• evet, çekirdek konusu itibariyle "sisteme hizmet ediyorken sistem karşıtı olan karakter" gibi bir değişim klişesini sömürüyor. evet, tüketim toplumu ve reklam/pazarlama dünyası için basmakalıp laflar dışında yeni bir şey söylemiyor. hatta reklam sektörü oyuncularını american psycho'nun wall street yuppie'lerinden daha güçlü ve snob karakterler olarak sunuyor. ama bunları göz ardı ettiğimde son zamanlarda izlediğim en dolu ve en zengin film diyebilirim 99 francs için. kendisini "artist" film kategorisine de sokabiliriz. sinemanın artistliklerinden azami şekilde yararlanılmış çünkü, çoğu da sırıtmamış. dolu dizgin ve sert anlatımı itibariyle neredeyse bir dakikasında bile hiç sıkılmadan filmin bittiğini görüyorsunuz zaten. uyuşturucuyla ilgili sekanslar da yaratıcı bir beyinden çıkma izlenimi verdi. bir de filmde bol miktarda müzik mevcut, çoğu tanıdık. kasten yapılmış sanırım. netice itibariyle tüketim dünyası sorunları ve reklam sektörüne en ufak ilgi duymayan bir hödük olasınız bile en az birkaç sahnesiyle sizi de yakalayacağından emin olabileceğiniz farklı bir film. herkes mutlaka bir yerlerini sever. requiem for a dream'le kıyaslamak ise ikimizin de iki burun deliği olduğu için bir insanla bir tapiri kıyaslamakla eşdeğer sanırım: 7.5/10
  • fena bir film değil. yani vereceği mesajda biraz kararsız kalmış ve gereksiz aşk-meşk mevzularıyla doldurulmuş olması dışında, gideri var. özellikle görüntü yönetmenliği açısından oldukça öne çıkan sahneler barındırıyor.

    filmin başındaki öz eleştiri kısmında aklıma bill hicks'in ünlü konuşmalarından biri geldi: "eğer reklamcılık veya pazarlama sektöründe çalışıyorsanız kendinizi öldürün. cidden...yaptığınız işin mantığa oturtulabilecek, mazur görülebilecek bir tarafı yok. bütün iyi şeylerin katilisiniz, şeytanın küçük yardımcılarısınız. şaka falan yapmıyorum, öldürün kendinizi."

    reklamcılarla ilgili "sizin yarın ne isteyeceğinize ben karar veriyorum" mottosu tepkiyle karşılanmış ancak, "o kadar da değil canım tüketiciler çok bilinçleniyor vs" diye eleştirenler ne kafası yaşıyor, 7/24 reklamla eriyen beyinler bu filmden ne anlıyor çok merak ettim. götündeki donu bile işlevine göre değil, statü arayışı, cinsel açlık ve kendini ispatlayabilme kaygılarıyla alırken "artık insanlar bilinçli tüketici oluyor yahu, reklamlar o kadar da etkili değil" triplerine girmek filmde de altı çizildiği gibi "ürün haline gelmiş insan"lıktan başka bir şey değildir. reklam-tüketim ilişkisi için sizleri şuraya yönlendiriyoruz: #29617227

    not: filmin sonunda, credits'ten de sonra gerçek bir reklam yayınlanıyor. biraz gezindim internette nedir bu diye ve reklamın 1896 yılında lever brothers'ın sunlight isimli sabunu için çekilmiş bir reklam filmi olduğunu öğrendim. bilgiyi teyit edemedim ancak dünyada çekilmiş ilk reklam filmi olduğuna dair birkaç ibare gördüm. filmin* içeriğini göz önüne alırsak manidar geliyor.

    bahsettiğim reklam filmi:
    http://www.youtube.com/watch?v=uxkjbc2-euy
  • her yönüyle 10 numara olan filmlerden..
    şöyle başlar --> her şey geçiçi... aşk , sanat , dünya , sen ,ben. özellikle de ben.
  • --- spoiler ---

    "izlediğiniz her kötü reklamın ardında çöpe atılmış iyi bir fikir vardır."

