
    içine yukardan çiçekler savrulur
    havuz cami havuzunda
    kımıldayarak yatan minare

    size çağrıldığım çağlarda
    açtım çekmeceyi onları siyahla boğulur buldum
    çocuklar çılgın gibi oturuyorlardı tahtalarda
    ellerinde kırık aynalar ve aralarında
    esrarlı bir hayvan dolanıyordu
    falakanın ipiyle kıvrılan tahtası arasında
    çünkü falaka asıl her yanda
    sıkışmış gibi gözleri
    hain bakıyordu çocuklar
    elif eşer
    be beyazlatır
    te terkeder
    büyünür ferahlanırdı
    bol güneşli kapıdan önce kaşları boz sakalları
    arkasında bol entarili içbükey kızları
    yorganların ısıtan nakışları
    cim

    kilimler süslenip yangının önüne serilirler
    kan ve ateş beraber tadılırlar
    buyurulur yayıklar az gelir
    sabah ışığında uykulu çağda
    bir çocuğun aydan anlayışına
    hamur ve tandırda çobanın kaval solukları
    karacadağ bir deveyle aşılır
    karacadağa bir deveyle varılır
    ve hemen karacadağ bir deveyle vurulur
    kayalara ezan bağlanır dağlar kutsal kılınır
    sular baş baş ağırlanır çünkü baş suya uzanır
    kıl çadır ve deve ıhh
    ıhh ya deve
    hoca
    hocanın iklime emir veren karısı
    ve çocukları kavrayan kızları
    ve onları kat kat kapalı dizlerinde
    pekmez ve ekmek duran sinide
    biz güvercinlerdik yüksek ve gizlice
    değirmenden
    üzüm bağlarından gönderilirdi onlar gönderilirlerdi
    elif lam mim
    içimizin fatihleriydi bürürlerdi
    güzelce
    muhteşemce

    sen büyük ve yeşil renk ayrımı
    seven bileğimin tuttuğu dostlar
    çocuğan kokuları havlayan masal şahları
    oradayken kilerdeki torba yığınlar
    geceyi kapının önünde geçirmiş
    deve kervanı
    (ve birden manzara)
    sal fıratın ortasında ve çıplak insanlar
    boğuşurlar tutunulmaz gediklerinde
    ekmek taşında

    çocuklar doğayı çeviren dehşeti arar
    sorar. rüzgarı tutar bırakmaz
    sorar bırakmaz
    bıraksa sal devrilir
    tavşan yavruları bulur sever
    salın ipini öper
    su uysal kalır

    çocuğun saflığına denk
    sincap elinin altında
    insanı koruyan suyu uysallaştıran da

    büyükler huysuz
    bir şehre gitmek ötekinden devrilmek
    ana suya bakar
    saçının tellerine korku takılır
    bilinmez çocuğun
    ısırırken ananın yanağını
    ya da kırarken gül suyu bardağını
    dost tuttuğu melekler
    hep oradadırlar

    6.

    bayramda içinde buzlu su duran sürahi
    hıdırellez* çarpışı kırların mutlu çarpışı
    hapisane duvarının süyüğünde
    içinde tozlu balıklar soluyan sürahi
    ve atlı meydan yokuşunun başında
    kovulan cinleri toplamış bir deve
    bir hecin deve
    kudurmuş ve ağzından köpükler saçarak
    koşarken kalabalığa korkmuşum bir yalın kılıçla
    başımı düzlemişler dizlerimin arasından kurtarıp
    yüreğimi bir hançer başıyla
    delip yırtmışlar iri yaralar açtığım yatağa

    7.

    gökten tarlada sürüneni gören kartal
    toprak damları uykuyla ayıran oymaklar
    yukardaki her şeklin altına bir döşek açılır
    ses bastırılır sıkıca kapatılır dizlerin arasındaki yumruğa
    uyku o kimbilir hangi dağın ardından atılır
    rüzgarla soğuyan alna sançılr
    yıldırım sıkışık bekler
    sevenin yumulmaz gözünde kan birikir
    yatağın içinde savrulan eliyle akrep düğümler
    akrep biriktirir
    son had son saat
    toprak dam dağ başı karanlık uyuyanlar
    seven dayanamaz kımıldar
    birden yıldızlar dökülür