    --- spoiler ---
  • tüketim çılgınlığı, üretim çılgınlığı, insanların samimiyetsizlik çılgınlığı, aşkların içinin boşaltılmışlığı çılgınlığı, eğlencenin bokunu çıkartma çılgınlığı, devrimin ayağa düşmesi çılgınlığı, doğal yaşam çılgınlığı, iş yaşamındaki rekabet çılgınlığı ve aklınıza gelebilecek nefret ettiğiniz tüm çılgınlıklarla restleşen; ister konusu, ister anlatım tekniği, ister kurgusu klişe olsun zaman zaman böyle şeylerin anlatılması ve düşünülmesi gerektiğini hatırlattığı için bile alkışı hakeden ufuk açıcı bir film.

    hayattaki tüm bu pisliği göstermek için reklam sektörünün ışıl ışıl parlayan dünyasının baz olarak alınması, belki de seçilmiş en uygun yol. zira güya karşıt politikaların sistem karşıtı diye yutturulmaya çalışıldığı tüm ideolojik altyapıların kesiştiği, hatta bizzat kullandığı yöntemlerden birisi de reklam, propaganda ve çığırtkanlık işleri. bunu, belki bizzat göstermese de en azından izleyiciye düşündürttüğü için bile bu düşünceyi de göz önünde bulundurmuş diyebiliriz.

    filmin eğlenceli olarak nitelendirilmesi ise bence yersiz olmasa da tam olarak doğru değil, çünkü bu filmin eğlenceli olarak algılanması "güleriz ağlanacak halimize" gibi son derece içi boş bir yargıya zemin hazırlıyor. evet güleriz, ama kendi adımıza bile bir şey yapmayız demek gibi bir şey, işte bu sebeple film eğlenceli olamayacak kadar keskin ve sert, tam da olması gerektiği gibi.

    filmde o kadar çok detay var ki, tam olarak sindirilmesi için belki bir kaç kez izlenmesi gerekiyor. herşeyin bu kadar hızlı akması ve bir kaç dokundurmadan ziyade çok fazla şeyi eleştirmesi ise görsel bir bonbardımana tutulmaktan ziyade herşeyin birbirine bağlı olduğu ve tüm bu hareketli zincirde herkesin ve herşeyin en az asıl zararı veren kadar zararlı olduğunu anlatma çabasından ibaret bence.

    --- spoiler ---
    güzel ayrıntılardan bir tanesi, çok hızlı akan bir karede billboardtaki che resminin değişip yerine geçen resimde bir kadın tarafından tanıtılan bir şeyin (hatırlamıyorum ne olduğunu) "x de devrim" sloganını kullanmasıydı.
    --- spoiler ---

    olası iki sonu gösterme fikri bile ön yargıları yıkma adına verilmiş güzel çabalardan biri. seç beğen al, vicdanına hangisini daha uygun buluyorsan öyle bitsin hikaye. her iki sonda da, "ama o da sadece konuşuyordu, kendi içinde bulunduğu pislik hakkında konuşmak kolay, sıkıysa karşı çık" ve "ayy canım ya aferim bak yaptığı hataların farkında, kendine cezalandırdı işte" diyen izleyiciye mükemmel bir ironi ve eleştiriyle yanıt veriyor. eleştirme işini izleyiciye bile bırakmıyor yani.
  • eleştirilecek sektördeki mevzu bahis kişinin kendine güven dolu mesajları, söylemleri nedense daha 'etkli' oluyor. lord of war'da da vardı buna benzer bir retorik. bu ve bunun gibi filmlerin içine, eleştirdikleri camiadan birileri girmişçesine oluşturulan söylem içeriği ve retoriği bu sektörlerin ya da kavramların yıkılabilirliğini gerçeklikten alıp bir illüzyona dönüştürüyor aslında. yani bu filmler de eninde sonunda o çarkların içerisinde bir dişli olacaklarını, satılacaklarını ve satacaklarını gayet iyi biliyorlar; ki benim 99 francs'i sevmemin birinci sebebi bu farkındalık oldu. her ne kadar didaktikliğin dibine vurup can sıksa da; müzikleriyle popüler kültür ve satış ilişkisini refere ederek, sözüm ona devrimcileri hippi kategorizasyonunda karikatürize ederek, iki alternatif son ekleyerek tüm o 'iyi sonlara' (bkz: slumdog millionaire) nasıl da aç olduğumuzun üzerini hafiften eşeleyerek kendini affettiriyor.

    ayrıca yapı ve anlatım olarak zaman zaman takındığı postmodern tavırla da sınıfı geçiyor. bunu hem mizahi anlamda lehine çeviriyor, hem de postmodernizmin kapitalizm içerisindeki rolünü bizlere bir kez daha hatırlatıyor. (bkz: fredric jameson)

    başka bir nokta da özellikle stanley kubrick filmlerinin müzikleri ki, kendisinin nasıl yavaş yavaş filmlerinde anlattıklarıyla örtüştüğünün ve ironik olarak filmlerinin o dünya içerisinde anlamını kaybetmeye başlamasının güzel bir işareti olmuş; 99 francs'e yakışmış.
  • film olanı reklam gibi çekilmiş, son derece hızlı, muzip, tatlı, sürükleyici ve ilginç. fakat hikaye son derece klişe: "ben bir reklamcıyım. pantolonlarım moda dergilerinden gelir, piyasaya çıkmadan iki ay önce. gömleklerim şöyledir böyledir. ne giyeceğinize, neyi isteyeceğinize ben karar veririm. istediğiniz araba için para biriktirdiğiniz zaman onu eski yapar ve yeni bir şey istemenizi sağlarım. yeni, çabuk eskiyen bir şeydir. her bir şeyi eskitirim, puştun tekiyim, kanun kural tanımam, insanoğlunun hazdan anladığı ne varsa sahibim vs." bundan sonra da octave'ın hayatını değiştirecek bir şey olur, müşterisi parlak fikrini beğenmez. vay inek! işte burada octave bize döner ve, "o kötü reklamların nasıl çıktığını anlıyorsunuz şimdi" der. ardından bir ton puştluk yapar, bir şeylere üzülür mü ne yapar bilmeyiz. hissiz herifin tekidir octave, sebep olduğu şeylerin ardından düşünür mü düşünmez mi, onu da bilmeyiz.

    --- spoiler ---

    fakat fonda cenin görüntüsü, önünde abuk subuk danseden octave ve sophie sahnesi hastaydı, dehşetti, bunu teslim etmek isterim.

    --- spoiler ---
  • ne acınacak bir durumda olduğumuzu, reklamların biz istemesek de nasıl hayatımızın içine nüfuz ettiğini konu edinen güzel kitap ve film. hormonla beslenen tavukları yemekten, uzakdoğulu köle işçilerin ürettiği nike markalı ürünleri kullanmaktan, bağımlılık yaratan maddeler içeren içecek ve yiyecekleri kullanmaktan kurtulamadığımız sürece peşimizi bırakmayacak kabustan ve suçluluktan da kurtulamayacağımızı bize her daim hatırlatan eser.
  • filmi için konuşayım, görsel olarak çok beğendiğim konu olarak da baya erken ikibinler bulduğum (entel olcam la), insanların artık tamamen kendilerini reklam ve medayay teslim ettiği o yüzden zamanında yapılan bu afişe etmenin şimdilerde "ee nolmuş ki yani?" haline geldiğini söyleyebiliriz.

    amerikaya film çekmeye gittiklerinde sokak satıcılarından konuşmadan hap aldıkları sahne süperdir, nedense çok severim. o satıcının pazarlığı kabul etmek için "oldu canım" öpücüğü göndermesi yok mu, her izlediğimde kopuyorum (kopmak?).

    link: http://www.youtube.com/watch?v=easecpizwiu
  • frédéric beigbederin reklam ve tuketim cilginligina yonelik elestirilerinin yer aldigi kitap .zannedersem yazarin kendisi de reklam sektorundedir ve tum pisliklerini ortaya dokup bu kitabi yazdiktan sonra isinden de olmustur.bir de kitap tum ulkelerde kendi para cinsinden kendi fiyatiyla adlandirilmistir.tabii kitabin fiyati yani ismi degisen tek ulke turkiye olmustur.once 3900 tl sonra 4900 tl ve 9900 tl.bu da kitabin icerigiyle ilginc bir ironi olusturmaktadir.son baskisinin arkasinda yazan "ucuncu isim degisikligi olmadan alin,karli cikin" ibaresi de beni benden almistir ayrica.
hesabın var mı? giriş yap