    dans dans iç içe gök dans
    üşürler bir anaya çarpılır atılırlar evin üçlü düzenine
    azap sağanak tutturur mevsimler kapılarla sakatlanır
    dolanırlar kırık camlarını pencerelerin elleri parçalanır
    çene deler yorganı çenenin ucu baygın sıcak
    uyuyan bedenleri uyanmayı vuran bilinç
    bu et onların mı kolları hangi çıkmazda
    onları alıp götürüyorlardı onlar yatanlardı
    zuhal yıldızıyla bir kestane çarpıştı tavanda

    bütün kozlu dere künbet yıldız avında
    yıldızların yanında onlarla sahi
    onlardan biri
    topraktan tutmuşum yıldızım ne zaman kayacak
    ve şan şan açılır kitaptan sayfa
    bir küçük kıyamet yatırılmış içine
    üç parmak eninde
    gerçek tavanda dönen fare

    elden avuçtan dalgınlıkla kaybolan
    çare kaybolan
    tepede tek taşıyla duran minare
    şeyhin bir nefesle ayakta tuttuğu minare
    ve yattığı toprağından hatıralar alındığı
    kadınların gebelik isteklerine
    her tozunda bin bir suare

    en geniş geçmişte en son gelecekte
    o var
    nesiller dağa dağ tutarak
    toprağın yaralarını yararak
    bildiler onu ateş saçan uyku
    girdap dönüp dolaşmak
    ölünce atılmak cesurca tutunmak

    ve onlar kadınlar
    öyle değişik dururlar çocuğun teriyle savaşırlar
    önemle alınırsa van goh
    vahşice dolanır şafaklarda
    dağları yakalayıp duran gün daralır

    ovalara sancılarla dalgalarla ahenkli dalışlara
    öyle sabah öyle kadınca çığlıkça
    hayır anıla şer kutsal ağırlana çün tanrı
    bir güzelce buyurdu öyle buyurdu

    insan toprak çalkanırken
    çocuklar kadınlar erkekler gülücükler ovalarca

    8.

    erkek ve dalgınca büyüdüm
    dervişin su okuduğu taslarda
    yumulup eğilmiştim bedenim vardı
    suyu arıyordum vardı yanılmıyordum

    başımda göğün dolanan sarmaşıkları
    güya kurnazca bakıyordum
    ve leylanın
    bir gece ağrısında
    sapsarı kabarcıklanan yüzüne

    bir haneye çağrıldılar
    halılar hasırlar ve kaynayan canlar
    acı kahve derin fincanla sunuldu
    oraya ateş birikmesi gibi oturdular
    gözlerini kapayarak ve sormayarak

    hasırları birbirine vuran
    hasırları duvara damlara
    ve dağın mağarasındaki hikmete savuran
    oraya bir ateş kümesi gibi kaydolan
    kendi içlerine ummana sançılıp boğulmaya koyulan
    dervişler
    basık ve duvarları secdeye giden odada
    hasırlar acı kahve derin halli uşak
    halvet ve küçük ağzımla
    uçar dalgınca uyurdum sakallarında

    elmas ve tümlenen bir aşkla daima kekemeydim
    sevişirlerdi derlerdi sevişiriz
    söz bedeni aşınca harlardı
    daire çizerek ve kan daire çizerek

    gece zangır zangır titreyerek
    yorgana bir hal gelir uykuda bir şey gerilir
    (komşu dağ derinde mi
    mezarlar kuşatıldı ölüler baskınla mı alındı
    bana verilen portakala ne oldu
    çıldırdı mı) bilemem
    çocuğum öyle uyur öyle uyanırım

    ne korkunç bir iklimdi çocukluğum
    uyku yansın yürek mecburlansın
    beden bedende artmaya can bedeni aşmaya
    ağız ilk şanlı yemek
    olan ölümü
    başlasın anlatmaya

    iz sürmek bundan gerek
    ok ize düşmüş kemiği deşmişti

    not: "bildiler onu ateş saçan uyku" dizesindeki ateş sözcüğü şiirde büyük harflerle yazılmıştır.

    "ölümü, şan ve şeref kefeni içine sardım; yalnızca şan ve şerefi düşündüm ve ölümü aklımdan bile geçirmedim; ikisinin bir tek ve aynı şey olduğunu da hiç düşünmedim." jean-paul sartre - les mots

    (bkz: cahit zarifoğlu/@ibisile)
    (bkz: maraş/@ibisile)
    (bkz: hıdırillez)
    (bkz: deve/@ibisile)
    (bkz: ıhh)
4 entry daha
hesabın var mı? giriş yap